BERNARD STIEGLER, FENOMENOLOJİ VE ANTROPOLOJİ
Emre Şan
Fenomenoloji ve antropoloji arasındaki kuramsal ilişkiler yirminci yüzyılın en verimli tartışmaları arasındadır. Bunlardan birine Sabah Ülkesi’nin 73. sayısında yayınlanan Edmund Husserl’in Lucien Lévy-Bruhl’e yazdığı ünlü mektupta tanık oluruz.[1] Bu mektubu ve onu açıklayan zengin giriş yazısını okuduğumda eldeki yazıyı yazmaya karar verdim. Çağdaş fenomenoloji Husserl’den bir yüzyıl sonra kendini antropolojinin sorularıyla yakıcı bir karşılaşma içinde bulur. İnsanın özü hakkında tatmin edici bir cevap arayan fenomenoloji, Foucault’nun “modern episteme” olarak tarif ettiği[2], insanı transandantalizm-empirizm ikiliği üzerinden düşünme yöntemine bir ölçüde hem yakın hem de uzak gibi görünür. Fenomenoloji insanın hem otonom özne hem de fenomenal alana bağımlı bir nesne olma durumunu anlamaya çalışır fakat bunu bilginin olgusal ve transandantal kökeni arasındaki karşıtlığa sıkıştırmaz.[3]
Husserl, Heidegger ve Derrida’yı yukarıdaki bağlamda yorumlayarak teknoloji üzerine düşünen Bernard Stiegler transandantalizmi geride bırakacak bir felsefi projeye girişir. Ne var ki bu hamle onu yeni materyalizme ya da spekülatif realizme götürmez. Fransız filozofun temel meselesi artefaktların, teknik aletlerin deneyimin bilgisinin kurulumunda oynadıkları rolü araştırmaktır. Dolayısıyla transandantalizmin karşı karşıya olduğu felsefi zorluk spekülatif realistlerin iddia ettiği gibi korelasyonalizm değildir. Aslında spekülatif realizm gibi realist yaklaşımların günümüzde yeniden tartışılır olması, felsefe tarihi boyunca üzeri örtülü olan teknik sorusunun unutuluşunun bir semptomu olarak anlaşılabilir. Fransız filozofa göre “Felsefe tekniği bir düşünce nesnesi olarak bastırmıştır. Teknik düşünülmemiştir.[4] Peki teknik gerçekten düşüncenin nesnesi midir? Bu soruya verilecek ilk cevap olumludur çünkü teknik aletler insan tarafından üretilir ve onun düşüncesinin nesnesi gibi görünürler. Düşüncenin nesnesi olmak demek, felsefi anlamda kendine yeten, otonom bir düşünen öznenin nesnesi demektir. Böylece özne, tekniği düşüncenin dışına konumlandırır. Ne var ki çağdaş felsefe ve antropolojinin yardımıyla söz konusu cevabın o kadar da açık olmadığını göreceğiz. Zaten felsefede genellikle en basit görünen en zor olandır.
Stiegler’e göre tarihsel olarak teknik ve felsefe ilişkisi (özellikle bir teknik olarak yazı) Antik Yunan felsefesi tarafından mahkûm edilir. Teknik olarak yazı bir farmakondur, hem şifa, hem dert, hem ilaç, hem zehirdir. Filozof yazıyı kullanır ama teknik olarak yazı, felsefi hakikatin örtüsünün kaldırılmasına katkı yapmaz. Platon’da teknik, deneyimin bilgisini kuşatıcı bir bakışla yakalayan teoria’nın, temaşanın karşıtı olarak görülür. Phaidros diyaloğunda anlatılan yazının bulunuşu efsanesinde Sokrates, yaşayan hafızanın karşısına koyduğu arşivleyen belleğin edilgen yapısının altını çizer. Ona göre yazı, gerçek bilgeliği değil onun görüntüsünü sunabilir çünkü harfleri kullanan kişinin ruhu tembelleşir, hafızasını unutur. Bu yüzden yazı hafızanın değil hatırlamanın ilacıdır.[5] Şu hâlde, Platon tekniği düşüncenin dışına tayin ederek kuramsal bilgi ve teknik üretim arasına sınır koyar. Oysa bilimlerin ortaya çıkmasını sağlayan alfabetik yazı muhakemenin, akıl yürütmenin tam olarak izlenebilirliğini sağlar.
Aslında Sokrates’in sözlü kültürden yazılı kültüre geçişe dair kaygılarının benzerlerine günümüzde dijital ve görsel bir kültüre geçişte tanık oluruz. Dijital teknoloji, mağara resimlerinin keşfi ya da yazının kullanımı ile karşılaştırılacak kadar büyük bir epistemik dönüşümdür ve yeni bir bireyleşme biçimi sunar. Stiegler, sayısalın (dijitalin) hızının 200.000 km/sn, yani ışık hızının 2/3’üne ulaştığı dijital yazı (l’écriture numérique) çağında felsefe yapmanın ne anlama geldiği sorusunu sorar. Ona göre bilgi sadece mantıksal işlemler bütünü olan bir süreç olarak tanımlanamaz. Bilgi belli pratikleri paylaşan bir topluluğu ve teknik dayanakları varsayar. Söz konusu teknik dayanaklar değiştiğinde bilgi de alt üst olur. Teknoloji tarihçisi Bertrand Gille’in ifade ettiği gibi teknik bir sistem belli bir gelişme aşamasına geldiğinde, yani teknik bir devrim gerçekleştiğinde toplumsal sistemleri altüst eder. Gille’e göre söz konusu değişimi bir teknik sistemden diğerine geçiş olarak kavramak gerekir ve bu geçiş ilişkide olduğu toplumsal düzende yaşam tarzına, ekonomiye, siyasete, sembolik üretime ve bilginin dolaşımına dair yeni imkânlar açtığı gibi yeni sorunları da beraberinde getirir.[6]
Teknik ilerlemeler tarihsel ve hatta rastlantısal olduğu için mantıksal bir çıkarımla zorunlu olarak bilinemez. Bu yüzden teknik, transandantal bir düşünme biçimin basit nesnesi değildir. Fakat o sadece empirik olana da indirgenemez. Teknik aletler imkân koşulu oldukları deneyimin basit nesnesi olamazlar. Örneğin bir mikroskopla bakterilere baktığımda mikroskobu değil bakterileri görürüm. Benzer bir durum fotoğraf ve televizyon gibi araçlar için de geçerlidir. Teknik araçları deneyimimin nesnesi yapmak için tavır değiştirmek, teknolojik ortamımdan bir adım geriye atmam gerekir. Fakat bakış açım değiştiğinde bile başka bir teknik ortam tarafından koşullanma riski taşırım. Bu yüzden teknik ortamdan kendimi soyutlayabileceğim transandantal bir bakış yoktur. Dolayısıyla Stiegler, empirik olandan yola çıkan ama onda varolmayan ideal şeyler üzerine gitmeye çalışır. Stiegler’in terimleriyle teknik sorusunu soran filozof, olgusal varoluş (existence) ile değil tutarlılık/istikrar (consistence) ile ilgilenir. Bunlar empirik olmayan ama empirik olandan hareketle düşünülebilecek şeylerdir.
Stiegler çalışmalarına Husserl’in son döneminde bilim tarihi üzerine ortaya koyduğu bir tartışmayı merkeze alarak başlar. Husserl, Geometrinin Kökeni eserinde yeni rasyonel bilginin üretiminin geçmişteki bilgilerin canlandırılmasından geçtiğini öne sürer.[7] Bu canlandırma teknik bir dayanağın, yani yazıya bağlı kayıtlı bir geçmişin olmasını şart koşar. Dolayısıyla geometrik hakikat insan praksisi üzerine kuruludur. Yazı sayesinde, ideal nesnellik (özellikle matematik nesneler) bilgisi öznelerarası toplulukta yayılır ve bilimlerin tarihsel devamlılığı oluşur. Bu yüzden nesiller arası aktarılan bilgi ile bilişsellik (cognition) arasında bir ayrım yaparak ilerlemek gerekir. Dolayısıyla tarihselliğin ve bir teknik olarak yazının ele alınışı, transandantal olmayan ama empirik olana da indirgenemez meta-empirik bir yapıyı düşünmeye çağırır. Yazı, tarihsel ve empirik dünyanın içinde tüm zamanlar için geçerli bir anlam kurmanın yegâne yoludur. Derrida Geometrinin Kökeni’ne yazdığı ünlü giriş yazısında ideal nesnelerin tarihselliğinin, hem bir aktarım hem de devamlılık olduğunun altını çizer ve bu sorunun ne sadece empirik tarihin olgusal akışına ne de mutlak ve tarih dışı (anhistorique) bir yaklaşıma indirgenebileceğini iddia eder.[8] Şu hâlde, rasyonel ve kanıtlayıcı akıl yürütmenin kökeni, Husserl’in ilk döneminde iddia ettiği gibi sadece bilinç yaşantıları değil, bizzat bilincin kendisinin yaşantısı olmayan bir geçmişin kaydı olarak yazıdır. Kaldı ki Heidegger’in tarihsellik fikri de bizzat bilincin yaşantısı olmamış bir geçmiş fikrinden ileri gelir.
Husserl’in son döneminde yazıyı, yani tekniği bilme ediminin kaynağına taşıması[9], Stiegler’in transandantal-empirik ikiliği sorununa cevabını hazırlar. Derrida’nın yaptığı gibi fenomenolojiyi yapısöküme uğratmak yetmez, onun yerine teknik sorusunu doğrudan fenomenolojinin merkezine almak gerekir. Teknik tüm deneyimin, Derrida’dan ödünç alınan bir ifadeyle, “neredeyse-transandantal” (quasi-transcendantale) koşuldur. Şu hâlde, yazı Stiegler’e göre, zamansal ve zihinsel içeriklerin mekânsal dışsallaşma sürecidir. Stiegler’in ortaya koyduğu iddia şudur: Bilgi varolmak için teknik dışsallaşmayı gerektirir. Teknolojik koşullar doğrudan deneyimlenmedikleri için deneyimi aşarlar fakat nesilden nesile teknik bellekle aktarılarak tarihsel olarak kurulurlar. Teknolojik koşullar öznenin bilmek ve bilgiyi yeniden canlandırmak için temellük etmek zorunda olduğu dışsallıklardır. Bilgi ancak dışsallaşarak varolur, yani iletilir ve içselleştirilir. Dolayısıyla Kartezyen düşünme biçiminde olduğu gibi dışsallığı önceleyen bir içsellik bulunmaz. İçsellik bizzat bilginin teknik nesnelerde dışsallaşması ve nesilden nesile aktarımıyla kurulur. Bu bilginin kendi kendine farklılaşmasının ve tekilleşmesinin koşuludur.
Diğer taraftan, Stiegler, Heidegger’in ve Derrida’nın sırasıyla varlık ve fark sorularının unutuluşu hamlesine benzer bir şekilde teknik ve bilgi ilişkisinin unutuluşu ve bu ilişkinin indirgenemez olarak zamansal boyutunu araştırır. Teknik bir zaman içinde değildir aksine asli olarak zamansaldır ve zaman sorusu olarak kavranılır. Stiegler için teknik ve zaman arasındaki ilişki antropolojik bir bakış açısından icat sorusu olarak açılır.[10] Derrida Gramatoloji kitabında Fransız antropolog André Leroi-Gourhan’dan bahseder ve teknik ve antropoloji ilişkisini araştıran Leroi-Gourhan ekolü Stiegler’in ilgisini çeker. Leroi-Gourhan, insanı kendi kendine yeten ve özgür iradeye sahip bir varlık olarak ele alan Rousseau’nun transandantal-empirik ikiliğine sıkışmış felsefi antropolojisini eleştirir[11]. Rousseau, felsefi bir problem olarak antropoloji ve bilimsel bir disiplin olarak antropolojik teorinin birbirine eklemlendiği yerde durur.[12] Oysa Leroi-Gourhan’a göre, teknik ve insan eş zamanlıdır ve insan teknik yoluyla zihinsel içeriklerini dışsallaştırır.
1.André Leroi-Gourhan’ın Antropolojisi
André Leroi-Gourhan’ın, Le geste et la parole[13] kitabında gösterdiği paleoantropolojik bulgulara göre insan ne onu içgüdülerinden kurtaracak zekâsı ne de beyninin hacmiyle tanımlanabilir. Leroi-Gourhan fiziksel olguların beynin ürünü olduğunu iddia eden serebralismi eleştirerek işe başlar. Beyni tek yol gösterici argüman olarak almak, insanın biyolojik evrimini öncelikle zekâyla açıklama girişimidir. Böylece tarih öncesi atalarımızda bize benzeyen ama bizim yetilerimizden az olan bir şey aramaya girişiriz. Bu yaklaşım, geçmişi bugünden itibaren okuma yanlışlığıdır. Oysa primatta dil ve tekniğin birlikte gelişimi, iskeletin değişimi, ayakta durma ve aletleri kullanacak elin serbest kalmasıyla gerçekleşir. Dolayısıyla beynin gelişimi, primatta yüz ve ayak koordinasyonun yerini teknik ve dil koordinasyonun almasının sonucudur.
Şu hâlde, Leroi-Gourhan’ın teknik sorusu ve etnografi analizi evrim tarihinde, toplumsal biçimler olarak adlandırdığı yeni organizasyon biçimlerinin ortaya çıkışını konu alır. “İnsan grupları doğada canlı bir organizma gibi davranır”.[14] Canguilhem’in deyişiyle “Bir organizmanın çevresi ile ilişkisi, bizzat organizmanın içindeki parçaların organizmanın bütünüyle ilişkisi gibidir.”.[15] Organizma olarak toplum, yaşamını devam ettirmek amacıyla çevresinin bazı unsurlarını dönüştürmek ve göç etmeye adapte olmak için teknik araçlara ihtiyaç duyar. Teknik organizasyon, insan gruplarının kendi çevrelerinin gereksinimleri ve değişikliklerine göre evrilir. Söz konusu yaklaşım sayesinde tarih öncesi insana genel hiyerarşik anlatılarla yaklaşmak yerine, insan organizasyonun özgüllüğünü anlamak için yararlı bir yöntem geliştirebiliriz. Özel bir kültürel organizasyon olarak “toplum”, yaşamın yeniden üretim tekniklerinin bütünü olarak görülebilir.
Doğal organizmalar maddi unsurları değiştirmek için sabit araçlara sahipken, insanlar yeteneklerini zihinsel edimleriyle artırarak “yapay kılıflarla”[16] (enveloppe artificielle) teknik sistemler oluştururlar. İşte Leroi-Gourhan’a göre teknoloji bu yapay kılıfların analizidir. Stiegler insanın bu protezlerine matematikçi ve biyolog Alfred Lotka’dan hareketle bedenlerinin dışındaki teknik organlar, “eksosomatik (exosomatic)” organlar adını verir.[17] Lotka’ya göre insan türü biyolojik organlarına ek olarak yapay organlar üretirler. Hayvanlar biyolojik evrimin belirlediği, bedenlerine bağlı “endosomatik” (endosomatic) organlara sahipken, insanlar biyolojik durumları tarafından belirlenmeyen işlevsel “eksosomatik” organlarla bireyleşir. İnsan canlı ve yapay organlarını birleştirerek algısını, hareketini ve hatta bilgisini arttırır. Leroi-Gourhan’a göre insanın farklı edimleri sayesinde teknik bilgilerin iletimi ve yeni bilgilere adaptasyon mümkündür.
Stiegler, Leroi-Gourhan’ın antropolojisini Lotka’nın biyolojisi ile birlikte ele alır. Şu hâlde dışsallaşma öncelikle evrimsel bir biyolojik eğilimken, aletlerin kullanımından itibaren teknik bir eğilim hâline gelmektedir. Leroi-Gourhan tekniği beynin ürünü olarak gören argümanı tersine çevirerek insanın bedensel dönüşümünü izleyen teknik eğilimi (tendance technique) başa alır[18]. Bergson’un Yaratıcı Evrim[19] kitabında savunulan yaşamın madde üzerine eğilimi iddiasına benzer biçimde teknik eğilim, belli bir zamanda ve mekânda teknik olguları üretir. İnsanın nesilden nesile aktarılan geçmişi teknik bir eğilim olarak tezahür eder. Ne var ki bu eğilim her seferinde yeniden üretim gerektirdiği için eğilimin sürekliliği mutasyon geçirerek ilerler. Dolayısıyla teknik eğilim teknik olgu olmadığı için bir tür determinizm olarak görülemez. Eğilimin devamlılığı senkronik değil diyakroniktir. Şu hâlde evrim insan türünün değil tekniğin evrimidir. Neanderthal’den beri genetik evrim stabilize olmaya doğru giderken, teknolojik evrim patlayarak artar.
Bu bağlamda avcı-toplayıcı ya da tarım toplumları tanımlamaları yerine insanın teknolojik dönüşümünü incelemek daha önemlidir.[20] Arkeolojik verilere göre ilk defa alet kullanmaya başlayan insan türü Homo habilis’tir. Homo habilis’ten sonra gelen ve ateşi kullanan Homo erektus’un meşalelerle büyük hayvan sürülerini kovaladıkları sürek avı da tekniğin kolektif kullanımına örnek gösterilebilir. Böyle bir organizasyon insanın çevresiyle ilişkisini belirler. Ardından Homo sapiens ve Homo neanderthalensis’in ortaya çıkışı tekniğin rolünü arttırır. İnsan giderek doğadaki dengeleri değiştirecek ve adaptasyonunu kolaylaştıracak aletler yapar. Bu yaşamın evriminde bir kırılma yaratır. Örneğin, insan tarafından avına atılan bir ok insandan çok daha hızlıdır.[21] Böylece ok, o sırada doğadaki en hızlı av aracı hâline gelir.
Teknik insanın sadece bedensel bir eylemi değil aynı zamanda zihinsel faaliyetinin ürünüdür. Zaten aleti yapan el, onu tasarlayan zihinle birliktedir. Dolayısıyla alet yapmak zihinsel bir tasarım sürecinin dışsallaşması olarak görülebilir. İnsanın karşısında bulunan taşta ya da doğal nesnelerde aleti görmesi, bedene bir ek, bir protez dahil etme imkânı ortaya çıkarır. Söz konusu teknolojik hamle insanın diğer canlılardan ayrılmasının yolunu açmıştır. İnsan zihinsel yetilerini alet üretimiyle birleştirmesi yaşamın tarihinde bir kırılma yaratır. Gelgelelim insan bu kırılmanın mutlak öznesi değildir, aksine o teknikle birlikte insanlaşır. İnsanın kökensel kusurunu, doğadaki diğer canlılarla arasındaki mesafeyi kapatma çabası, zayıf olan adaptasyon yeteneğini aletlerle telafi etme biçimi insanlaşma sürecinde bir ayrım noktası olarak görülebilir.
Leroi-Gourhan’a göre alet yapımı süreci beyinde dönüşüme yol açmış, konuşma için gerekli olan vokal deneyimlerin beyindeki aktarımı gerçekleşmiştir. İnsan evriminde dil resimsel ve yazılı araçlarla toplumsal bir belleğin dayanağı hâline gelir. İnsan böylece belleğini teknik aletlerle kendisinin dışına koyabilme yeteneğiyle betimlenir. Bu teknik aletler insan belleğinin işlevini dönüştürür. Kaldı ki Maryanne Wolf’ın gösterdiği gibi beyin öğrendiklerimiz tarafından yeniden yapılandırılır, bu beynin organolojik işlevidir. Okuma yazma öğrenme sinaptik bağlantıları derinden etkiler. Okuryazar beyinler hâlihazırda dışsallaşmış yazıyı içselleştirir.[22]
- Kolektif Bireyleşme ve Teknik
Stiegler’e göre düşüncenin dil ile ifadesi, yani dışsallaştırma, kolektif anlam üretimini sağlar. Bu anlamın kavranması ve yorumlanması ile tekrar içselleştirilmesi teknik bireyleşme sürecinin parçasıdır. İnsan kendini toplumsal yaşamda kurar ama insan gerçekliği sadece zihinsel ve toplumsal değil aynı zamanda tekniktir.
Teknik dışsallaştırma sembolik düzlemin kurucusu olarak insanı insanlaştırır, dünyaya aidiyetini sağlar.[23] Teknik aletler dışsallaştırma eğilimin ilk basamağını oluşturur. Ardından üretim koşullarının dışsallaşması gelir. Son olarak ise teknik yeniliklerin yeniden üretiminin koşulları dışsallaşır. Dışsallaşma ve yeniden içselleştirme şunu gösterir: Her teknik alet bir ölçüde bellektir. Böylece teknik ve kolektif belleğin doğumu gerçekleşir. Bellek aklın işlevlerinin etkin hâle getirilmesinde önemli bir rol oynar çünkü o organize olmuş bilgidir. Bellek sadece bilgi toplayıp verileri depolamaz bunun yanında olgulara ve olaylara dair bilinçli farkındalık sağlar.
Stiegler’e göre insanın teknik protezlerle kurduğu birlikte kurulma ilişkisi nesiller arası “epifilogenetik bellek” üzerinden ele alınır.[24] İnsana özgü epifilogenetik bellek, zihinsel yaşamın teknik araçlarda dışsallaştırılmasıdır. Maddi uzantılarla kurulu bu ortam insanın genetik ve somatik belleği değil yazı, imaj gibi teknik dayanaklara kayıtlı nesiller arası epifilogenetik belleğini destekler. Bu bellek bizzat yaşamadığım bir geçmişi miras almamı sağlayan şeydir ve söz konusu miras, düşünme, anımsama ve öngörme yetilerimi etkiler. Bellek ve bilgi araçlarındaki her değişim, iletilen şeyi de dönüştürür. Dolayısıyla anlama yetisi teknik evrimlerle birlikte değişir. Bu demektir ki anlama yetisi sadece zihinsel bir alana indirgenerek anlaşılamaz, onun fiziksel ve organik çevreyle bağlantısının üzerine gidilmelidir. Stiegler, epifilogenetik bellek yorumuyla Heidegger’in tarihsellik analizlerinin oldukça özgün bir okumasını sunar. Dasein’ın zamanla ve dolayısıyla kendisiyle tüm ilişkisinin koşulu tekniktir.
Stiegler’in ifadesiyle “dışsallaştırma süreci, yani teknik evrim, bellek tekniklerinin ortaya çıkmasıyla beraber bir gramatizasyon tarihi olarak somutlaşır. Gramatizasyon süreci belleğin teknik tarihidir”.[25] Gramatizasyon ses ve işaret akışlarının “gram”lar hâlinde ayrışarak harfleşmesine ve söz konusu ayrışma sayesinde kurulan alfabe sistemine gönderir. Böylece düşünen varlıkların bilinç akışları, yani zamansal akışları dışsallaşır. Her ne kadar öncelikle yazı akla gelse de, mağara resimlerinde insanların zihinsel içeriklerinin dışsallaşması bir tür gramatizasyondur. İnsanlığın geçmişine dair en somut izler üst paleolitik döneminde görülen mağara resimleri ve kabartmalardır. Bu dönem alet endüstrisinde önemli değişikliklerin olduğu bir dönemdir. Söz konusu teknik aletler sayesinde üst paleolitik dönemdeki insanların bilinç içeriklerine erişme fırsatına sahip oluruz.
Sonuç olarak, gramatizasyon bir tür yeniden üretilebilirlik imkânı sunduğu için teknolojik ilerlemenin seyrini değiştirir. Stiegler’e göre yontulmuş sileks taşından başlayarak, tüm analojik ve dijital kayıt ve yeniden üretme mekanizmaları gramatizasyona dahildir. Gramatizasyon süreci deneyimin somut alanlarını olduğu gibi aklın (noetik) işleyişine dair süreçleri de dönüştürür. Dışsallaştırılmış bellek akıl yürütmenin, idealitenin düşünme biçimlerinin koşuludur.
[1] E. Husserl’in Lucien Lévy-Bruhl’e Mektubu, çev. Adem Beyaz, Sabah Ülkesi 73/2022.
[2] M. Foucault, Les mots et les choses. Une archéologie des sciences humaines, Paris, Gallimard, 1966, s. 356.
[3] Ayrıntılı bir analiz için bkz. E. Şan, “Fenomenoloji Kopernikçi devrimin devamı mıdır ?”, Kant’tan Sonra Kant, İstanbul, Alfa, yayına hazırlanıyor.
[4] B. Stiegler, La technique et le temps vol. I-II-III; suivi de Le nouveau conflit des facultés et des fonctions dans l’anthropocène, Paris, Fayard, 2018, s. 17.
[5] Platon, Phaidros, çev. Furkan Akderin, Say, 2017, s. 95.
[6] B. Gille, Histoire des techniques: Prolégomènes à une histoire des techniques, Paris, Gallimard, 1978, s. 19.
[7] E. Husserl, L’origine de la géometrie, fr. çev. ve önsöz J. Derrida, Paris, PUF, 1962, s. 207. Husserl’in 40 sayfalık metni 1936 yılına aittir ve Almancada ilk defa 1939 yılında yayınlanmıştır. Derrida 170 sayfalık bir giriş yazısı ile birlikte Husserl’in metnini Fransızcaya çevirmiştir.
[8] J. Derrida, Introduction, içinde Edmund Husserl, L’origine de la géometrie, fr. çev. ve önsöz J. Derrida, Paris, PUF, 1962, s. 4.
[9] E. Husserl, L’origine de la géometrie, s. 180.
[10] B. Stiegler, La technique et le temps vol. I-II-III, s. 110.
[11] B. Stiegler, La technique et le temps vol. I-II-III, s. 132.
[12] C. Lévi-Strauss, “Jean-Jacques Rousseau, fondateur des scinces de l’homme”, Anthropologie structurale, cilt 2, II, Paris, Plon, 1996, s. 44.
[13] A. Leroi-Gourhan, Le geste et la parole, vol 1 Technique et langage, Albin Michel, Paris, 1964.
[14] A. Leroi-Gourhan, Evolution et technique vol 2, Albin Michel, Paris 1945, s. 352.
[15] G. Canguilhem, La Connaissance de la vie, Paris, Vrin, 1992, s. 144.
[16] A. Leroi-Gourhan, Evolution et technique vol 2, Albin Michel, Paris 1945, s. 352.
[17] A. Lotka, “The Law of Evolution as a Maximal Principe”, Human biology, n 17, 1945, s. 167.
[18] B. Stiegler, La technique et le temps vol. I-II-III, s. 68.
[19] H. Bergson, L’Evolution Créatrice, Paris, PUF, 1907.
[20] A. Leroi-Gourhan, Evolution et technique vol 1, Albin Michel, Paris 1943, s. 41.
[21] Günümüzde insanı taşıyan otomobilin ve uçağın yer değiştirme hızının insanın doğal hareketinden hızlı olması ve enformasyonu taşıyan fiber optik kablolar sayesinde insan iletişiminin, insanın sinir sisteminden bile daha hızlı bir aktarıma erişmesinden de bahsedilebilir.
[22] M. Wolf, Proust ve Mürekkepbalığı: Okuyan Beynin Bilimi ve Hikayesi, Koç Üniversitesi Yayınları, 2017, s. 15.
[23] B. Stiegler, De la misère symbolique: Tome 1. L’époque hyperindustrielle. Paris, Galilée, 2004, s. 12.
[24] Epifilogenez, Stiegler tarafından “filogenez” ve “epigenez” terimlerinden türetilen bir neolojizmdir. Filogenez, biyolojik türün (veya organizmalar grubunun) evrimsel gelişimidir. Epigenez ise, bireysel gelişimin genetik olmayan (DNA’da “kayıtlı” olmayan) tüm faktörlerini belirtir. Epifilogenetik bellek, biyolojik evrimsel bellek ile canlının kendi tecrübeleriyle elde ettiği epigenetik bellek arasında bağlantı kurar ve teknik bilgilerin nesilden nesile aktarılmasını sağlar. Dolayısıyla insanlaşma, yaşamı yaşamdan başka yollarla sürdüren teknik bir dışsallaştırmadır.
[25] B. Stiegler, Politik Ekonominin Yeni Bir Eleştirisi İçin, çev. E. Koytak, İstanbul, Monokl, 2012, s. 45.