“BATI” FELSEFESİ FİKRİ ÜZERİNE
Christoph Schuringa*
“Batı” felsefesi bugün dünyadaki üniversitelerde yaygın olarak öğretilmektedir. Hakimiyeti öyle büyüktür ki, genellikle kendisinden yalnızca “felsefe” olarak bahsedilir. Bertrand Russell’ın Batı Felsefesi Tarihi’nin ilk sayfalarına veya benzer herhangi bir araştırmaya göz atan herkes, ilk Yunan filozofu Miletli Thales ile başlayan bir tarihsel anlatıya tanık olurlar. Russell’ın dümdüz bir şekilde öne sürdüğü gibi, “felsefe Thales ile başlar.”
Bir disiplin olarak felsefe büyük oranda “beyaz”dır ve eğer müfredat anlamlı bir şekilde sömürgeden arındırılacaksa, Batı felsefesinin akademideki hegemonyasının yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir. Bunu başarmanın yolunun sadece “Batılı olmayan” felsefeyi müfredata daha fazla dahil etmekten geçtiğini düşünmek cazip gelebilir. Ancak Batı fikrinin kendisini ve onun ürettiği toplumsal, politik ve ekonomik gerçekliği bütünüyle ele aldığımızda, Batılı ve Batılı olmayan ikiliğinin kabulünün Avrupa’nın felsefe üzerinde kurduğu hegemonyayı tekrarlama riskini beraberinde getirdiğini görürüz.
Lucy Allais, bizzat Batı felsefesi kavramına karşı dikkatli olmamız gerektiğini öne sürüyor. Kendisinin de söylediği gibi, “en azından son birkaç yüzyıldır, Batı felsefesini kendi gelenekleri olarak benimseyen Avrupalı ve Kuzey Amerikalı felsefeciler, mülkiyet haklarına sahip olmadıkları fikirleri kendilerine ait saymışlardır.” Bununla beraber, “metodolojileri ve mevzuları Batılı diye reddetmek de, bu haksız iddiaları yanlış bir şekilde kabul tehlikesiyle karşı karşıyadır.”[1]
Batı felsefesinin, ilk Yunan filozofu Miletli Thales ile başlayan bir gelenek olduğu hikâyesinin bizden neyi kabul etmemizi istediği üzerine biraz durup düşünmemiz gerekir. Thales’i Yunan olarak kabul edebiliriz, her ne kadar Milet şimdiki Türkiye’de bulunuyor olsa da. Akdeniz’deki Yunan kolonisi, Yunan filozoflarının Sicilya’dan Anadolu’ya yayılmalarını olanak sağlayacak kadar genişti. Ancak öyle bile olsa, Batı felsefesinin her şeyden önce antik Yunan felsefesi geleneğini kendi mülkü olarak talep etme hakkını kendinde görmesi tuhaftır. Ne de olsa, Yunan geleneğinin başlıca figürleri olan Platon ve Aristoteles, İbn Sina ve İbn Rüşd’ü içeren İslami geleneğin de felsefi atalarıdır. (Benozzo Gozzoli’nin “Aziz Thomas Aquinas’ın Zaferi” adlı tablosunda, 13. yüzyılın büyük Hıristiyan filozofunun Platon ile Aristotales arasında yer aldığına, ancak İbn Rüşd’ün, onların ayaklarının dibinde olduğuna dikkat edin.) İslami gelenek kesinlikle hiçbir zaman “Batılı” olarak sınıflandırılmaz, oysa coğrafi olarak, batıda Kurtuba’dan doğuda Bağdat’a kadar bir yer kaplamıştır. Bundan dolayı Yunan dünyasından çok daha batıya uzanmışlardır. (İslam bilginlerinin Yunanca metinlerin korunmasında önemli bir rol oynamasının yanı sıra Aquinas, doğrudan İbn Rüşd ile düşünsel bir tartışma içine girmiştir.)
Ancak bu, Batı felsefesinin, diğerlerinin de en az kendisi kadar bağlı olduğu eski bir geleneği kendine mal etme meselesi değildir yalnızca. Kibir farklı bir düzeydedir. Allais’in dediği gibi, “Batı felsefesi kendisini basitçe felsefe olarak anlar.” Bu, daha genel olarak, beyaz Avrupalıların kendilerini evrensel insanlık olarak tasavvur etme biçiminin aynısıdır. (Bu noktanın özellikle anlaşılır bir açıklaması için, Charles Mills’in Irksal Sözleşme kitabına bakın.) Allais, Batı felsefesinin, “onu Batılı yapan şeyle açık bir şekilde ilgilenmediğini” belirtir; bu Allais’e göre, “Batı’nın kendi konumunu bir konum olarak görememesine neden olan bir beyazlık yanılgısıdır.”
Allais’in argümanının işaret ettiği şey, Batı mefhumunun, coğrafi veya kültürel olarak tanımlayıcı bir terim olarak görünen işlevini aşan bir şekilde işlediğidir. Stuart Hall’un 1992 tarihli “The West and the Rest” [Batı ve Diğerleri] adlı makalesinde gösterdiği gibi,[2] “Batı ve Diğerleri söylemi” gerçeği yalnızca görünüşte yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda onu üretir. Başlıca işlevi coğrafi bir tanım değildir. Elbette Batı fikrinin başlangıçta coğrafi bir temeli vardı. Örneğin MÖ 5. yüzyılda yaşayan Yunan tarihçi Herodotos, Rioni Nehri’nin batısından uzanan Avrupa ile doğusundaki Asya arasındaki ayrıma vurgu yapar. Ancak bizim Batı mefhumumuz, yalnızca Avrupa’nın egemen güç hâline gelmesiyle değil, aynı zamanda, İngiltere’de ortaya çıkan ve daha sonra Avrupa’yı, ardından da tüm dünyayı kendi ekonomik mantığına tabi kılan kapitalizmle, Batı’nın kapitalizm aracılığıyla tüm dünyayı esaret altında tutmasıyla ilgilidir. Buna göre Batı, belirli bir tür ekonomik ve teknolojik ilerlemeye işaret eden bir mefhumdur (Greenwich Meridyeninin en doğusunda yer almasına rağmen, Japonya’nın “Batı”ya dahil edilmesinin işaret ettiği gibi).
Hall’un da gösterdiği gibi, Batı kendi ötekisini üretir: Batı’yı tanımlamada hayati öneme sahip olan “diğerleri” kavramında bunu görürüz. Hall’un yazdığı üzere, “Batı’nın sözde biricikliği, Avrupa’nın ötekilerle, Batı olmayan toplumlarla, farklı (diğerleri) tarihleri, ekolojileri, gelişim kalıpları ve kültürleri olan toplumlarla teması ve kendisini bunlarla karşılaştırmaları sonucu üretilmiştir.” Bu süreçte Batı, Batılı olmayan her şeyi belirli özellikler (egzotik bir edilgenlik ya da şatafat düşkünlüğü gibi) altında toplama işlevini gören ve Edward Said’in “Oryantalizm” adını verdiği bir anlayışa bürünmüştür.
Hall’un tasavvur ettiği gibi Batı’nın yükselişinin başlangıcı, kesin olarak, Kristof Kolomb’un Batı Hint Adaları’na ulaştığı ve Arapların İberya’dan sürülmesinin başladığı yıl olan 1492’ye gidebilir. O tarihten itibaren Avrupa’nın özgüveni artmış ve Avrupalıların dünyanın doğal efendileri olduğu fikri pekişmiştir. Buna ek olarak 1890’larda, “Batı” terimi bu fenomeni tamamen yakalamada önemli bir rol oynamaya başlamıştır: Tam bu sıralar Avrupa ırkçılığı yeni bir zirveye ulaşmıştır.
Yunanların Batı felsefesinin orijinal kaynağı olarak inşasının hikâyesi, Avrupa ırkçılığının sistematikleşmesinin hikâyesinin bir parçasıdır. 18. yüzyıldan önceki felsefe tarihi anlayışı, Yunan felsefesinin atalarının bir dizi Batılı olmayan kültüre ait olduğuna dayanıyordu. Felsefe de dahil olmak üzere Yunan kültürü, bir dizi farklı kültürden (özellikle Mısırlılar ve Fenikelilerden) gelişmişti. Örneğin Thomas Hobbes, Leviathan’da (1651) şöyle yazmıştı:
“Büyük ve gelişmiş şehirlerin olduğu yerde, felsefe de vardı. Hindistan’ın Jimnosofistleri (çıplak çilecileri), İran’ın Magileri ve Kaldea ve Mısır’ın rahipleri en eski filozoflar olarak sayılır; bu ülkeler aynı zamanda en kadim krallıklardı. Felsefe, Lukka veya Ceneviz’den daha küçük topraklarına asla barış gelmeyen, birbirlerinden korkan ve birbirlerini gözlemekten boş zaman bulamayan Yunanlar ve batının diğer halklarında gelişmemişti. Sonunda, savaş küçük Yunan şehirlerinin birçoğunu irili ufaklı şehirler hâlinde birleştirdiğinde; Yunanistan’ın çeşitli yerlerinde yedi bilge ortaya çıktı. Bazıları ahlaki ve politik sözler aracılığıyla; diğerleri Keldaniler ve Mısırlıların astronomi ve geometri bilimini aktarmalarıyla ünlendi. Ama yine de o dönem henüz herhangi bir felsefe okulu olduğu söylenemez.”
Dan Flory’nin gösterdiği gibi, bu tür anlatımlar 17. ve 18. yüzyıl Avrupalı filozofları Ralph Cudworth, Gottfried Wilhelm Leibniz ve George Berkeley’de de bulunur.[3]
O dönemin, Avrupa’da Yunan felsefesinin Batılı olmayan atalarının veya “Doğu”daki çağdaş filozofların önyargısız kabulünün hüküm sürdüğü bir dönem olduğunu düşünmek yanlış olur. Ama işler, 18. yüzyılın ikinci yarısında benzeri görülmemiş sistematik bir ırkçılığa doğru dramatik bir dönüş yapacaktı. Bu dönemde, yeni kurulan Göttingen Üniversitesinde ve başka yerlerde, beyazları hiyerarşinin tepesine yerleştiren ve tüm dünya tarihini beyazların muzaffer bir hikâyesi olarak yeniden şekillendiren yeni bir “bilimsel” ırk teorisi geliştiriliyordu. Bu konuda kilit bir figür, 1775’te yeni icat edilen “Kafkas” ırkının diğer tüm ırklardan daha üstün olduğunun iddia edildiği Generis Humani Varietate Nativa adlı ilk “bilimsel” çalışmasını yayımlayan J. F. Blumenbach’tı.
Peter K. J. Park’ın Africa, Asia and the History of Philosophy [Afrika, Asya ve Felsefe Tarihi] (2013) adlı çalışmasında öne sürdüğü gibi, bu gelişmelerin felsefe tarihçiliği üzerinde doğrudan ve derin bir etkisi oldu. Kant, kendisine yakın felsefe tarihçilerinin yaptığı gibi, kaba bir ırklar hiyerarşisi teorisi öne sürdü. Bir disiplin olarak felsefe tarihi fikrinin oluşmasında muhtemelen en önemli figür olan Hegel, “Doğu” felsefesinin, Thales’le birlikte “gerçek” anlamda başlayan felsefeye yalnızca bir giriş olduğuna ilişkin bir hikâye inşa etti. (Hegelciliğe karşı düşmanlığı göz önüne alındığında, Russell’ın Batı Felsefesi Tarihi’nde Hegel’in hikâyesini safça tekrarlaması ironiktir.) 18. yüzyılın ortalarında Mısırlıları ve Fenikelileri Yunanların ataları olarak kabul etmek hâlâ makuldü. Ancak Yunan felsefesinin saflığını korumak için, bilinen en eski Yunan filozofu olan Thales’in artık felsefenin kurucusu olarak kabul edilmesi gerekiyordu.
Park’ın kitabı, o dönemde felsefe tarihçiliğinin, bugünkü felsefe tarihi anlayışımızı şekillendirecek derecede nasıl ırksallaştırıldığını ayrıntılı bir şekilde ortaya koyuyor. Yazar konuyu ortaya koyarken, Martin Bernal’in 3 ciltlik çalışması Black Athena’daki [Kara Atina] (1987, 1991, 2006) tezini felsefe tarihi yazımına uyguluyordu. Buna göre, 18. ve 19. yüzyıl tarihçilerinin “Antik Model” (Yunanların Mısır ve Fenike kültürünün mirasçıları olduğu model ki bizzat Yunanlar da bu modeli tercih ediyordu) yerine nasıl “Aryan Model”ini (Yunan kültürünün Mısır ve Fenike’den etkilenmeden mucizevi bir şekilde kuzeyden geldiği tezi) getirdikleri tezi. Bernal’in sunduğu etimolojik ve arkeolojik argümanların çoğu son derece tartışmalıdır, ancak Avrupa’da 19. yüzyılda gelişen ve Yunan kültürünün “Batı” kanonuna dahil edilmesine izin veren anlayışın, Afrika karşıtı ırkçılık (dolayısıyla Mısır etkisi fikrine direniş) ve antisemitizm (dolayısıyla Fenike etkisine direniş) tarafından beslendiği şüphe götürmez.
Bernal ve Park, Yunan düşüncesi üzerindeki Mısır ve diğerlerinin etkilerinin dışlanmasının, Avrupa ırkçılığının amaçlarına hizmet eden bir 18. ve 19. yüzyıl müdahalesi olduğu konusunda haklı olsalar da, bildiğimiz şekliyle felsefe de bariz bir şekilde Yunan’dır diye bir düşünce vardır. Felsefenin gerçekten Yunanlarla, özellikle de Platon’la başladığı bilinen bir temadır. Bernard Williams, “Bildiğimiz şekliyle felsefenin konusunu Platon icat etti” diyecek kadar ileri gider ve bize tüm bu konular üzerine yazan ilk kişinin kendisi olduğunu öne sürer: Bilgi, algı, politika, etik, sanat; dil ve dünya ile ilişkisi; ölüm, ölümsüzlük ve aklın doğası; zorunluluk, değişim ve şeylerin altında yatan düzen vb. Williams şu sonuca varır: “Batı felsefesi yalnızca Platon’la başlamadı, hayatının çoğunu ona eşlik ederek geçirdi.”
Eğer mesele Yunanların “philosophia” kelimesini kendileriyle özdeşleştirmekse, felsefenin Yunanca olduğu konusunda ısrar etmek elbette mümkündür, sonuçta bu “onların” sözcüğüdür. Martin Heidegger “Felsefe Nedir?” (1956) metninde tam da bunu yapar. Heidegger kesinlikle Yunan-merkezcilik ile suçlanabilir, ama bu metindeki sorun, felsefenin Yunanca philosophia sözcüğüyle eşleştirilmesi değildir. Aslında metin, “Felsefe nedir?” sorusunu yanıtlamanın olanaksızlığının kabul edilmesiyle başlar. Heidegger, bu soruyu sormanın “felsefenin üzerinde ve dolayısıyla onun dışında bir tavır almayı” içerdiğini, ancak sorunun kendisi felsefi olduğu için böyle bir dışarıdan duruşun olamayacağını belirtir. Bu nedenle, soruyu izlemek için şu öneriyi verir:
“‘Felsefe’ kelimesini artık eskimiş bir başlık gibi kullanmayıp, bunun yerine ‘felsefe’ kelimesinin geldiği kaynağı dinlersek, o zaman bu kelime kulağa şöyle gelir: philosophia. İşte o zaman ‘felsefe’ kelimesi Yunanca konuşur. Kelime, Yunanca anlamıyla, yolun kendisidir.”
Heidegger daha sonra bu “yol”u izleyerek felsefenin ne olduğunu ele almayı önerir; bu yolda felsefe, “bu nedir?” (ti estin) sorusuyla teşvik edilen bir araştırma olarak ortaya çıkar (böylece metnin başlığı da anlam kazanır).
Heidegger’in görüşünü özetlemek zordur; Yunan felsefesinin dille özel bir ilişkisi olduğuna ve bizim varsaydığımız gibi dilin bir “ifade aracı” değil, bir şekilde logos’un (“konuşmak” ile bağlantılı legein) bizzat tezahürü olduğuna dayanır. Heidegger, Yunanların felsefe konusundaki yetenekleri hakkında lirik bir tavır sergiler; ancak tüm tartışmanın özünde, felsefeyi Yunanların yaptığı gibi tanımlamanın, özünde sınırsız olan bir şeye sınır koymak olduğunun kabulü olması önemlidir. Görünüşe göre Heidegger, 20. yüzyıl Avrupalı filozofları arasında Avrupalı olmayan felsefeyle ilgilenen ender kişilerdendir. Haitian Zhou’nun yakın tarihli bir makalesinde ayrıntılı olarak anlattığı gibi,[4] Heidegger 1946’da Çinli akademisyen Shih-yi Hsiao ile Freiburg’da buluşmuş ve ardından yazı Daodejing’in sekiz bölümünü Almancaya birlikte çevirerek geçirmişlerdir. Heidegger’in Yunan-merkezciliği göz önüne alındığında, belki de şaşırtıcı olmayacak şekilde, bu uğraştan önemli bir şey çıkmayacaktır.
Jacques Derrida, Heidegger’in Yunan felsefesine atfettiği (Derrida’nın terimini kullanacak olursak) “söz-merkezciliğe” karşı çıkmasıyla dikkat çeker, ancak o da felsefeyi philosophia ile eşitliyormuş gibi görünen sözleriyle eleştirilir. Derrida, 2001’de Şangay’da “Çin’in felsefesi yoktur, yalnızca düşüncesi vardır” yorumunu yaptığında Çinli ev sahiplerini şok etmişti. Bununla birlikte, sözlerinin amacı, devamında şunları söylediğinde netlik kazanır: “Felsefe, bir tür özel tarihle, bazı dillerle ve bazı antik Yunan icatlarıyla ilişkilidir… Bu, Avrupa formunda bir şeydir.” Derrida, Avrupa standardına ulaşamadığı için Çin felsefesini eleştirmez. Oldukça farklı bir şey yapmaktadır. Çinlilerin Yunan philosophia mefhumunun doğasında var olan kısıtlamaya tabi olmadıklarını varsayarak, Çin’in Batı düşüncesinde sorunlu olarak gördüğü söz-merkezcilikten özgür oluşuna işaret eder.
Hem Heidegger hem de Derrida’nın sözlerindeki problem, Batı felsefesi pahasına Batılı olmayan felsefeyi karalamaları değildir. Esas problem, Yunanların tek anlamlı ve belirli bir philosophia kavramına ilişkin varsayımlarıdır. Heidegger ve Derrida’in Yunanların tek anlamlı ya da belirgin bir şekilde tanımlanmış bir felsefe anlayışına sahip oldukları ise oldukça belirsizdir. Heidegger’in derslerinde haklı olarak söylediği gibi, philosophos sıfatının kullanımı philosophia isminden önce gelir. Aslında, Christopher Moore’un Calling Philosophers Names kitabında (2020) savunduğu gibi, philosophos ilk başta aşağılayıcı bir şekilde kullanılmıştır. Philosophos bir öz-tanımlama olarak sahiplenilip yeniden değerlendikçe, aynı kökenli philosophia terimi bir etkinliği belirtmek olarak kurulmuştur. Ancak philosophia sözcüğünün tam olarak ne olduğu bir tartışma konusu olmaya devam etmiştir. Moore’un gösterdiği üzere, Kharmides, Phaidros, Parmenides ve Philebos adlı eserlerinde Platon, felsefenin “konuşmaya dayalı ve karşılıklı olarak gelişen veya fayda sağlayan bir grup çalışması” olduğu fikrini çeşitli versiyonlarla sunar. Aristoteles’te konuşma, mevcut olmayanlar kişileri içerecek şekilde genişletilir: Aristoteles, bilimsel incelemelerinden önce felsefedeki seleflerini kısa tarihçeler içerisinde sunar. (Şeylerin ilkesini veya kaynağını –arché– bulmak biçimindeki philosophia’nın yaratıcısı olarak Thales’i ilk takdim eden Aristoteles’tir.) İlk olarak Aristoteles’in eserlerinde, philosophia’nın içinde özel bilgi dalları (epistémai) içeren, gerçekliğe yönelik temel bir araştırma yöntemi olduğuna dair ifadeler buluyoruz. Platon ise diyaloglarında, felsefe faaliyetinin kapsamını (Moore’un sözleriyle) “formlarla temasa geçmek, kendini erdeme yönlendirmek, mağaradan çıkmak ve güneşe bakmak, at arabasını göklere doğru sürmek ve ölüme hazırlanmak” olarak belirler. Bu, Williams’ın birbiriyle bağlantılı bir dizi felsefi alt disiplinin kurucusu olarak modern Platon anlayışından oldukça farklıdır.
Yunanların birlikte hareket ettiği yekpare bir philosophia anlayışında ısrar etmenin pek bir anlamı yok. Bunu yapmak, Yunanlar arasında felsefe kavramının kendisine yönelik hayati ve büyüleyici bir felsefi tartışmayı kaçırmak demektir. Yunan geleneğini, Yunan olmayan etkilere sımsıkı kapalı olarak tasavvur edemeyiz. Filozofların yaşamlarıyla ilgili birkaç eski kaynaktan biri olan Diogenes Laertius, Platon’un gençliğinde Mısır’a gittiğini anlatır. Demokritos’un çok seyahat ettiği ve Hindistan’da Jimnosofistlerle tanıştığı söylenir. Şüpheci Elisli Pyrrhon’un öğretileri ile ilk Budistler arasında ya (Christopher I. Beckwith’in Greek Buddha’sında iddia ettiği gibi) doğrudan temas yoluyla ya da doğuyla teması olan Demokritos gibi diğer Yunanlar aracılığıyla ortaya çıkmış olabilecek çarpıcı paralellikler vardır.
Açık olan şu ki, Yunanlar mucizevi bir şekilde, Akdeniz’deki çevre kültürlerden izole edilmiş, el değmemiş ve saf bir şekilde ortaya çıkmadılar. Diğer kültürler, bildiğimiz hâliyle Yunan felsefesinin üretiminde biçimlendirici bir rol oynadı. Bu, Yunan felsefesinin dikkate değer ve benzersiz başarılarını hiçbir şekilde azaltmaz. Platon ve Aristoteles haklı olarak muazzam bir etki yarattılar ve bunu İslami gelenek de dahil olmak üzere birçok yoldan yaptılar. Bundan öğrenmemiz gereken şey, felsefeyi sömürgesizleştirmenin yolunun, yalnızca felsefe tarihinin baskın Batılı inşasına “alternatifler”in dahil edilmesini desteklemek olmadığıdır. “Batı” geleneğinin kendisi incelenmelidir (yalnızca sözde başlangıcı değil). Dahası, rekabet hâlindeki “gelenekler” fikrine de meydan okunmalıdır: Felsefe, nerede gelişirse gelişsin, kendini bir “gelenek” olarak düşünmez ve buna da hakkı vardır. Asıl gereken şey, Batı söyleminin ve her şeyi kültürel hegemonya projesine göre eğip bükme tarzının geniş kapsamlı bir eleştirisidir. Avrupa’nın “Batı” inşasının ürettiği evrensellik hayali bıkkınlık verdi. İnsanlığın gerçekten evrensel mülkiyeti olacak bir felsefenin zamanı geldi.
* Dr. Northeastern Üniversitesi, Londra.
[1] Lucy Allais, “Problematising Western philosophy as one part of Africanising the curriculum,” South African Journal of Philosophy 35, 2016 (4), 537–545.
[2] https://www.semanticscholar.org/paper/The-West-and-the-Rest%3A-Discourse-and-Power-Hall/25bd7a7d8e9371f3816b63fab5a03b2aff23ba34?p2df
[3] Dan Flory, “Race, History, and Affect: Comments on Peter K. J. Park’s ‘Africa, Asia, and the History of Philosophy’,” Journal of World Philosophies 2 (Kış 2017): 48–81.
[4] Haitian Zhou, “The Renewal of Western Philosophy: On Heidegger’s Expropriation of Lao Tzu’s Thought Through Xiao Shiyi,” South-North Cultural and Media Studies 34, 2020, 81-92.