ZEYTİN AĞACININ GÖLGESİNDE
Selman Bayer
Dünya her zamanki gibi insana dair bilge bir kayıtsızlıkla devam ediyor hayatına. Yüzyıl öncesinden çok daha acımasız olan insanoğlu yalnızca dünyayı değil kendini de bir yıkıma götürmek konusunda ısrarlı. Bu yıkımın devasa boyutlarda, trajik bir yıkım olmasına da gerek yok. Bizzat otantik hayatı elinden kayan insanın gündelik hayatta ne şekilde yaşarsa yaşasın bu yıkımın muhatabı olduğu gerçek. Şehirlerin klostrofobik atmosferinden sentetik doğa güzellemelerine, kutsalın her türlü menfaat için suistimal edilmesinden kompleksli, gösterişli ve maalesef her zaman fazlasıyla teatral olan profanik dirence, sanatın softa savunusundan, vulgar bir popülizm bayraktarlığına varana kadar her yerde bu yıkımın sismik işaretlerini görebiliyoruz. Doğa katliamının, salgın hastalıkların, insan sömürüsünün ve ekonomik dengesizliğin ciddi değişikliklere sebep olduğunu; dünya genelinde artan yoksulluğun her geçen gün daha görünürleştiğini hemen hepimiz biliyoruz. Araştırmalara göre onda birinin resmî olarak depresyonda olduğu söylenen insanlığın hâli pür melali ortada. İnsan neyi kaybettiğini bilmeden yarı meczup bir deli gibi arayışına devam ediyor. Ortada net olan tek şey var: Bu cinlenmiş arayıştan rant kapmak konusundaki iştahımız. Kapitalizm, ulus devletler, kültür sanat tröstleri, irili ufaklı manevi otoriteler, kutsal bilim şövalyeleri yani hemen her meslekten temsilcilere sahip olan serbest pazarın alaylı, sözleşmeli mensupları, kurumlar, kuruluşlar hep aynı iştahla yükleniyor bu arayışa. Dünya ise her zamanki gibi kayıtsızlığıyla dönmeye devam ediyor.
Günümüz insanının bir arayış içerisinde olduğu reddedilemeyecek bir gerçek. Arayış belki de insanın en kadim azığı. Tarih boyunca var olan motivasyon, muharrik kuvvet. Asıl fark bu arayışın ne kadar ciddiye alındığında. Üzerine mutabık olamadığımız husus bu arayışın ne olduğu? Bugün doğru sorunun peşinden gitmek nadir rastlanan bir tavır, herkes ücretini peşin alacağı cevaplar verme peşinde. Hâliyle günümüz insanı bu arayışı kendi bireysel ya da grup menfaatine çevirmede pek iştahlı. Yeri gelmişken söyleyelim bütün suçu kapitalizme atmak trajikomik bir kolaycılık. Kapitalizm bu pazarda kullanışlı bir öcü, öteki hatta. Kullanışlı çünkü insanı kendi su götürür doğruluğuna odaklanmasını engelleyip ötekinin abartılmış kötülüğüne dair kesin bir inançla satışa hazır hâle getiriyor. Öcü çünkü gerçek dehşet verici bir hâkimiyetle her anımıza karışırken sanki şahdamarımızdan daha yakınmış gibi bir havaya sahip ve bizi her şeyimizle kandırabilecek kudrette bir sistemi andırıyor. İnsanın böylesi bir durumda bir şeylerin yanlış gittiğine dair hissiyata sahip olması normal. Bu hissiyatın onu bir yolculuğa zorlamasına da arayış diyoruz işte. Bu arayış teolojiden, ekonomiye, siyasetten, bilime ve sanata kadar her yerde kendini gösteriyor.
Peki bu arayış neyin arayışı, ne manaya geliyor?
Wassily Kandinsky “Uzun soluklu materyalizm döneminin ardından, ruhumuz nihayetinde inançsızlıktan amaç ve ideal yoksunluğundan doğan çaresizlikten uyanmaya başlıyor,” dediğinde adı hoş kendi boş yarım bir hocanın eğlenceli üslubuyla süslediği ya da karikatürize muadillerinin ürkütücü bir iştahla bölük pörçük işaret ettiği teknik bir şeriatın vaazı olarak değil, İbrahim Peygamber’den ölüm döşeğindeki Rimbaud’ya uzanan bir inanma isteğinin evrenselliğinden söz ediyordu elbette. İnsanın ontolojisinde, arkeolojisinde reddedilemez bir arayış olarak kendini gösterip duran inanma arzusunun bir göstergesiydi bu. İnanma arzusunu temel grup aidiyetinin yakıtı ve iyi tasarlanmamış kimlikleri çerçevelendiren hamasi bir motivasyondan çok insanın kendi hikâyesine, kendi hakikatine dair şüpheleri ortadan kaldırma çabası olarak okuyoruz burada. Kendi karanlığının içerisinde gizlenen tarihini ya da kendi tarihinin içerisinde gizlenen o sönmeyen aydınlığı bulma iştiyakı da diyebiliriz. Bu evrensel bir ihtiyaç. Bu evrenselliğin zamana ve mekâna göre farklı kalıplar ve makamlar üzerinden arz ettiği aşikâr fakat bu farklılıklar arayışın varlığını reddetmiyor. Lakin biz burada doğrudan bir anlam arayışını, psikolojik, teolojik ve hatta sosyolojik boyutlarıyla epey geniş olan bir meseleyi tartışmak niyetinde değiliz. Daha çok güncel bir dizinin üzerinden sürdürülen tartışmaya farklı bir perspektif kazandırılabilir mi, yeni bir pencere açılabilir mi sorusunun peşindeyiz.
Sanatın bu arayışa yaptığı katkı, sağladığı imkân açık. Gündelik hayatın alelade unsurlarında olduğu kadar varoluşunun en derin yarıklarına kadar uzanan bir etki alanı mevcut. İnsanın kendisine dışarıdan bakabilme, kendisini kendi dışında arama ameliyesi olarak da adlandırabileceğimiz sanatın onun en kıdemli ihtiyaçlarından biri olan inanma isteğine de kayıtsız kalması mümkün değil elbette. Modern dünyanın ilk temellerinin atıldığı Orta Çağ’da temel bir rol oynayan resim sanatından açık fikirli kilise mensuplarının yazdığı birtakım düşünsel otobiyografilere, Doğu’da da Batı’da da devasa bir külliyat oluşturan menakıpname ve hacıyografilerden, Bunyan’dan Cibran’a ve hatta Cioran’a uzanan edebî – felsefi literatüre kadar birçok eser bu ihtiyacı, arayışı mesele etmiş. Birçok entelektüelin imana dair coşkusunun, krizinin, şüphesinin ve tecrübesinin temsilleri olan bu eserler sayesinde görüyoruz ki sanatın hiçbir zaman kayıtsız kalamadığı bir serüven bu.
Bu serüven birçok badirenin, heyecanın, ümidin, ümitsizliğin, aydınlığın olduğu kadar karanlığın da kendisini gösterdiği muazzam bir serüvendir. Sanatın rolü de tam burada tebellür ediyor. Schumann, “Sanatçının görevi, insan kalbinin derinliklerine ışık salmaktır,” derken bunu kastediyordu. İnsan bu ışığın sağladığı aydınlıkta yol alıyor elbette. Elbette bu ışık bazen de şüphenin buğulu kandilinin içinden parlıyor ve insanı hiç bitmeyecekmiş gibi hissettiren kabz hâline sürüklüyor. Fakat bütün bu sıkıntı veren unsurlar ve her geçen gün daha da artan itirazlar bu serüvenin cazibesini, inanma ihtiyacının kaçınılmazlığını, ruhun derinliklerine doğru yol alan insanın bu yolculuğa olan iştahını kesemiyor. Mesela Rudolf Karl Virchow bir Alman fizikçi ve patolog olarak “Pek çok kadavra kestim ama hiçbirinde henüz ruha rastlamadım,” demesinin üzerinden yüz seneden fazla geçti ama ruh hâlâ felsefi metinlerden, sinema filmlerine, edebî eserlerden popüler şarkılara kadar her yerde varlığını sürdürüyor ve Virchow’dan çok daha meşhur olduğu kesin. Yani ruh, arayış gibi meseleler üzerinde yürütülen tartışma epey bir süre daha devam edecek gibi görünüyor. Bu tartışmanın, ilimden, sanata, teolojiden, felsefeye ve hatta popüler kültüre kadar geniş bir cephede yürütüldüğünü de not etmek lazım.
Netflix’te yayınlandığı gibi epey ilgi gören ve akabinde tartışmalara konu olan Zeytin Ağacı dizisi de kendi mecrasının ve derinliğinin elverdiği ölçüde bu arayışa dair bir konum alıyor. Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de yaygınlaşmaya başlayan alternatif maneviyatların konu edindiği dizi başarılı ve hırslı bir tıp doktorunun psikolojik altyapısının epey dikkat çektiği bir alternatif tedavi yöntemiyle karşılaşması ve onunla birlikte geçirdiği dönüşümü ele alıyor. Aynı zamanda yakın arkadaşı olan hastasının bir kriz sonrasında alternatif tedavilere yönelmesi neticesinde başlayan bu dönüşüm bize yalnızca bir karakterin dönüşümünü vermiyor beraberinde bir orta sınıf hurafesine dönüşmeye başlayan şehirden kaçış, bireyselleşme serüvenine de değiniyor. Fakat tartışmaya sebep olan asıl mesel dizide işlenen new age tedavi yöntemi.
Dizideki kavramsallaştırmasıyla aile dizilimi olarak zikredilen terapi yöntemi literatürde Hellinger terapisi, Aile Konstelasyonu gibi isimlerle biliniyor. Aslında ilk olarak Psikosoybilim’in kuramcısı Anne Ancelin Schutzenberger adlı psikiyatristin insanın yaşadığı travmaların kuşaklararası bilinçaltı aktarımı neticesinde de mümkün olabileceği iddiasından neşet ediyor bütün bu külliyat. Bilimle popülerlik arasında o epey aşınmış yolunu hikâyesine burada da rastlıyoruz. Doğru bir sorunun ardından gelen ciddi bir araştırma neticesinde ortaya çıkan verilerin popülerleşerek sırrını kaybetmesi ya da tahrif edilmesi meselesi. Aslında Schutzenberger’in biraz da zor anlaşılan dili ve üslubu neticesinde ortaya koyduğu kuram literatür içinde kalmak şartıyla ciddi bir soru gibi duruyor. Fakat kapitalizm en muhkem ciddiyetleri bile felç edip parodisini yaparak satabilecek derecede omurga genişliğine sahip olduğu için bu ciddiyetin gerçek anlamda bir hükmü yok. Dizinin meselesini anlatırken ilham aldığı kitabın yazarı Mark Wolyyn de mezkûr yolu takip ederek yolunu buluyor. Alternatif bir kişisel gelişim, yaşam koçu kitabı çıkıyor ortaya. Sonrasında birtakım sözde ayinler, alternatif seansların takip ettiği klasik hikâye. Dizide gördüğümüz Aile Dizilimi terapisi de yukarıda anlattığımız sürecin sonunda ortaya çıkan sonucun çeşnilendirilmiş, kârlı ve popüler bir gurubilimi hâline getirilmiş versiyonunun sahnedeki temsili. Hâliyle bütün itirazlar da buradan geliyor. Dizinin estetik kalitesi, teknik eleştirisi, içinde bulunduğu mecranın ve hedef kitlesinin beklentilerine uygunluğu gibi zaviyelerden ziyade merkezine aldığı konunun semptomlarına yönelik bir itiraz bu. Fakat bu itiraz sanatı ya da felsefeyi terkisine alan bir eleştiriden ziyade fazlasıyla vulgar görünen pozitivist bir hâletiruhiyenin tahakkümü altında arzıendam ediyor. Bütünlüklü olarak insanı merkeze alan bir yaklaşım görünmüyor bu itirazda. Tarih boyunca yaşadığı serüven bir yana bu serüvenin en gözde sorunsallarından, hastalığın ruhsal tarafları, insanın inanma ihtiyacı hatta anlam arayışı göz ardı ediliyor. Hadi daha açık söyleyelim net bir şekilde küçümseniyor. Bu durum da temelde haklı görünen itirazları zayıflatıyor, ona karşı psikolojik bir dirence sebep oluyor ve itiraz ettikleri “safsata”lara olan ilgiyi azdırıyor. Bu çoktan alıştığımız bir kör dövüşü aslında. Körlerle sağırların oynadığı bu tiyatroda asıl soru ziyan oluyor hâliyle. Asıl soru insan elbette.
Aydınlanmayla beraber insanın tanrıyı yerinden edip onun yerine geçmesinin heyecanı söneli çok oldu. İnsanı merkeze alan Hümanizmin tarihin gördüğü en vahşi ideolojilerden biri olduğunu iddia eden bir sürü saygın otorite var. Hatta bu dizi bağlamında söylersek popüler alanda boy gösteren Agah Aydın gibi uzman Psikiyatrlar bununla ilgili epey inandırıcı tezler ileri sürüyorlar. Dahası Tanrının yerine geçtiğinden beri sürekli daha huzursuz olan insan da artık tehdit altında. Şimdilerde onun yerini almaya yeltenen ve her alanda kendisini gösteren bir yapay zekâ tehlikesi ya da sorunsalı da söz konusu artık. Yani insanın serüveni, ritmini hiç düşürmeden devam ediyor. Geçmişinden getirdiği birçok hissiyat, arayış, düşünce bugün de en taze hâliyle ona eşlik ediyor. Bu alternatif maneviyatlar da aslında modern insanın geçmişinden getirdiği bir maneviyat ihtiyacından başka bir şey değil. Pozitivizmin bu ihtiyacın temelsizliği ve gereksizliği üzerine epey güçlü bir şekilde dillendirdiği tezlerin pek bir hükmü kalmadı artık. Öyle ki onunla aynı mahallenin çocuğu olan kapitalizm bile onun yüzüne pek bakmıyor bugünlerde. Bu arkaik pozitivizmin sözcülüğünü entelektüellerden çok teknolojiyle tahkim edilmiş ve aynı popülerliğe göbekten bağlı bilim figüranları dediğimiz bir kesim yapıyor artık.
Aslında bu alternatif maneviyatların pozitivizmle akrabalığı olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Her iddia kendi muterizini de doğurur, evet. Fakat burada daha farklı ve derinlikli bir yakınlık var gibi. Fazlasıyla bilimperest tavrın karşısında da böylesi guru akımları, alternatif söylemlerin yerini alması her iki anlamda da üzerine düşünülmesi gereken bir mesele. Bu, kolektif insan hırsının görünmez bir tahakküm makinesine dönmüş hâli olan kapitalizmin kitlelerin dikkatini çekmek için hiçbir masraftan kaçınmadığı bir tiyatro aslında. Bu dizideki “safsata”lara itiraz edenler bu hususun farkında değil gibi.
Modernite varlığını, insana fark ettirmeden sürekli yenilenerek devam ettiriyor. Kapitalizmin bütün muteriz literatüre rağmen doludizgin hükümran olduğu bu çağda insanı ciddiye alma konusunda da ona karşıt olanlar kadar güçlü bir söyleme sahip olduğu açık. Sadra şifa olmasa da bu dünyada biricik olduğunu mütemadiyen tekrar etmesinin yanında maddi konforu kadar manevi ihtiyaçlarını da gözettiğini, onu bir başına bırakmadığını kabul etmek gerekiyor. Diziye yönelik pozitivist itiraz ise bunların hiç farkında değilmişçesine kör gözüne parmak bir taarruz gerçekleştiriyor. Bu körlük aslında onun için ciddi bir handikapa yol açıyor. Çünkü popüler de olsa bir sanat eseriyle karşı karşıya olduğumuz açık. Diziye dair yapılan eleştirilerde insan sağlığı gibi önemli bir meselenin bir “safsata”ya kurban verilmesi kadar insana dair bir hikâyeyi anlatırken tercih edilen üslup değerlendirilmiyor mesela. Oysa bilim gibi eleştiri de en başta metot ve üslubu kendine düstur edinir. Dizinin tercih ettiği üslup, bir sanat eseri olarak ortaya koyduğu tezi anlatırken kurtulamadığı yüzeysellik bile eleştirmek için fazlasıyla velut imkânlar sunuyor. Fakat cari eleştirilerin bu fırsatı kaçırdığı aşikâr. Burada sanatın insanın hikâyesindeki yerine ve kıymetine dair bir farkındalığın olmadığını üzülerek görüyoruz. Dahası bu nafile itirazların arkasında inanmaya dair bir korku ve küçümseme görülüyor. Bu da eleştirenlerin en başta iğneyi kendilerine batırmaları gerektiği gerçeğini ortaya çıkarıyor. Dizinin propagandasını yaptığı bir safsataya itiraz edenler, her ne kadar haklı olsalar da fazlasıyla subjektif ve hatta alıngan bir zeminden yapıyorlar itirazlarını. Oysa burada sanatın tezahürüne ve insanın tarihsel serüvenine odaklanarak bakabilseler kendi itirazlarının da ne kadar gülünç ve arkaik olduğunu görecekler.
Günümüzün bu alaylı ya da mektepli pozitivistleri Comte, Durkheim gibi açıklayıcı bir din yaklaşımından Weberyen bir anlama çabasına geçmek durumundalar aslında. Jung, Eliade gibi geleneği en azından mistik tecrübe olarak önemseyen isimlerden de beslenebilirler mesela. Vakıa olan bir gerçeği topyekûn reddetmekten ziyade onu anlayarak bir sonuca ulaşmak makuliyetin göstergesi olamaz mı? Son yüzyılda müthiş ama sancılı bir diyalektikle hayatımıza hâkim olan bilim gibi mutlak bir gerçeğin dahi yanıldığını gösteren birçok acı tecrübe varken bilimperestlikte bu kadar iddialı olmak insanı ıskalamak değil mi? Oysa insanın yanında olmak merkeze insanı almak demektir. Merkeze insanı almak ise çağın dayattığı görme bozukluğundan azade olabilmektir. Çünkü zaman ve mekânla mukayyet olan bütün yaklaşımların kendi tabiatları ve mizaçları ölçüsünde tahakküm araçlarına dönüşme ihtimali mevcut. O yüzden insanın arayışının, hayatını irrasyonel biçimde de olsa renklendirme ve anlamlandırma çabasının, reddetmek için dahi olsa, küçümsenmeden ciddiye alınması gerekiyor. Çünkü çoğu zaman karşıt olduklarını söyledikleri kapitalizm bunu öylesine güçlü bir özgüven ve etkileyici bir dille yapıyor ki arada sahih olan da hadım edilip güdükleşiyor. İşte sanatın feraseti, istidadı ve istiğnasıyla varlığına ihtiyaç duyulan; kendisinin rehberliğinde ve ışığında çok daha aydınlanacağını düşündüğümüz yol bu.
Yani, sürekli karşı olduğumuzu tekrar ettiğimiz kapitalizm kadar insanı önemsemek ve tanımak gerekiyor. Giyim sektöründen, sinema sektörüne, iletişimden siyasete, akademyadan edebiyata kadar her yerde mutlak hâkimiyetini idare ettiren bir sistemden söz ediyoruz. Böylesi güçlü bir sistemin insanı göz ardı etmesi düşünülemez. Bu su götürür tartışmalardan bugünün hâletiruhiyesi gereği muaf tutulan vicdandan ziyade onun temel varlık sebebini reddetmesi demek. Weber’in Protestanlık üzerine söylediklerini hatırlayalım mesela. Kapitalizm bu konuda vefalı olduğunu gösteriyor, geçmişini ve kendisine hayat verenleri unutmuyor. Böylelikle sermayesinden hatırı sayılır bir kısmı insanı kandırmaya/ikna etmeye ayırabiliyor.
Çok temel bir gerçektir. Kötülerin kitleleri kandırabilmesi için iyiden, doğrudan ve güzelden söz etmesi gerekir. Dünya tarihinde kötülükle maruf hiçbir birey, kurum ve kesim saf bir kötülük vazıyla arzıendam etmedi. Hepsi bir iyiliğin peşinde olduğunu söyleyerek kandırdı kitleleri. O hâlde iyilerin de aynı şekilde kötüye dair bu derecede bir malumata ve vukufiyete sahip olması gerekiyor. Bugün her ne kadar entelektüel sosla lezzetli kılınmaya çalışılsa da vulgar olduğu her hâlinden belli olan bir pozitivizme sırtını yaslayarak arzıendam eden bir eleştirinin hayırlı bir sonuca ulaşmayacağı ortada. O hâlde uyanık olmak ve önyargılardan kurtulmak gerek. Belki o zaman topyekûn reddettikleri şeyin içinde insana dair hakikat kalıntılarını görebilecek bir imkana sahip olabilirler. Bu da ancak bilimperestlikten vazgeçip sanatın kuşatıcı bakışına hicret etmekle mümkün görünüyor.
Baudrillard sanatın dinin ve hatta hayatın yerini aldığını söylüyordu. Eagleton bugün bütün bir psikanalizin dinin yerini tamamen işgal ettiğinden söz ediyordu. İnsanın arayışındaki en temel kurum olan dinin uzun zaman önce hâl edildiği tahtın müşterisi çok. Fakat, tahtını kaybetse de bütün etkisiyle hayatına devam ediyor. Bu büyük ve köklü bir geçmişin sağladığı kudret ve asalet kadar bizatihi insan tekinin içinde var olan ihtiyacın dayattığı, zorunda kıldığı bir durum.
Burada bir şerh düşmek elzem. Yapmak istediğimiz şeyin ciddi ve başarılı bir hekimin şahsında modern tıbbın alternatif maneviyat/terapi olarak arzıendam eden bir “safsata”ya kurban ettiği için eleştirilen bir diziyi savunmak olmadığını not edelim. Bugün sosyolojik ve psikolojik olarak çok zor günlerden geçen hekimlerin ve tıbbın tarafındayız elbet. Modern tıbba inanan ve bunun makul bir ortodoksi olduğu ön kabulüyle konuşan biri olarak hekimleri ve modern tıbbı savunurken bilimperestliğe gerek olmadığını insan merkezli bir bakışın yeterli olacağını iddia ediyoruz. Bu diziye yapılan itirazların temelinde de o insana dair endişe var çünkü. Lakin insanı savunmanın tek bir cephede olmayacağını da bilmek gerek. Bu anlamda sanattan daha geniş imkânlara sahip ikinci bir şansımız yok. Çünkü sanatın bize geniş bir bakış açısı ve farklı pencereler kazandırdığı aşikâr.
Örneğin Zeytin Ağacı dizisinde artık bir hurafeye dönüşen şehirden kaçış/doğaya dönüş fikrinin arka planda işlendiğini hatta vaz edildiğini görüyoruz. Her ne kadar sanayileşme ve modernleşme sonrasında yaşanılmaz hâle gelen şehirlerde hayatımızı devam ettiriyor olsak da bu şehir fikrinin insanın icat ettiği en asil ürünlerden biri olduğunu unutmamız gerekir. Din ve bilim gibi sanat da şehirde serpilip büyümüştür ve meşhur ifadesiyle, yedi göbek şehirlidir. Ama buna rağmen şehirperest değildir. Mesela gerçek sanat bu dizide ve türevlerinde vadedilen doğaya dönüş türü ezberlere itibar etmez. Sanat insana insancıl bir bakış kazandırır. İnsanı kendi varlığıyla, geçmişiyle, tarihiyle, karanlığıyla yüzleştirir. Sanatın kötü olma imkânı ve hakkı yoktur ama kötüyü mesele etme, türünün elverdiği ölçüde ondan bahsetme hakkına sahip olduğu ortadadır. Yalnızca insanın inhisarında olan karar verme hakkını ondan emaneten dahi olsa almaz. Tıpkı din gibi, ona, sakıncalarını ve sonuçlarını bütün çıplaklığıyla gösterir ve tercihlerinde özgür bırakır.
Zeytin Ağacı’nda bir de böyle bir ezber var mesela. En az alternatif maneviyatlar, safsatalar, new age tarikatlar kadar tehlikeli olduğunu düşündüğümüz bir doğa/taşra güzellemesi. Fakat dizinin bu tarafına itiraz eden yok. Çünkü bugün diziye tamamıyla karşı olanlar dahi öyle bir hayatı, yani şehirden doğaya, telaştan sükûnete dönüşü savunmaktadır. Peki bu gerçekten öyle midir, yani şehirden kırsala dönüş gerçekten yapaydan hakikate, telaştan sükûnete, kaostan anlama ve robottan insana dönüş müdür?
Sanatın görevi tam da burada başlar işte. Kandinsky’nin dediği gibi “Din, bilim ve ahlak sarsıldığı zaman -hele ki son ikisi Nietzsche’nin güçlü elleriyle sallanmıştı- dışarıdan gelen destekler de düşme tehlikesindeyken, insan, bakışlarını dışarıdakinden çevirip kendi üzerine yöneltir. Söz konusu dinsel dönüm noktası kendi hissettirdiği andan itibaren, edebiyat, müzik ve sanat öncelikli ve en çok duyarlı alanlar olarak kendilerini gösterirler.” Bugün buna sinemayı da (elbette diziler de buna dâhil) ekleyebiliriz. Sinema belki de etkisi anlamında tarih boyunca en güçlü sanat türü. Bu anlamda bürokrasinin efsanevi hasmı olan o yiğit Kafka’nın eserleri kadar kudretli bir I, Daniel Black filminden söz edebiliriz mesela. Anlam ve insani itiraz en kâmil hâliyle estetik kalıbını bulmuştur fakat bunun Kafka kadar güçlü bir mitolojiye kavuşması ise zaman meselesidir. Ya da yakın zaman Türkiye’sinin en popüler meselelerinden biri olan dindar seküler karşıtlığını konu alan Bir Başkadır dizisini zikredelim. Meseleye bakışındaki özgüven, estetik kalite, eleştirel ve diğerkâm tavrıyla hakiki sanatın bir tezahürü olarak tarihe geçiyor. Böyle birçok örnek zikredilebilir elbette.
Sanat insanın yolculuğunda ona rehberlik eden nadide bir nimet. Fakat o da mutlak bir hâkimiyete sahip değil. Hakikat, tabirimi mazur görün ama, biraz kural tanımazdır. Özgürlüğüne düşkündür. Bir kalıba girmekten, bir kapla kifayet etmekten imtina eder. Bütün kudretine rağmen sanat bile hakikati kendi tekeline alamaz. Bu da bize insanın hikâyesinin ve hayatın sürprizlerle dolu olduğunu ve şaşılığa sebep olacak önyargılara karşı daima uyanık olmamız gerektiğini salık verir.
Hülasa edersek Zeytin Ağacı dizisindeki “safsata”lara haklı olarak da olsa itiraz eden tarafların kendilerini de gözden geçirmeleri gerekir. Yalnızca popüler bir sanat eseri olarak arzıendam eden mezkûr diziyi eleştirirken tercih ettikleri üslup ve paradigmayı seçmekteki basiretsizlikleri değil bizatihi kendi zeminlerinde kurumsallaşmış safsatalarını da görmeleri beklenir. İnsan merkezdeyse her şey söz konusu olabilir ve buna açık olmak gerekir. Althusser insan bütün hesapları alt üst eder derken bunu yalnızca olumsuz bir çağrışım yükleyerek söylememişti. Bazen gerçekten inandığınız bir değerin baştan ayağa safsata olduğunu gösterir size. Sonrasında bununla yüzleşmek de sizin irfanınıza kalmış elbette. Ki insanın hikâyesinde olduğu kadar bizatihi bilim tarihinde de böylesi hikâyeler mevcuttur. Dünün safsatalarının bugünün hakikatleri olduğunu gören bir bilimperestin bu şaşılıktan kurtulması için bugünün hakikatlerinin de yarının safsataları olabileceğini anlaması yeter. O zaman Zeytin Ağacı gibi popüler ve vasatın altında bir diziyi mesele edinirken onun hangi ihtiyacı karşıladığına bakmayı da akıl edebilir. Bunu da ancak sanatın bağımsız olduğu kadar üvey tabiatına teslim olarak başarabilir.