OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E TASAVVUF MÜZİĞİMİZİN VAR OLMA SERÜVENİ
M.Hakan Alvan
Türklerin Orta Asya’da başlayan Müslümanlaşma sürecinde İslami kavramlar, İran kültürü üzerinden bize gelmiştir. Kur’an-ı Kerîm ve hadîs-i şerîf literatürü ile Arapça dilimize tesir etmiş olsa da İslam’ın temel ibadetlerini ifade ettiğimiz kelimeler -namaz, oruç, abdest gibi- Fars lisanından bize geçmiştir.
Fakat çoğunluğu göçebe olan Türk halklarının ilmî olarak Arapçayı ve Farsçayı teferruatıyla bilmeleri mümkün olmadığından, İslam’ın özünü toplumun tamamına anlatacak bir yönteme ihtiyaç vardı. Bu aşamada Türklerin Müslüman olma öncesinde inanç ve kültür hayatının temel öğreti yöntemi olan şiir ve müzik bu süreçte devreye girdi. İslam’ın özünü topluma kendi diliyle anlatan isimler arasında ilk akla gelen Ahmet Yesevi hazretleri, “Hikmet” adını verdiği şiirleriyle içinde bulunduğu topluma İslam inancını en rafine biçimde anlatmış, Türk toplumu da kendi dilindeki bu anlatıyı kısa sürede benimsemiştir. Bu yöntem, Türklerin bir bölümünün Anadolu’ya gelmesiyle de devam etti. Anadolu coğrafyasında bu yöntemin ilk zirve ismi Yunus Emre oldu. Yunus’u takip eden bu gelenek, Hacı Bayram-ı Velî, Somuncu Baba, Eşrefoğlu Rûmî, Aziz Mahmûd Hüdâî ve Niyâzî-i Mısrî gibi birçok isimle davam etti.
İsimlerini zikrettiğimiz zevât-ı kirâm, İslam’ın özünün meşk edildiği tasavvuf kurumunda, diğer bir ifadeyle, dergâhlarda yetiştiler. Müslüman-Türk coğrafyası incelendiğinde cami sayısı ile dergâh sayısının neredeyse aynı olduğu görülür. Burada şöyle bir soru akla gelebilir. Cami haricinde dergâh denilen bir kuruma ihtiyaç var mıdır?
Evet vardır. Çünkü cami ümmetin tüm meşreplerinin bir arada bulunmak zorunda olduğu yerdir ki, bu ümmetin tevhidi açısından son derece önemlidir. Dergâhlar ise, aynı meşrepten insanların bir mürşit-i kâmil kişi etrafında toplanıp, onun rehberliğinde İslam’ın özünü, içselleştirdiği kurumun adıdır. İnsanlar meşrep meşrep yaratıldığına göre, aynı meşrepten insanların birlikte olma ihtiyacı da gayet normal görülmelidir.
Camide İslam anlayışı daha çok cehennem korkusu ve cennet ümidi merkezinde ele alınırken, dergâhlar da Allah sevgisini esas alan bir öğreti oluşmuştur. Dergâh mensuplarının cami cemaatinden önemli bir farkı da Kur’ân-ı Kerîm’de emrolunan Allah’ın çokça zikredilmesi ibadetinin toplu ve törensel icra edilmesidir. Bu zikir törenleri mutlaka veli zatların sözlerinin ritme ve melodiye bürünmüş şekli olan ilahiler eşliğinde olur.
Tasavvuf yollarından herhangi birisine mensup bir derviş, nefsini kötü sıfatlardan arındırmak ve böylece güzel ahlaka kavuşmak için bireysel olarak her gün belli sayıda Allah’ın esmalarını zikreder. Ayrıca o tasavvuf yolunun öncüsü olan ve Pîr olarak adlandırılan kişinin tertip ettiği ve adına Evrâd denilen dua mecmuasını okur. Dinin emrettiği farzlara ilave olarak nafile (dinen güzel kabul edilen davranışlar) ibadetlere de devam eder. Böylelikle aşağıdaki hadîs-i kutsîde ifade edilen Allah’a yakınlık makamına ulaşır.
“Her kim bir dostuma düşmanlık ederse, ben ona karşı harp ilan ederim. Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan, bence daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum bana (farzlara ilaveten işlediği) nafile ibadetlerle durmadan yaklaşır; nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse, onu mutlaka veririm, bana sığınırsa, onu korurum.” (Buhârî, Rikak 38)
Bu yakınlığa ulaşan dervişte irfan, basiret, feraset ve nezaket gibi özellikler açığa çıkar. Bu algıya ulaşmış derviş varlık âlemindeki her şeyi Allah’ın fiilleri (ef’al), isimleri (esma) ve zat’ı olarak müşahede ederler. Böylelikle kelime-i şehâdette ifade edilen, “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü” (Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve yine şahitlik ederim ki Muhammed O’nun kulu ve resulüdür) kelimesinin taklidinden kurtulup tahkikine (gerçeğine) ulaşır.
Varlık âlemindeki hakikati fark eden sanatkâr mizaçlı derviş, Allah’ın El-Musavvir (her şeye şekil veren), El-Bediî (en güzel şekilde yaratan), El-Mübdi (modeli ve örneği olmaksızın yaratan) ve El-Sânî (belli bir amaca yönelik olarak düzenli bir şekilde iş yapan, sanatlı yaratan) esmalarının tecellisine eşlik edercesine hayatı estetik ve nâzenin bir şekilde yaşar. Son asrın önemli mutasavvıflarından Ömer Tuğrul İnançer Beyefendi’nin şu sözü konuyu özetler niteliktedir; “Müslümanlık ince insanlık, dervişlik ise ince Müslümanlıktır.”
Başka bir örnekte konu şiirle ifade edilir;
Ârif olur derviş olan
Zarîf olur derviş olan
El hâsılı her şey olur
Mevlâsına vâsıl olan
(Neyzen Ahmed Yardım el-İzmîrî)
Yukarıda bahsedilen inceliklere vâkıf sanatkâr dervişler hakikatin inceliklerini ilk önce şiire sonrada bu şiirleri melodilerle bezeyerek ilahilere dönüştürdüler.
İlahilerin, zikretmeyi kolaylaştıran ritmik yapısı, manevi duygularının yükselmesine katkıda bulunan melodik yapısı ve sözlerindeki hikmetli ifadeleri, akıl ve gönül dünyamızın hakikate yükselmesine katkı sağladı.
Yunus Emremizin şu şiiri:
Sana derim ey velî,
Dur erte namazına,
Eğer değilsen ölü,
Dur erte namazına.
Ezan okur müezzin,
Çağırır Allah adın,
Yıkma dinin bünyadın,
Dur erte namazına.
Çıka gide can dahi,
Şöyle kala ten dahi,
Derviş Yunus sen dahi,
Dur erte namazına.
Bize Allah’ın namaz emrini hatırlattığı gibi,
Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil
Bir gönülü yaptın ise
Er eteğin tuttun ise
Bir kez hayır ettin ise
Binde bir ise az değil
Yunus bu sözleri çatar
Sanki balı yağa katar
Halka matahların satar
Yükü gevherdir tuz değil
diyerek kalp kırmamız hâlinde şeklen kıldığımız namazın bize bir faydası olmayacağını, bizi manevi olarak kirleten kalp kırma günahımızı yetmiş iki milletin bir araya gelip yıkasa bile temizleyemeyeceğini anlatır. Bu hakikat Kur’ân-ı Kerîm’in Mâûn suresinde şu şekilde karşımıza çıkar: “İşte o, yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir. Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki…”
Dinin hem emir hem de güzel ahlak kısmını topluma kendi dilinde yüzyıllar boyu hatırlatan ilahiler, üretildiği ve anlamının yaşatıldığı kurum olan dergahların 1925’te resmî olarak kapatılmasından itibaren toplum hayatından büyük ölçüde çıkmaya başladı. Bu mahrumiyetle, tasavvuf kurumunun insana kazandırdığı, edep, irfan, tevazu, estetik zevk, Allah ve Peygamber aşkı gibi kavramlar toplumun hafızasından yavaş yavaş silinir oldu. Bu kaybedilen değerlerin içinde estetik zevk mirasınızın önemli bir şubesi olan dini musiki repertuvarının da yok olma tehlikesi baş gösterdi.
Türk müzik geleneğinde melodinin kâğıt üzerine yani notaya yazım sistemi mevcut olmasına rağmen (Ebcet notası, Hamparsum notası) kullanım yaygınlığı yoktu. Müzik eserleri meşk sistemi denilen usta çırak ilişkisi ile nesillerden nesillere ezbere dayanan bir sistemle aktarılıyordu.
Tasavvuf müziğinde meşk ortamı olan dergâhlar kapatıldıktan sonra ilahilerin aktarımında kesinti yaşandı. Bu eserleri bilenler kapatılan dergâhların kanunsuz bir kurum hâline gelmesinden dolayı başkalarına meşk yöntemiyle ilahi öğretmekten korkar oldular.
1925-1950 arası bazı isimlerin bu konuya eğilmesiyle birçok eser unutulmaktan kurtuldu. Osmanlı döneminde bir devlet kurumu olan ve konservatuvar görevi gören Dârülelhan Cumhuriyet döneminde İstanbul Belediye konservatuvarı adı altında faaliyet yürüttü. Bu kurumun mensupları geçmişte dergâhlarda bu müzik türünü yaşatan çevrelerden derledikleri eserleri notaya alıp yayınladılar. Dr. Suphi Ezgi’nin “Naat-Temcîd-Salât ve Durak” çalışması, Rauf Yekta Bey’in “İlahiler ve Bektaşî Nefesleri” çalışması ve ayrıca Zekâîzâde Hâfız Ahmed Irsoy’un da arasında bulunduğu heyetin hazırladığı “Mevlevî Ayinleri” çalışmaları, tasavvuf müziği sahasında yapılmış önemli hizmetler olarak karşımıza çıkar.
Yine bu dönemde İzzeddin Hümâyî, Ali Rıza Şengel ve Abdülkadir Töre dikkat çeken isimlerdir. Osmanlı döneminde dergahlarda zâkirlik yapan bu isimler cumhuriyet döneminde meraklılarına tasavvuf müziğinin kadim eserlerini talebelerine öğrettiler.
Bilhassa Cerrâhî Âsitânesi zâkirbaşısı olan Eğrikapılı Mehmet Bey’in oğlu Ali Rıza Şengel babasından meşk ettiği 900 civarında eseri notaya aktararak bu sahada büyük bir hizmet yapmış,1970’li yıllarda bu notalar Yusuf Ömürlü tarafından Kubbealtı Vakfı tarafından yayınlanmıştır. Aynı günlerde ebru sanatının büyük üstadı Mustafa Düzgünman, Aziz Mahmûd Hüdâî Âsitânesi’nde öğrendiği ilâhîleri meşk meclisleri kurarak meraklılarına meşk etmiş daha sonra bunlar notaya alınmıştır. Bu meşk gurubunun önemli üyelerinden birisi de son asrın en büyük ney üstatlarından Niyazi Sayın’dır.
Yukarıda ifade edildiği gibi bu dönemde Osmanlı zamanı dergâh mensubu birçok kişi bu mensubiyetlerinin belli olmaması için hafızasında bulunan ilahileri başkalarına meşk etmekten imtina ediyorlardı. Aynı günlerde Cerrâhî Âsitânesi’nin son resmî şeyhi olan Fahreddîn Erenden Efendi ile yakınlığı olan Safer Dal (1926-1999) isimli bir genç bu konuya eğilerek bahsedilen çevreleri çeşitli yöntemlerle ikna ederek bildikleri ilahileri makara bant teyplere kaydetti. Kendisinin anlattığına göre, çok kez kapılardan “Evladım bu işler bitti, sen bizim başımızı belaya mı sokacaksın!” denilerek geri çevrildi. Fakat Safer Dal; “O kişilerin gönlünü yapmak için ne sevdiklerini araştırırdım, mesela o kişi güllü lokum çok sever derlerdi, kapısına güllü lokumla gider, ahbaplık kurar, onları ikna ederdim.” demiştir.
Safer Dal, bu faaliyetlerini İstanbul’da Cerrâhî Âsitânesi bünyesinde 1980’li yıllarda kurulan “Türk Tasavvuf Müziği ve Folklorunu Araştırma ve Yaşatma Vakfı” ismi altında ömrünün son yıllarına kadar yürüttü.
1940’lı yılların sonundan 90’lı yıllara kadar bu gayretini devam ettiren Safer Dal 1980’de tanıştığı Kanûnî Cüneyt Kosal’a bu ses kayıtlarını vererek bunların notaya alınmasını sağladı. Safer Dal’ın bu gayretleri neticesinde yüzlerce kadim ilahimiz dinî müzik repertuvarımıza katılmış oldu. Safer Dal bu faaliyetinin yanı sıra bestekarlık kabiliyetini fark ettiği musikişinaslara gerek kendi yazdığı şiirleri gerekse kadim zamandan gelen tasavvufi şiirleri vererek onları bu sahada eser üretmeye teşvik etti. Bu teşvikler neticesinde Cüneyt Kosal, Zeki Altun, Salâhî Dede, Doğan Ergin, Ahmet Özhan, Metin Alkanlı, Sami Özer, Hayati Günyeli, Şerif Dedeoğlu ve Hakan Alvan gibi isimler bu sahada yüzlerce eser ürettiler.
Cumhuriyet Türkiye’sinde dini müziğimizin başka bir kolu olan cami musikisi sahasında faaliyet gösteren ve mevlit geleneğini devam ettiren isimlerinde mevlit arasında okunan ilahileri besteledikleri görülür. Sadeddin Kaynak, Hüseyin Sebilci, Ali Kemal Belviranlı, Zeki Altun, Dursun Çakmak ve Bekir Sıdkı Sezgin ilk akla gelenlerdir.
1970’li yıllarda TRT Ankara Radyosu sanatçısı tanburî bestekar Ahmed Hatipoğlu’nun konuyla ilgili hizmetleri de dikkat çekicidir. Kendisi bu sahada birçok yeni beste yapmış, ayrıca Anadolu sahasından onlarca ilahi derlemiştir. Türk halkının çok sevdiği Rast makamındaki: “Erler demine destur alalım” ilahisi Ahmed Hatipoğlu’nun Afyon bölgesinden derlediği bir ilahidir. 1970’li yılların sonlarında TRT Ankara Radyosu bünyesinde ilk defa radyo sanatçılarından oluşturduğu koro ile tasavvuf müziği programları yapmıştır. 12 Eylül 1980 askerî darbesi sonrasında, TRT de irticai müzik yaptığı gerekçesiyle bir müddet görevinden uzaklaştırılmıştır.
1980 Darbesinden bir süre sonra tekrar çok partili hayata geçiş ve sivil hükümetin kurulmasıyla birlikte ülkede tasavvuf kültürünü yaşama konusunda eskiye nispeten özgür bir ortam oluştu. Aynı dönemde Muzaffer Ozak ve Safer Dal ile, bahsi geçen tasavvuf müziği vakfında faaliyet gösteren Türk Sanat Müziği sanatçısı Ahmet Özhan, Safer Dal’ın büyük bir gayretle topladığı eserleri geniş halk kitlelerine verdiği konserlerle tanıttı. Bu müzik türüne halkın yoğun bir ilgisi oldu. Sanki toplum 1925’te kaybettiği bu irfanî tınıyı tekrar hatırlayarak kadim hafızasını yenilemiş gibiydi. Toplumun bu ilgisi zamanın devlet aklı tarafından da doğru okunarak, 1990 da genel sanat yönetmenliğine Ahmet Özhan’ın getirildiği, Kültür Bakanlığı İstanbul Tarihî Türk Müziği Topluluğu, aynı dönemde Kültür Bakanlığı Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu kuruldu.1925’te yapılması tehlikeli görülen tasavvuf müziğimiz artık devlet bünyesinde temsil edilir olmuştu.
Ahmet Özhan’ın öncülüğünü yaptığı bu müzik kulvarında sonraki yıllarda birçok sanatçı yetişti. Sami Savni Özer, Mehmet Demirci, Mehmet Kemiksiz, Ahmet Şahin, Halil Necipoğlu, Agâh Terzi, Ahmet Hakkı Turabi, Ender Doğan, Ubeydullah Sezikli ve Fatih Koca bu isimlerden ilk akla gelenlerdir.
2002 yılından sonra tasavvuf müziği eğitiminin de verildiği birçok konservatuarın yanı sıra tüm ilahiyat fakülteleri bünyesinde dinî musiki bölümleri kuruldu. Bu sayede tasavvuf müziğimiz hak ettiği akademik çalışmalara kavuşmuştur. Bu sahada akademisyenler bilimsel çalışmalarına hız kesmeden devam etmektedir. Son yıllarda genç nesillerin gerek amatör gerek profesyonel olarak bu sahaya olan ilgileri sonucu yüzlerce isim tasavvuf müziği beste ve icra çalışmalarını yürütmektedir. İhsan Özer, Oktay Özerden, Enes Ergür, Özata Ayan, Eray Mescioğlu, Süleyman Şahintürk, Kutsi Sezgin, Bora Uymaz, Barış Demir, Levent Kaya, Memduh Özyalvaç, Enes Üstün, Muaz Ceyhan, Mustafa Tabak, Enes Durceylan, Yunus Uray, Halil İbrahim Doğan, Ahmet Musa Bala, İsmail Hakkı Fencioğlu, Şaban Keşkeş, Haluk Öcal, Enis Tonbul, Safa Botsalı, Abdullah Uysal, Rıdvan Aydınlı, Müjdat Turna, Kemalcan Ergün, Ahmet Şahin, Hasan Kiriş, Derya Türkan ilk akla gelenlerdir.
Bugün elimizde bulunan tasavvuf müziği repertuvarının dörtte biri Osmanlı dönemine ait olup, dörtte üçü Cumhuriyet dönemi bestelenmiş eserlerden oluşur. Bu bize bu kültürün ölmediğini ve toplumun irfanî hafızasına sahip çıktığını gösterir. Dergâh kültürünün resmî olarak yaşanmadığı ülkemizde, tasavvuf geleneğinin müziği bir şekilde hayatiyetine devam etmektedir. İletişim araçlarının yaygın olduğu çağımızda muhafazakâr çevrelerinin müzik ihtiyacını ve irfanî kültürle olan bağını devam ettiren bu sanat dalı zamanın şartlarına göre olumlu veya olumsuz şekilde dönüşmeye devam etmektedir.