SAVAŞ VE BARIŞ YA DA PİERRE’İN YOLU
Selman Bayer
Edebiyatın binlerce yıllık geleneğinde hep bir iftihar tablosu olmuştur. Farklı dönemlerde, farklı coğrafyalarda ön plana çıkan, özellikle işaret edilen ve takdir edilen birçok edebî eser tarihe geçmiştir. Modern dönemle beraber Dünya Edebiyatı kavramı çerçevesinde birçok değerli liste oluşturulmuş ve zaman içerisinde güncellenmiştir. Bu listelerde muhtelif ayrışmalar olsa da genelde müşterek eserlerin sayısı daha fazladır. Bu da dünya genelinde oturmuş, müşterek bir edebi zevkin yerleşik olduğunu gösterir. Diğer bir husus da tarih boyunca üretilmiş nitelikli edebî eserler arasında büyük ağırlığı romanın alıyor olması. Don Kişot’tan Goriot Baba’ya, Sefiller’den Karamazof Kardeşler’e geçmeyen bir liste bulamayız elbette. Bütün bu eserler, yazarının kalem gücü yanında zamanın ruhunu yansıtma becerisinden, karakterlerdeki derinliği gözler önüne serebilme maharetine kadar birçok yönüyle büyük eserlerdir. Fakat bunlar arasında bir tanesi var ki birtakım hususiyetleriyle diğerlerinden ayrı bir yere koyulmayı hak eder: Savaş ve Barış.
Lev Nikolayeviç Tolstoy’un 20 yılda yazdığı Savaş ve Barış basıldığı günden itibaren büyük ses getirmiştir. Hakkında yüzlerce makale, kitap yazılmış, doğrudan ya da kısmi olarak film ve dizilere uyarlanmış büyük bir klasiktir. Muhtemelen daha uzun yıllar boyunca da böylesi geniş bir ilgiye mazhar olacaktır.
Savaş ve Barış yalnızca olay ve karakter zenginliğiyle değil yazarının tercih ettiği usul ve tarzla da ayrıca değerlendirilmeyi hak eden bir romandır. Birçok eleştirmenin olduğu kadar Tolstoy’un da dediği gibi bu kitap İlyada gibi büyük eserlerle hem ruh hem cisim anlamında akrabalığı olan bir eserdir. Roman geleneği anlamında da Batı’nın klasik roman kalıplarını kırıp daha özgür daha çağlar üstü bir seviyeden konuşan bir romandır.
Rus edebiyatının dünya romanına armağan ettiği Savaş ve Barış 1805 yılında Petersburg’da asillerin katıldığı bir ziyafetle başlar. Çar I. Alexandr henüz tahta geçmiş ve bütün Rusya’yı yeni çarın heyecanı sarmıştır. Tolstoy bu ziyafeti bir dekor olarak kullanıp Fransız hayranlığıyla meşbu Rus aristokrasinin Fransa’nın Rusya’ya açacağı savaşın arifesindeki hâli pür melalini anlatarak başlar. Görkemli bir ziyafet sahnesiyle tezat arz eden bu tabloda büyük bir dehanın incelikli zekâsına şahit oluruz. Fırtına öncesi sessizlik Savaş ve Barış’ta savaş öncesi ziyafet, endişe öncesi gamsızlık olarak arzı endam eder. Savaş bütün bir romanın ana izleğidir. Bu bağlamda, romanda yüzlerce karakterle temsil edilen Rusya’nın savaştan önce, savaşla birlikte ve savaş sonrasındaki üç hâlini izleriz aslında. O yüzden ziyafet önemlidir. Ziyafet burada zehirli elmanın sahneye girmek üzere olduğu bir cennet tasvirini andırır. Ziyafet ve daha sonraki süreçte tek tek anlatılan ve daha evvel başka hiçbir romanda şahit olmadığımız kadar zengin karakter kadrosunun savaşla birlikte dönüşümünü izlerken asıl dönüşümü temsil eden karakterin fluluğuyla kafamız karışır.
Tolstoy bu romanı yazmayı düşünürken birçok aşamadan geçmiş birçok farklı fikirle mücadele etmiştir. Yazımı yıllar süren büyük bir romanın öncesinde yaşanması mukadder olan bu dönüşümü de eklersek Savaş ve Barış yazarından, karakterlerine, yayınlandığı zamanlardan, hedef kitlesine kadar hiçbir kesimi ihmal etmeyen büyük bir dönüşümün eseridir diyebiliriz. Fakat bütün bu dönüşümün romandaki müstakil temsilcisi Pierre Bezuhov olarak görünmektedir. Baş karakter konusunda farklı değerlendirmeler olsa da bu satırların yazarının kanaati bu yöndedir. Fakat Pierre’in hikâyesine geçmeden önce romanla ilgili biraz daha izahat yapmam gerekiyor.
Tolstoy, başlarda, Savaş ve Barış romanı henüz bir fikir olarak dahi ortada yokken hayran olduğu ve kendisini yakın hissettiği Dekabristler’in hikâyesini anlatmak ister aslında. Onların Sibirya sürgününden 1856 yılına dek yaşadığı serüveni tafsilatıyla hikâye eden bir roman yazmaya heves eder. Fakat hevesin başarıya götürdüğü yollar çeşitli ve meşakkatlidir. Sürprizlerle doludur. Tolstoy ilk girişiminde başarılı olamaz. Bu başarısızlığın onu dünya çapında bir başarıya ulaştıracak bir düğüm olduğundan habersiz kısa süreli bir hayal kırıklığı yaşar. Fakat çabuk toparlanır ve hevesi başka bir kisveyle arzı endam eder. Bu büyük yazar bu ilk hayal kırıklığının akabinde, aslında herkesin yaptığı gibi, geçmişe yani tarihe yönelir. Fakat Tolstoy’un diğerlerinden farkı onu makus bir talihe teslim etmeyecek sürprizli dehasıdır. Bu deha sayesinde geçmişin nostaljik terapi odalarından tarihin gerçekle yüzleştiren seanslarına maruz kalır. 1812 yılında gerçekleşen ve Rusya’nın en kanlı savaşı olarak bilinen Vatanseverlik Savaşı üzerine okumaya başlar. Savaş ve Barış’ın ilk eskizleri burada belirmeye başlar ama Tolstoy’u tatmin etmez. Savaşı bütün safahatıyla, güvenilir kaynaklardan öğrenme arzusu yazma hevesinin önüne geçer. Öyle ki bu büyük savaşın geçtiği yerleri dolaşmaktan savaşa bizzat katılanların hatırasını dinlemeye kadar vardırır işi. Bütün bu araştırma süreci fazlasıyla meşakkatli geçmiştir ama Tolstoy’un zihnindeki hikâyeyi de netleştirmiştir. Deha çoğu zaman ham bir lütuftur, bunun nadir bir mücevhere dönüşmesi için gayret gerekir. Tolstoy bu gayreti bütün ciddiyetiyle göstermiş ve emeline kavuşmuştur.
Bu büyük romancı yaptığı bütün araştırmalar neticesinde artık emindir. Rusya’nın tarihini dönüştürecek kadar kudretli ve etkili bu savaşı merkeze almaya karar verir. Fakat bu savaşı anlatırken bir vakanüvis titizliğinden ziyade dahi romancı kimliğiyle arzı endam eder. Savaşın paralelinde bir dönüşüm yaşaması için Rusya’nın dört büyük ailesini de romana yerleştirir. Artık Savaş ve Barış’ın hatları belirginleşmeye başlamıştır. Napolyon Fransa’sını ve bütün Avrupa’nın yenilmez kabul ettiği Fransız ordusunu kârlı bir mağlubiyetin akabinde aylar süren bilgece bir geri çekilme sonrasında yerle yeksan eden Rusya’yı merkeze koyan Tolstoy meraklı okuru büyüleyecek yolu da bulmuştur. Her ayrıntısını kusursuz bir şekilde aktardığı bu dört büyük aileyi de savaşın çeperlerine yerleştirir. Pierre Bezuhov, Andrey Bolkonski, Nataşa, Kutuzov, Karataev gibi karakterleri de ustalıkla çizerek eskizini tamamlar ve bir şaheseri ortaya çıkarmış olur.
Tolstoy’un insanüstü bir gayret ve hayran olunası titizlikle yarattığı bu tablonun ince dokunuşlarını da balo salonlarından, savaş sahnelerine, içsel konuşmalardan, hayranlık uyandıran tirat ve diyaloglara, romanın düğümünü daha güçlendiren entrika ve ihanetlerden, masumiyet arayışına kadar birçok unsuru katarak gerçekleştirir.
Okur Savaş ve Barış’ı okurken insanüstü bir zaviyeden bütün safhalarıyla dönemin Rusya’sını canlı olarak izlemeye başlar. Aşk hikayelerinden, savaş taktiklerine, Rusya tarihinin ayrıntılarından, kültürel adetlere, gündelik hayatın sıradan ayrıntılarından Rus ruhunun incelikli fotoğraflarına kadar birçok hakikate tekmili birden şahit olur.
Öyle ki insan bu büyük tabloda; her ayrıntısıyla muhteşem ve ilahi panoramada yüzlerce karakterden hangisinin peşinden gideceğini, yüzlerce ayrıntıdan hangisini takip edeceğini bilemez. Belki de bugüne kadar romanın başkarakteri kim sorusunun net bir yanıtının verilememesi de böylesi kudretli bir tablonun karşısında yaşanan acziyetten dolayıdır. Tolstoy bir roman yazmamıştır da mucizevi bir maharetle kolumuza girip bizi günlerce, haftalarca sürecek ve her aşamasında hayran kaldığımız ve şaşkınlığımızı gizleyemediğimiz bir seyahate çıkarmış gibidir.
Yine de bu görkemli panoramada kaybolmamak için mühim noktalar, ipuçları ve notlar koymayı ihmal etmemiştir Tolstoy. Savaş ve Barış’ın anasır-ı erbaası sayılabilecek dört büyük aile bunlardan biridir. Bu aileleri temsilen çok daha önemli rolleri ve kastı üstlenen Prens Bolkonski, Prens Kuragin, Kont Bezuhov, Kont Rostov’u tanıyınca işimiz daha da kolaylaşır. Sadece romanın hikâyesini değil bütün bir dönem Rusya’sının her türlü ayrıntısını da bu isimleri ve aileleri takip ederek öğrenir, içselleştiririz. Fakat asıl aydınlanmayı ya da hikâyeyi diyelim, Pierre Bezuhov’la yaşarız.
Yazımızın başlığında vurguladığımız ya da iddia ettiğimiz hususun izahına girişebiliriz artık. Bu büyük roman bütün zenginliği ve kudretiyle bize Pierre’in yaşadığı aydınlanma, dönüşüm ya da bizim ifade etmeyi sevdiğimiz şekliyle seyrisüluku anlatmak içindir. Tolstoy, Pierre’in şahsında kendi biyografisinde de şahit olduğumuz dönüşümü ve o dönüşümün akabinde ulaştığı kemali işaret etmek istiyordur aslında. Bunu ahlakçı bir zaviyeden yapmaz. Hamervah bir gösteriş budalalığıyla kendisindeki zenginliği gösteren bir softanın tavrı yoktur burada. Bilakis, mümkün olduğunca kalender ama fazlasıyla titiz bir bilge cömertliğiyle bulunur romanda. Yaşadığı tecrübeyi insanlık adına aktarma heyecanı, paylaşma isteğidir sadece.
Rusya’nın en kanlı savaşını anlatırken de dönemin en meşhur, güçlü, zengin ve renkli isimlerini bütün ayrıntılarıyla resmederken de aklında tek bir şey vardır Tolstoy’un: İnsanın kendisiyle olan bitimsiz savaşı. Tolstoy, Soren Kierkegaard okumuş mudur, onun “İnsanın dünyaya karşı savaşması bir tesellidir, ama kendisine karşı savaşması sonu gelmez bir işkencedir,” ifadesinden haberdar mıdır bilemeyiz, lakin o büyük filozofun işaret ettiği hakikati kendi zaviyesinden bihakkın gördüğünü ve hatta tecrübe ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Onun böylesi tafsilatlı, sayfalarca süren büyük bir savaş manzarası çizmesinin ardındaki hikmet de buralardan besleniyor olsa gerek. Kitabına bu ismi vermesinde bile aynı hakikat söz konusudur. Yeri gelmişken kitabın ismiyle ilgili birçok tartışma ve spekülasyon yapılageldiğini söylemiş olalım. Dünyanın bir oluş ve bozuluş âlemi olduğunu; savaşın, kaosun, düzensizliğin huzurdan, barıştan çok daha sık yaşandığını kastetmek istediğine dek uzanan imalar vardır bu tartışmalarda. Tolstoy’un hangi maksatla bu ismi koyduğunu ya da Rusça orijinalindeki mananın çevirilerde etkisini kaybedip kaybetmediği tartışmalarını bir tarafa koyarsak aslında bu tartışmaların da aynı hikmetin etrafında döndüğünü görürüz.
Savaş ve barış, kaos ve düzen, hüzün ve sevinç, endişe ve umut ya da bizim geleneğimizdeki ifadesiyle havf ve reca arasında gidip gelen bir insanlığın büyük bir maharetle hülasa edilmiş hâline rastlarız hem isimde hem kitapta. Burada konu edinilen çaba gayet insani, ilahi ve derinlikli bir mücadeledir aslında. Çar I. Alexandr ya da Kutuzov ile Napolyon arasındaki savaşın, Pierre’in kendisini tahkir eden ya da reddetmeye yeltenen aristokrasiyle arasındaki gerilimin, Andrey’in benliğinin derinliklerinde yaşadığı ikilemlerin ve hatta Nataşa’nın o hercai endişe ve heveslerinin hepsinin üzerinde mukaddes bir gök kubbe gibi asılı duran bu hakikate şahit oluruz. Bu hakikat bereketli bir endişenin, yani insan olma mücadelesinin, farklı kalıplarda tezahür eden özünden başka bir şey değildir. Kendisini hiç unutturmayan varlığı bize Kierkegaard’ın, Tolstoy’un ya da onlardan yüzlerce yıl evvel İslam Peygamberinin bir savaş sonrası Medine’ye dönerken ashabına söylediği “Küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz,” diyerek çağları aşan üslubuyla zihnimize ve kalbimize nakş ettiği o hakikati gösterir: İnsanın kendine karşı giriştiği o sonu gelmez savaş.
Savaş ve Barış romanının bazı tembel ya da diğerkam okurlarca sürekli vurgulanan hacim büyüklüğünün, okuma zorluğunun arkasında da bu gerçek vardır aslında. Tolstoy her zamanki bilgeliğiyle insanın sek olarak yudumladığında başını döndürecek hakikati seyreltmiş ve onu hikâyenin yatıştırıcı aromasıyla kıvamına kavuşturmuştur. Onca gereksiz gibi görünen ayrıntıyı, yüzlerce karakterin titizlikle sergilendiği sayfaları, aristokratik salonların, konakların tefrişinden, tasarımına varan tasvirleri, uzun ve yer yer parodik diyalogları, bitmek bilmez aristokrat âdetlerini ya da hayranlık uyandırıcı savaş tasvirlerini sayfalarca sergilerken aslında muhakkak kabullenmemiz gereken ama bir yandan da bütün bir hayatımız boyunca reddettiğimiz o hakikatin şiddetini yumuşatmak ister gibidir.
Pierre’in Hikayesi
Gerçek bir hikâyeden uyarlanan Into the Wild filminin baş karakteri olan Alexander Supertramp bir arkadaşına Tolstoy’un Savaş ve Barış kitabını hediye ederken kitaba bir de not düşer: Pierre’i izle. Christopher McCandless’ın hayatından uyarlanan bu filmdeki gerçeklerden biri de budur, gerçekten de McCandless sevdiği bir arkadaşına aynı notla kitabın değerli bir baskısını hediye eder. Karakterinin isminin romanda henüz tahta geçmiş Çar I. Alexander’la aynı olması da hoş bir tesadüftür aslında. Yani asıl karakter, dönüşümün gerçekleştiricisi Alexander değil de Pierre’in kendisidir demek ister gibidir. Latife bir yana, burada da serdedilen hakikatin tarafındadır Tolstoy. İnsanların çoğunun düşündüğünün aksine, Çar tarihin kölesine dönüşürken Pierre’in bütünüyle özgür bir birey olarak romanda arzı endam etmesi bunu gösterir.
Pierre Bezuhov, asıl ismiyle Kont Pyotr “Pierre” Kirillovich Bezukhov, hakkında makaleler, kitaplar yazılan, her yönden analizinin yapılmaya çalışıldığı epey dikkat çekici bir roman karakteridir. Rus İmparatorluğu’nun en varlıklı aristokratlarından biri olan Kont Kirill Vladimirovich Bezukov’un gayri meşru oğlu ve yasal mirasçısıdır. Romanda bütün o aristokrasinin incelikli görüntüsünün dışında iri yapılı, hantal olduğu kadar samimi ve asosyal bir şahsiyet olarak arzı endam eder. Eğitimini Fransa’da almıştır. Doğaldır. Samimidir. Heyecanlıdır. Hislerini ve duygularını fazlasıyla önemseyen epey zeki bir adamdır. Yüzeysel bir nezaketten ziyade derinlikli bir yabaniliğin tarafındadır. Hâliyle, salon adabından başka bir ahlak tanımayan, yüzeysel bir kültürün ve iki yüzlü bir adabımuaşeretin hakimiyetindeki bir sosyete tarafından şüpheli bulunacaktır. Kuru ve güdük bir Fransız hayranlığının hâkim olduğu bir ortamda Fransa’yı bütünüyle teneffüs etmiş epey eğitimli biri olarak dışlanacaktır. Üstüne aristokrasinin kurumsal nezaketine hiçbir şekilde teslim olmayan samimiyeti ve gayrimeşruluğu ile Rus aristokrasisi tarafından tekinsiz olarak yaftalanması da kaçınılmaz olacaktır. Neyse ki bu dışlama pek uzun sürmez. Yüzeysellik ne kadar köklü ve gösterişli olursa olsun nihayetinde soylu bir iltimas ya da pahalı bir takdimle her şeyi unutmaya hazırdır. Pierre de bu kronik hafıza kaybının nimetlerinden istifade eder. Babası Kont Vladimirovich Bezukhov’un ölümüyle birlikte tek mirasçısı olarak epey zengin bir kont olarak salonlarda aranan bir asilzadeye dönüşür. Asaleti onaylanmış ve Petersburg salonlarına akreditasyonu tamamlanmıştır. Bu akreditasyonla birlikte Prens Vasily Kuragin devreye girer ve Pierre’i güzelliği ve zarafetiyle yüzeysel Rus aristokrasisi tarafından epey kültürlü addedilen kızı Helen’le evlendirmeye karar verir. Pierre’in tecrübesizliği ve samimiyetinden istifade edip kısa sürede emeline kavuşur. Pierre aslında pek istemese de Helen’e dair heyecanına ve saf hayallerine yenik düşüp evlenmek zorunda kaldığı Helen içinse her şey nettir: nihayetinde Rusya’nın en zengin gençlerinden biriyle evlenmiştir.
Bütün bu samimiyetsiz ortamda Pierre’in tutunduğu tek dal yakın dostu Prens Andrey Nikolayevich Bolkonski’dir. Bu dostluk iki tavrın birleşmesini temsil eder. Pierre Dionysos, Andrey ise Apollon’dur. Piyer saf zekâ ve coşku Andrey pür temkin ve akıldır.
Bütün coşkusu ve heyecanıyla Pierre birçok badire atlatır. Kendisini çağıran maceraya hiçbir zaman kayıtsız kalmaz. Petersburg aristokrasinin uçarı gençleriyle Petersburg’dan kovulmaya varacak çılgınlıklar yapar. Karısının sevgilisini düelloya davet edip vurur. Aristokrasiye karşı görüşlerini çekinmeden açıklar. Topraklarındaki bütün köleleri özgürleştirmek ister. Bir gün Napolyon’u tanrılaştırır, başka bir gün onun suikastçısı olmaya karar verir. Bir ara savaşın her şeyi dönüştürebilecek kudrette olduğunu hararetle savunur, başka bir zaman savaş da dahil hiçbir şeyin köklü bir değişikliğe güç yetiremeyeceğine yine eskisi gibi arabacıya bağırıp çağıracağına, yine eskisi gibi homurdanacağına inanır. Bir gün büyük bir heyecanla Masonlara katılır. Başka bir gün herkesten her şeyden kaçmak ister. Meşhur Borodino savaşından kaçar mesela, sonra bir alay askerin ihtiyacını giderir. Moskova’nın işgaline şahit olur, kaçmaz. Fransızlara esir düşer. Roman boyunca aslında gerçek bir huzurun peşinde olan bir arayışın heyecanıyla renkten renge, kalıptan kalıba girer ama hiçbirinde de tatmin olamaz.
Bütün bunları yaşarken bir taraftan sosyetenin tenha ve loş koridorlarında dedikodu malzemesi olurken diğer taraftan reddedilemez çekiciliği ve gerçekliğiyle kayıtsız kalınamayacak bir cazibeye sahip olur. Samimiyeti ve dobralığıyla sürekli bir hesap doğrultusunda hareketlerini kontrol etmek zorunda kalan yüzeysel aristokrasiye yaşam kaynağı olur. Fakat roman boyunca dört bir koldan kendi müstakil yolunda devam eden birçok hikâyenin arasında Pierre hep merkezdedir. Doğruları, yanlışları, aşırılıkları ya da erdemleriyle hep kendi hayatını yaşar. Kendisine dönük bir karakterin, içindeki boşluğu, bu boşluğun dayattığı arayışı, bu arayışın yoruculuğunda beliren boş vermişliği ve böylesi bereketli bir boş vermişliğin gölgesinde büyüyen savrulmayı bütün safahatıyla tecrübe eder. Bu tecrübede Bozkırkurdu’ndan Buda’ya, Christopher McCandless’tan Assisili Francesco’ya, İbrahim Ethem’den Hazreti İbrahim’e uzanan bir insan tipinin, bir kemal yolculuğunun, bir seyrisülukun izlerini takip eder. Bütün aklı, heyecanı ve hatta servetiyle hiç kimseye ve hiçbir şeye önyargı beslemeden bütün samimiyetiyle hayatının anlamını arar. Bu arayıştaki tavrı, savrulmaları bazı eleştirmenlerin vurguladığı gibi temel bir paradigmadan, ahlaki bir çerçeveden ya da yönlendirici bir mantıktan yoksun değildir aslında. O nezaketin örttüğü inceliği, riyanın zehirlediği iyiliği, ahlakçılığın boğmaya çalıştığı ahlakı, zekânın sürgüne yolladığı aklı arzulamaktadır. O, gerçek insanın, bütün bu görünenin, görünmek için can atanın ve görünmekten başka bir şeyi vaz etmeyenin ötesine sürgün olduğunu içten içe bilir. Her arayışında, heyecanında, işte budur deyip bütün varlığıyla takdir ve takdim ettiği hâllerinde hep aynı hâletiruhiyeyle arzı endam eder. Fakat aynı samimiyetle de o hâli terk eder. Ta ki özgürlüğünden olana kadar.
Mahkûm olduğu sürede hayatının bilgesi sayılabilecek Platon Karataev ile arkadaş olduğunda Pierre için maceranın sonu yaklaşıyor demektir. Aylarca kaldığı hapiste Karataev’in kirli ve köylü görüntüsünün arkasındaki muhteşem bilgelik Pierre’in bütün hayatının, yaşadıklarının bir anlamı olduğunu ve bunun bir sadeleştirmeye ve değerlendirmeye ihtiyacı olduğunu anlatır durur. Fransa’dan Petersburg’a, oradan Moskova’ya uzanan bu macera dolu hayatın hiç beklenmedik bir yerinde defineye malik viraneler olduğunu öğrenir ve aydınlanır. Onu yukarıda ismini zikrettiğimiz birçok farklı tarihî şahsiyetten ayıran bir tercihte bulunarak kendi hayatının efendisi olduğunu da dosta düşmana ispat eder. Yaşadığı seyrisülukun nihayetinde, dağ başında bir münzevi, müzmin bir terk edici olarak değil bizzat hayatın içerisinde ve o hayatın nimetleriyle barışmış bir hâlde evli ve çocuklu bir adam olarak devam eder hayatına. Artık hep sevdiği Natasha’sına kavuşmuş ve çocuklarıyla birlikte yaşayacağı huzurlu bir hayata adım atmıştır.
Pierre’nin bu heyecan dolu ve rengarenk hikâyesi her okuru ister istemez en az Pierre kadar renkli ve gerçek bir hayat yaşamış olan Tolstoy’a götürür. Pek çok eleştirmen Pierre’in aslında bizzat Tolstoy’un kendisi olduğunda ısrar eder. Gerçekten de inanılmaz bir benzerlik ve örtüşme vardır her ikisi arasında. Fakat bütün bu benzerliğe rağmen Pierre Bezuhov Tolstoy’dan çok tarihteki birçok gerçek ve efsanevi karakterle birlikte anılmayı hak etmektedir. Burada Pierre Bezuhov’un karakteri kadar, Tolstoy’un mahviyetkârlığını da zikretmemiz gerekir. Başta da söylediğimiz gibi Tolstoy bu romanı yazarken bir ahlakçı ya da maneviyatçıdan ziyade cömert bir anlatıcı olarak arzı endam etmiş, iyinin ve kötünün ötesinde bir yerde konuşlanarak, hikâyenin bütün karakterlerine ve anlarına hakkını teslim etmekten geri durmamıştır. Örneğin kendisine çok benzetilen Pierre’i anlatırken kayırmamış onu diğer karakterlerin önüne çıkarmaya çalışmamıştır. Böylesi bir yolda olan insanın kendisine koyması gereken mesafeyi işaret eder gibi o da Pierre’le arasına reddedilemez bir mesafe koyup anlatmıştır hikâyesini. O yüzden Tolstoy’un romanında Pierre’i okurken Tolstoy’dan ziyade dünya var olalı beri yaşayan bir insan tipinin hikâyesini okuduğumuzdan emin oluruz. İnsanın bu dünyadaki hikâyesini anlamlandırmaya ve mutlak bir anlam arayışının kutlu yolcusu olduğunu anlatmaya çalışan arketip bir karakterin hikâyesidir bu. Kendisini çağıran maceraya bile isteye kapıldıktan sonra ulaştığı kemalle onu bir başkasının hikâyesiymiş gibi anlatabilecek olgunlukta zamanın ve mekânın ötesine geçmiş bir şahsiyetin hikayesidir.
Pierre’in sürekli değişen fikirleri ve tavırlarıyla birçok okuru rahatsız ettiği hatta kendisinden uzaklaştırdığı sıklıkla söylenegelir. Aslında bu normaldir. Bu çapta bir seyrisülukun ya da serüvenin yoğunluklu bir şekilde böylesine gözler önünde yaşanıyor olmasındandır. Hakikatin hep bir perde ardından kendisini nispeten ve muvakkat bir şekilde açmasının hikmeti daha da açığa çıkar. İnsan gerçeğe bütünüyle tahammül edemez onu hayatın birtakım sevdiği bölümleri, unsurları, âdetleri ya da anlarıyla birlikte alabilir ancak. Pierre’in ya da Pierre’in şahsında Tolstoy’un aradığı hakikat ise ancak kıvamında ve belirli bir karışımla insana şifa olan bir eczadır.
Her ne kadar çoğunlukla Pierre Bezuhov olduğu söylense de romandaki baş karakterin kim olduğuna dair bir tereddüt hep olmuştur. Bir şekilde hâlâ dillendirilen bu tereddüt Tolstoy’un karakteriyle arasına koyduğu mesafenin güçlü bir delili olarak okunmalıdır. Bu belirsizlik bize hayatın nasıl bir görünümü olduğunu da gösterir aslında. Her birimiz insan teki olarak, ne kadar reddedersek edelim, dünyanın bizim etrafımızda döndüğüne inanırız. Hayat bizimle başlar, bizimle biter. Etrafımızdaki insanlar bizim başrolünde olduğumuz bir hikâyenin figüranları ya da ikincil üçüncül kahramanlarıdır. Tolstoy Pierre’i böylesine görkemli ve ayrıntılı bir tablonun içine yerleştirirken de bilgece bir perspektiften bakmıştır. Her ne kadar Pierre Bezuhov’u merkeze koysa da onu dünyanın ayrıntısı arasında mümkün olduğunca küçültmüş ve önemsiz gibi göstermeye çalışmıştır. Birey olmak, kemale ulaşmak bütün bu görkemli tablonun içerisindeyken bütün o ayrıntılarla boğulmuş ve kaybolmaya yüz tuttuğun bir serüvenin ortasında kendi biricikliğine tutunarak gerçek bir merkeze ulaşabilmek demektir. İnsan tablonun içinde görünür ama tablonun öncesinde ve sonrasında da devam eden bir hakikatin parçasıdır. Tolstoy bu hakikati göz ardı etmeden anlatmaya çalışır hikâyesini. Aynı şekilde bu hakikati göze sokmamaya da özen göstererek.