FENA İLE BEKA ARASINDA MEKÂN
Hasan Sevil*
Sufiler bütün mahlukatı olduğu gibi mekânı da Yaratıcıya nispetle anlamaya çalışırlar. Sufilerin zaviyesinden bakıldığında, eşyanın, yani kâffe-i mahlukatın tamamının geçici olduğunu kabul etmek icap eder. Kur’ân-ı Kerîm’de de beyan edildiği üzere, mahlukat fânidir ve sadece O’nun veçhi baki kalacaktır.[1] Yaratılmışların üzerinde bu anlamda bir fena ve geçicilik mührü vardır.
Ezelî ve ebedî olan yalnızca Yaratıcıdır. Yani yalnızca Tanrı, başlangıçsız ve sonsuzdur. Başlangıç ve son denilen şey vakitle, zamanla mukayyettir. Zamanı da var eden O’dur. Zamanı var edenin kendisi ise zamansızdır. Yaratıcı, yarattığı şeyin içinde olmaz. Bir şeyin içi dediğinizde zamanla mukayyet, sınırlı, izafi bir mekândan bahsediyorsunuzdur. İçi olan bir şeyin dışının da olması gerekir. Bu da boyutları gerektirir. Oysa Yaratıcı için böylesi bir sınır, tahdit söz konusu olamaz. Başlangıçsız ve sonsuz yegâne Varlık’ın dışındaki her şey O’nun var ettiği mahlukattan ibarettir. Onun var ettiklerinin tamamı ise geçicidir. Şeylere bu geçicilik bağlamında yaklaşan sufiler, hayatlarını ve davranışlarını da bu hikmet üzerine tanzim etmişlerdir.
Tasavvuf ehlinin anlayışına göre geçici olanı, yani başlangıç (mebde) ve son (meâd) arasında herhangi bir periyotta varlığa bürünüp vakti geldiğinde yokluğa karışan bir şeyi sınırsız ve yalnızca ona matuf bir hissiyatla sevmek, gönül bağlamak söz konusu olamaz. Bizim algımızın içinde veya algımızın ötesinde olan bir bilgi olarak idrak ettiğimiz evren, âlemler gibi mekânlar da yaratılmış olması itibariyle Allah’tan gayrıdır. İnsanın kendisi, yani sufinin kalbi sadece Yaratıcının sevgisiyle dolması ve burada fenayı görmesi icap ettiğinden dolayı bunlara hakiki manada gönül bağlamaz. Bu mekânlardan ilgilendiği, sevdiği olur ama bunlar hakiki sevgiye nispetle geçici sevgilerdir ve O’nunla ilgili olduğu ölçüde bu sevgi anlam ve derinlik kazanır. Hâliyle mekânlar da sufiler için bu anlamda bir değer kazanır ya da kaybeder.
Tam da bu noktada, tasavvuf ile panteizm arasındaki benzerlik bağlamında sıklıkla düşülen yanlıştan emin olunur. Sufilerin âleme dair telakkisi bir önceki paragrafta serdedilen izah bağlamında panteizmden ayrılmaktadır. Başlangıçsız ve sonsuz olan bir şey, yarattığı bir şeyin tamamının veya bir kısmının “içinde” olamayacağı için onunla bir, özdeş ya da eşdeğer sayılamaz. İç ve dış bir mekân belirtir, ama Yaratıcı mekânsızdır. O mekânda tecelli eder elbette, fakat zatıyla tezahür etmez. Çünkü zatıyla tezahür etme ile sıfatlarıyla tecelli etme birbirlerine benzer olsa da çok farklı anlamları ihtiva ederler. Tabiri caizse tezahür bu bakımdan ifşa, tecelli ise imadır. İlki büsbütün somut bir şekilde göze görünmek, ikincisi kalbe belirmektir. Yaratıcının sıfatlarıyla tecelli etmesi durumunda kendisine bir mekân ittihaz edilemez. Zatı ile tezahürde ise dünyanın kuralları çerçevesinde bir boyuta, sınıra mahkûm olmak söz konusudur. Ancak Allah bütün sınırlardan münezzehtir. Bu anlamda mekân da aynı şekilde değer kazanır. Her nereye nazar kılınırsa Cenab-ı Hakk’ı göreceğimizi söyleyen sufiler bunun bir tecelli olduğunu söylerler. Çünkü mekân geçicidir ve Yaratıcının geçici olanın içinde telakki edilmesi Cenab-ı Hakk’a da geçicilik atfetmek olacaktır.
İnsanoğlunun bir başlangıcı olsa da sonu yoktur, çünkü insan ebedîdir. Buradan sonraki hayat sonsuz bir hayattır. Yaratılmış olmamız itibariyle bir başlangıcımız vardır. İnsanın başlangıcının olması ve sonunun olmaması onu Yaratıcıdan farklı kılmıştır. Sınırları olan bir varlık olduğundan dolayı, elbette, insanoğlu Cenab-ı Hakk’ı bu dünyada tam manasıyla anlayamayacaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de zikredildiği üzere “Gözler O’nu görmez, O bütün gözleri görür.”[2] Ayette bu mesele göz lafzı ile ifade edilmiştir; gözler O’nu kuşatamaz, idrak edemez anlamında da düşünülebilir. Buradaki görme, akletme olarak da anlaşılabilir. Akıl olarak ele aldığımızda, akıl mahdut olduğu için hiçbir zaman sonsuz olanı, Allah’ı idrak etmesi imkân dahilinde değildir. Ancak anlayışımızı kolaylaştırmak için Allah birtakım ipuçları vermiş ve bizi bu ipuçları bağlamında düşünmeye sevk etmiştir. Neticede onu hiçbir şekilde kuşatamayız, insanoğluna bahşedilen müdrikenin ve düşünme kabiliyetinin bir kapasitesi, sınırı vardır. Her ne kadar bu sınırın varlığı bireysel düşünmeye ya da akletmeye engel değilse de bu gerçeklik aklın sınırlarını belirleyen ve ona çerçeve kazandıran bir husus olması bakımından önemlidir. Nitekim, tarih boyunca, tasavvuf hayatında da çok büyük mütefekkirler çıkmış ve zaman-mekân ve Yaratıcı’nın zaman ve mekân ile ilişkisi gibi hususlarda yer yer akıl yürütmüşlerdir. Yazdıklarıyla bize kendi deneyimlerini, kendi fikrî terminolojilerini, kendi akli araştırmalarını sunmuşlardır. Elbette her zaman sınırlarını bilen mütefekkirler olarak bütün düşüncelerini Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Peygamberîye dayandırmışlardır.
Bu dünyaya dair mekân üzerine tefekkür eden sufiler bir mekân olarak dünyanın olduğu kadar dünyada var olan bütün mekânların da doğası itibariyle geçici olduğunu söylerler. Mekân Allah’ın yaratmasıyla var olmuştur ve bir gün yine O’nun emriyle yok olacaktır. Bu itibarla mekân dediğimiz şey tamamıyla Yaratıcının emriyle ortaya çıkmış ve bütün mahlukat gibi O’nsuz düşünülemeyecek dünyevi bir şeydir. Cenab-ı Hakk’ın emriyle var olur ve ancak O’nun varlığıyla anlam kazanır. O’nun devre dışı bırakıldığı bir düşünme ameliyesinde ya da evren tasavvurunda mekânın bir anlamı yoktur. Öylesi bir durumda mekân da bütün mahlukat gibi küçük kıyametini yaşamaya mahkumdur. Kıyamet gününde zaten yok olacak bir dünyevi mahluk olarak mekâna bakışını bu minvalde terbiye eden sufinin her daim aynı uyanıklıkla mekâna bakması ve bu bağlamda anlam ya da anlamsızlık atfetmesi zorunludur. Yani bir mekânı sevmesi ya da sevmemesi o mekânın Yaratıcıyla olan ilişkisini bütün açıklığıyla idrak ettiği hâllerde mümkündür. Dolayısıyla sufiden umulan nokta, sufinin kendi tecrübesinin eşliğinde burayla ilişkisini kurmasıdır. O bilir ki gerçek sevginin temerküz edeceği tek nokta Tanrı’dır, O’ndan gayrısı fânidir ve sevilmeye tek layık olan O’dur. Elbette böylesi bir sevgi de ancak kalpte vuku bulur. Türkçede hususi bir anlam kazanan gönül ve dil kelimelerini hatırlayalım. Hem gönül hem de dil Allah’ın evi olması itibariyle bir mekândır. Sufiler bu anlamda kalbe bir mekân olarak bakmış, onu bu şekilde sembolize etmiştir. Sufi telakkisi kalbi Cenab-ı Allah’ın sadece kendisi için kulda var ettiğine kanidir. Başka hiçbir sevgi orada yer alamaz. Meşhur nutk-i şerifte söylendiği üzere:
Sür çıkar ağyarı dilden tâ tecelli ede Hakk
Padişah konmaz saraya hane mamur olmadan
Burada “dil” lafzı ile et parçası olan kalpten ziyade, gönül kastedilir. Gönül manevi anlamda bir mekândır ama sınırları olan bir mekân değildir. Bu nutk-i şerifte kastedilen Allah Teala’nın tecellilerini beşer aklımızla bu dünyadaki mekânda idrak etmeye çalışmaktır. Allah’a atfedilen bir mekândan ziyade O’nun tecellisini bu mekânda görmektir maksat. Allah bir mekânda değildir. Hâliyle içinde olmadığı için onun dışında da değildir. O bütün yarattıklarının üzerinde tecelli eder.
Genel mekân anlayışından, bu âleme gelecek olursak birtakım hususi mekânları düşünebiliriz. Bunlardan bazıları Yaratıcıya yakınlaşmaktan, seyrusüluk yapmaktan, vâsıl-ı ilallâh olmaktan, yani Allah’a varan yolculuktan alıkoyan mekânlardır. Diğeri de O’na yaklaştırmaya vasıta olan mekânlardır. Bu vasıta ve vesileler aslında yer yüzünde bütün mekânlarda gördüğümüz yerlerdir ve o mekânları anlamlı kılan şeyler vardır. Bu eşyanın bir anlam kazanması sadece tasavvuf erbabı eliyle olmaz. Bazen de tasavvuf erbabının hakikati itibariyle pek şefkatle bakmadığı dünyaperestlerce de söz konusu olabilir. Buradaki en temel ayırt edici husus bakış açısının farklılığıdır. Bazıları bir ömür onu elde etmek için uğraş verir fakat sufilere göre bu gülünç ve anlamsız bir uğraştır. Herhangi bir şey hiçbir zaman insanoğlunun olamayacaktır. Bütün mülkün sahibi O’dur. İnsanlar sadece birtakım bedeller, karşılıklar ödeyerek emanet alırlar, fakat bu emanet hassasiyetini idrak etmekten uzaklaştıkça da eşyaya sahip olduklarını zannederler. Oysa sufi telakkisinde her şey bir emanettir. Dervişliğe dair eşya bir emanet olduğu gibi, ondan daha evvel beden, can, evlat, iyal, ev, binit ve dünyaya ait olan fena özelliği taşıyan her şey bir emanettir ve vakti geldiğinde geri alınacaktır ya da o bütün bunlardan zorunlu olarak ayrılacaktır. Bütün eşya ve mahlukat bu mekânda belirli bir zaman diliminde kişinin kullanımına sunulan, onlara hizmet etmesi gereken şeylerden ibarettir. Zamanı var edenin tayin ettiği vakit sonlandığında, bu eşya onun elinden alınacaktır.
Eşya ile kurulan ilişkinin tabii seyri budur. Geçmişe doğru sahip olduğumuz şeylere şöyle bir baktığımızda bu durum gözümüze daha iyi görünür. Bir toprak parçası zaman içerisinde birinden birine geçmiştir ve sonunda hiçbirinin olmamıştır. Aslında toprak hep oradadır, hep kendisidir ve Yaratıcı var ettiği için ve vaat ettiği vakit nispetinde orada olmaya devam etmiştir. Vadesi gelene kadar da orada olmaya devam edecektir. İnsanın burada onun üzerinde oyalanma süresi, o şeyin mutlak sahibine işaret eder. Eşyanın, toprağın zaman içerisinde varlıklarını sürdürme periyotları insandan çok daha uzun olduğu için o toprağın üzerinde zihnini, aktivitelerini ve gönlünü meşgul ettiği şey aslında o toprağın, o eşyanın yok olmasıyla yok olmaz. Onun bu dünyadan ayrılmasıyla yok olur, o gittikten sonra da başka biri bu eşya ile uğraşmaya başlar. Bu anlamda tasavvuf erbabı böyle bir şeye gönül bağlaması, çalışmasını ona sarf etmesi zaten düşünülemez.
Bu âlemin mekânları
Sufilerin kendi yolları itibariyle, yukarıdaki izahat çerçevesinde özel anlam verdikleri mekânlar vardır. Bu mekânların önemi, bizatihi o mekânın kendisinden veya dünyevi değerinden değildir. Onların Yaratıcıya nispetle değer kazanmasından ileri gelir. Bu bağlamda, yalnızca sufi literatürde değil edebiyat tarihinde sıklıkla rastladığımız Kâbe-i muazzama ile insan gönlü arasındaki mukayeseye bakabiliriz. İnsanın gönlünü kırmak, Kâbe’yi yıkmaktan daha ağır telakki edilmiştir. İzafî olarak gönül Yaratıcının sevgisini inhisar eden hususi bir mekândır. Kâbe ise Hz. İbrahim’in inşa ettiği bir yapıdır ve zaman içinde birçok kere yıkılmış ve baştan yapılmıştır. Buna rağmen, bu telakkiden uzaklaşan insanlar Kâbe’yi yıkmayı gönül yıkmaktan daha büyük bir cürüm olarak algılarlar. Burada bir hususu açıklamak gerekir. Sufilerin Kâbe ile insan gönlü arasında yaptığı karşılaştırma Kâbe’nin yıkılmasını teşvik ya da tasdik eden bir manayı içermez. Sadece, Yaratıcıyla ilişkisi bakımından insan gönlünün merkeziyetini vurgular ve anlamlar hiyerarşisinde insana hasredilen mertebeyi işaret etmek için kullanılır.
Aslında Kâbe ve şubesi olan yeryüzündeki bütün mescitler; tasavvuf ehli için tekkeler, dergâhlar, türbeler bir tek sebepten dolayı değer taşır. Bu mekânlar tek bir özelliği vardır: bize Yaratıcıyı hatırlatır ve O’nunla meşgul olmamızı sağlarlar. Bazıları O’nun emrinden, bazıları O’nun sevgisinden dolayı bize O’nu hatırlatır. Başta Kâbe-i muazzama, Ravza-i tâhire ve Cenab-ı Peygamberin hâne-i saâdetleri akla gelir. Bu mekânlar, Hz. Peygamber’in Allah ile münasebetinden, Onun en yakını ve sevgilisi olduğundan dolayı kıymetlidir. Hz. Peygamber orada yaşadığı, oralara ayak bastığı ve orada Yaratıcıya kulluğunu ifa ettiği için orası bir sufi için önemli ve kıymetli mekânlardır. Bu manayı hülasa etmek için veciz bir şekilde “Şerefü’l-mekân bil-mekîn” sözü söylenmiştir: Mekânın şerefi, o mekândakilerden gelir. Kâbe de hakeza öyledir. Kâbe içi boş taştan bir yapıdır aslında. İçindeki boşluk da, kendisini oluşturan taşlar da zamanla değişir, değişebilir. Oysa hiç değişmeyen husus oranın kıymeti, anlamıdır. O kıymet ve anlamın da Allah’ın oraya yönelmemizi emretmesinden kaynaklandığını biliriz.
Hz. Peygamberin “Şu üç mescit için seyahat yapılır,” diye buyurduğu mescitlerden üçüncüsü Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’yı düşündüğümüzde de aynı hususu fark ederiz. Bugün birçok Müslüman Kuds-i Şerîf’e, Mescid-i Aksâ’ya gidiyor. Bu mekân ayette buyurulduğu gibi çevresi Allah tarafından mübarek kılınan bir mekân olduğu için tüm Müslümanlarca kıymetlidir. Yani Mescid-i Aksâ da, bütün mahlukat gibi sadece ve sadece O’ndan dolayı kıymetlidir. Oranın bereketi ticarî, dünyevî bir bolluğu kazancı ya da menfaati işaret etmez. Velev ki Allah bu bolluk ve bereketi lütfetmiş olsa da.
Kudüs’e dair ikinci husus da Hz. Peygamberin miraca “yükseldiği” şeklinde tabir edilen yer olmasından ileri gelir. Bu mekânın değeri yine, Yaratıcının en sevdiğinin kendisiyle en yakın yerde, sidre-i müntehâda görüşmesinden dolayıdır. Miraç’ta, sonu olmayana doğru gidilen yolculukta, bu yolculuğun başlangıcı olduğu için de Kudüs kıymetlidir.
Bu mekânlara önem verilmiş ve dünyadaki insanların dönem, etnik köken, inanç gibi unsurların oluşturduğu güzellik anlayışıyla ibadet mekânları belirli bir estetik gözetilerek süslenmiş, tezyin edilmiştir. Bu mekânların o dönemin kendi güzellik telakkileriyle süslenmesinin nedeni, bu mekânların en güzeli hak ettiği inancından kaynaklanır. En sevdiğinden, en güzelinden vermesi salık verilen insan bütün güzelliğin kaynağı olan Yaratıcıya olan sadakatini de elbette en güzelini vererek, yaparak, üreterek gösterecektir. Dolayısıyla insan Yaratıcıyla irtibat sağladığı yer olması dolayısıyla bu hususa ayrıca özen gösterecektir.
Yaratıcıya nispetle kurulan mekânla ilişkisinden insanlar bu mekânlara yine O’nun sözlerinden hatırlatıcı unsurlar ilave etmişlerdir. Camilerin girişine “Oraya selâmetle, emniyetle girin” ayetini yazmışlardır.[3] Bu ayet cennet ehlinin cennete girerken cennete davet anlamında karşılanmalarını anlatır. Cennet, insanoğlunun Rabbiyle birebir muhatap olacağı yerdir. O’nun sonsuz kudretinden neşet eden, saçan güzelliklerin olduğu yerin girişinde o mutlu kişilere bu ayetle mukabele edilir. Bu anlamıyla mescitler cennete benzetilir. Buna benzer şekilde, bu mekânlardaki mimari unsurlar da bize oranın hususi bir mekân olduğu çağrışımını verir. Mekân aracılığıyla Yaratıcıyla kurulan irtibattan dolayı bu mekânlar kendi formunu oluştururlar. Bu form, örneğin mescitler için, sanat tarihçilerinin çokça çalıştığı üzere Mescid-i Nebevî’nin unsurlarından mülhemdir.
Sufilerin müştereken kullandıkları ve dergâh, tekke, asitane, zaviye, hangâh, Kadirihane, Mevlevihane olarak isimlendirdikleri mekânları vardır. Bu farklı isimlendirmeler hep aynı hakikati ifade eder: Allah’ın zikredildiği yer. Bu isimlerin farklılığı yola, mekânın özelliğine dair kullanımlardan kaynaklanır ve yaşamı kolaylaştırmak için verilmiştir. Buralarda yapılan zikirden kasıt, yalnızca Allah’ın isimlerinin belirli bir ahenk içerisinde söylenilmesi değil, Yaratıcının merasim, sohbet ve diğer usullerle de hatırlanmasıdır. Bir tekkenin en temel yeri semahane, tevhithanesidir. Bu mekânlar, Allah’ın zahiren en çok anıldığı yerlerdir. Buralara meydan-ı evliyaullah, yani Allah dostlarının meydanı da denir. Görüldüğü üzere mekân yine ona izafe edilerek tanımlanır, anlam kazanır. Tevhithane ismi de aynı bağlam içerisinde tercih edilir. Duyguda, düşüncede, tefekkürde, eylemde birliğin yaşandığı yer olduğundan dolayı bu isim kullanılır. Burada insanların bireysel gibi görülen durumları dahi, aslında fikrî ve ruhî birlikteliğin zenginliğinden kaynaklanır.
Tekkedeki mimari unsurların tamamı arzu edilen birliği temin edecek şekilde oluşturulur. Burada zikirle meşgul olan insanların dünyevî ihtiyaçlarına göre bu mekânlar tasarlanır, farklı kısımlara ayrılır. Bütün bu farklı unsurlar tevhit ruhunun teşekkülüne yardımcı unsurlardan başka bir şey değildir. Dervişin bireysel hayatındaki mekânı da aynı ruhun yansımasıdır. Sufinin kendi mekânını güzelleştirirken sadakat gösterdiği telakkisi kendisine Yaratıcıyı hatırlatan estetik unsurlara dayanır. Sufiler kendi şahsi mekânlarını dahi bu hassasiyetle tezyin ederler.
Yâ Sâhibe’l-meydân
Tasavvuf merasimlerinde ya da başka meclislerde okunan kaside, gazel türü eserlere “Meded Yâ Sâhibe’l-meydân” diye başlanılır. Burada mekâna ve mekânın sahibine vurgu vardır. Meydanın tek ve hakiki sahibi Maşuktur. Meydân-ı şerîf diye ifade edilen bu mekânın bir diğer ismi de aşk meydanıdır. Meydanın sahibi, senin aşkını ilan ettiğin yerdedir, o yerde, o meydandaki kişi, yani “sen” varsındır. İnsandaki kalbi ve kalbin sahibini düşündüğümüzde, mekân sevgiliye kalır. Dolayısıyla “Meded Yâ Sâhibe’l-meydân” iki şekilde anlaşılabilir. İlk olarak, gerçek ve mutlak, olabilecek yegâne sevgili Cenab-ı Allah olarak anlarız. İkinci olarak ise, bu meydanlara, meydân-ı evliyaullah da dendiğinden, o yolu içtihatla tesis eden kişi, yolbaşı veya pir diye tabir edilen tasavvuf büyüğü olarak anlarız. Meydanın sahibi bize imdat et demek, o yol başına yönelik bir hitaptır. Mesela bir Mevlevi dergahında “Yâ Sâhibe’l-meydân” dendiğinde anlaşılacak kişi Hz. Mevlana’dır. Aynı zamanda, onun temsilcisi olan mürşit de o konumdadır. Mürşidin silsilesi aracılığıyla gideceği yer de Cenab-ı Hakk’tır.
Netice itibariyle, bu âleme ait bir mekânda aranan üç husus vardır. İlki işlevsellik, ikincisi rahatlık, üçüncüsü de estetik. Sufiler imar ettikleri bireysel mekânlarda da ibadet mekânlarında da imkânları ölçüsünde bu üç unsura dikkat ederler. Fakat sufilerin mekân anlayışı hiçbir zaman bunlara indirgenemez. Bunları en iyi şekilde gözetmekle birlikte, fena telakkisiyle hareket ettikleri için bütün bunlar Yaratıcıyla birlikte olabilme noktasında değerlendirilir. Bu açıdan bakıldığında O’nun bir mekâna ihtiyacı olmadığı hiçbir zaman hatırdan çıkarılmaz. Onunla olduktan sonra her mekân güzeldir, estetik değere ve anlama sahiptir. Rahatlık ve konfor da işlevsellik de ondan ibarettir. Sufiler fena telakkisiyle baktıkları için bütün bunların O’ndan gayrı önemi yoktur. Nereye giderlerse gitsinler, her mekânda onlar için önemli olan tek husus, hem tefekkür hem de her hâlde Allah’la birlikte olabilmektir. Bu açıdan mekân hakikatin tecelli ettiği kadarıyla vardır, güzeldir ve anlamlıdır. Onun haricinde sevilmesi ve sayılması abestir. Dolayısıyla, bu bağlamın dışında hakikatte sufiler mekâna hiçbir önem vermezler, vesselam.
*Araştırmacı, yazar.
[1] Rahman suresi, 26-27.
[2] En’am suresi 103.
[3] Hicr suresi, 46.