ANTROPOSEN VE BİLİŞSEL KAPİTALİZM İLİŞKİSİ ÜZERİNE BİR SORUŞTURMA

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Emre Şan

    Felsefe yaşadığımız çağ hakkında söz söylemeli ve geleceğe dair perspektif açmalıdır. Bu perspektifin amacı kendi zamanımızdaki ve gelecekteki sorunlarla hesaplaşmaya başlamaktır. Bu yakıcı sorunların başında Antroposen gelmektedir. Peki Antroposen adı verilen jeolojik olay ne anlama gelmektedir? Holosen çağından sonra gelen yeni çağ olarak Antroposen, kavramı ilk kullanan isimlerden biri olan Paul Crutzen’e göre, sanayi devriminin başlangıcından günümüze kadar küresel ölçekte insanın etkili olduğu yeni bir döneme işaret eder. Antroposen çağında insan, ekolojik sorunların, küresel ısınmanın, ekosistemlerin yaygın bir şekilde yok edilmesinin ve biyoçeşitliliğin ürkütücü kaybının sorumlusudur. Elizabeth Kolbert’in iddiasına göre bu durum altıncı kitlesel yok oluşa işaret eder.[1]

    Antroposen’in nedenlerine dair varsayımlar sosyal bilimlerde güncel bir tartışmaya yol açmıştır. Kimi sosyal bilimciler ekolojik yıkımdan tüm insanlığın değil Batı’nın sorumlu olduğunu düşünerek Occidentalocen ismini daha uygun bulur. Antroposen’in modern sermayenin hareketine bağlı olduğunu düşünenler ona Kapitalosen ismini verir. Hatta sermaye ve teknoloji ilişkisi üzerinden bakıldığında Teknosen ismi de kullanılır. Tüm alternatif adlandırmaların ortak noktası endüstri devrimi ile ortaya çıkan yıkıcı fenomeni anlama girişimidir.

    Nasıl adlandırırsak adlandıralım, kapitalizmin körüklediği küresel ekolojik yıkımın gerçekleştiği bir zaman diliminde yaşadığımız gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekir. Jonathan Crary’nin ifadesiyle, “Küresel ekonominin artık uzun vadeli bir beklentisi olmadığı için bütün gezegende son bir yağma cümbüşü sürmekte. Bir yanda hidrolik kırılma ve dağların en tepelerini çıkarma gibi yöntemlerle yapılan madencilik, biyoyakıt çiftçiliği için yağmur ormanlarını açma, deniz dibi sondajı, kırların talan edilmesi, öbür yanda toplumsal kaynakların tahrip ve yağma edilmesi, içme suyu, kırlar ve şehir parkları gibi müştereklerden geriye ne kaldıysa onların gasp edilmesi.”[2] Küresel ekonomi doğaya nesneden daha aşağıda bir konum atfettiği için işin nereye varacağını kestirmek kolay değil. Ne var ki söz konusu ekonomik modelin epistemolojik varsayımlarını ele alabiliriz.

    Şu hâlde Antroposen’i felsefenin teorik araçlarıyla ele almaya ihtiyacımız bulunuyor. Félix Guattari, 1989 yılında yazdığı Üç Ekoloji[3] metninde ekoloji sorununu sistematik bir biçimde zihinsel ve toplumsal boyutları ile düşünür. Fakat bu eylemi, psişik, toplumsal ve çevre üzerine ayırmak yerine, tam aksine dünyayı birbirinin içine geçen ve üç ekolojik bakışı kuran boyut içinde düşünmek gerektiğini söyler. Guattari’ye göre ekolojik sorun sadece çevre sorunu değil aynı zamanda psiko-sosyal bir sorundur. Dolayısıyla ekolojik sorun sadece denizlerin kirlenmesi, canlıların yaşam alanlarının yok olması değil bununla birlikte televizyon ve ekranlardaki imaj tufanı ve medya enformasyonu ile de ilgilidir. Toplumsal enformasyon hipnotik bir etkiyle tüm psişik alanları işgal eder. Ekolojik yıkım sadece biyolojik çeşitliliğinin ve hayvan türlerinin çeşitliliğinin azalmasına değil toplumsal çeşitliliğin ve zihinsel ürünlerin çeşitliliğinin de azalmasına neden olur. Kapitalist akılcılığın soyut değer sistemi araçsallık, verimlilik ve inovasyon üzerinden yaşam dünyalarını sömürmek için kullanılır. Dolayısıyla biyosferin geçirdiği dengesiz değişimleri anlamak için bireysel ve kolektif yaşamların bozuluşu ve davranışların standartlaşması incelenebilir. Bu yüzden çevre sorunları, toplumsal ilişkilerin bozuluşu ve insan öznelliğinin yitimi arasındaki bağıntılar ekolojinin meselesidir.

    Fransız filozof Bernard Stiegler, Guattari’nin ortaya koyduğu argümanı dijital teknoloji ve bilişsel kapitalizm meselesi ile birlikte ele alır. Deyim yerindeyse, Antroposen eleştirisini bir tür tekno-kritik felsefeye dönüştürür. Bunu yapmak için öncelikle Antroposen’i termodinamiğin bir kavramı olan “entropi” ile birlikte düşünerek, onu çeşitli alanlarda baş gösteren bir entropizasyon süreci olarak yorumlar. Termodinamiğinin ikinci ilkesi olan entropi, enerjinin bir iş görme üzerinden ısıya dönüşmesi olarak kaçınılmaz olarak azalacağına işaret eder. Stiegler fiziğin alanı ile sınırlı olan bu kavramı sosyal bilimler alanına taşıyarak Antroposen yorumunun merkezine oturtur. Ona göre, Antroposen çağında insan bir entropi faktörü hâline gelmiştir. Şu hâlde Antroposen, enerjinin azalması (fizik), biyolojik çeşitliliğin yok olması (biyolojik), kültürel ve sosyal çeşitliliğin yıkımı (psiko-sosyal) seviyelerde entropinin artmasına işaret eder. Guattari’nin üç tip ekolojiyi ayırt etmesi gibi Stiegler de üç tip entropi ayırt eder: Termodinamik seviyede entropi, biyolojik seviyede entropi ve psiko-sosyal ya da enformasyonel entropi. İleride göreceğimiz gibi enformasyonel entropi özellikle çeşitli bilgi türlerinin işlemlemeye ve hesaplamaya indirgenmesiyle akıl yürütme faaliyetlerinde bozuluşa ve genelleşmiş bir mimetizme yol açar.[4] Dolayısıyla Antroposen bir yandan termodinamik ve biyolojik seviyede entropi üretimi nedeniyle iklim değişikliği, kaynakların azalması, ekosistemlerin çöküşü, biyolojik çeşitliliğin azalmasıyla ilgilidir. Diğer yandan ise zihinsel ve toplumsal bir kriz olarak enformasyon seviyesinde entropinin artışı, yani dikkatin bozulması, sahte/yalan haberlerin hızlı yayılımı, dil çeşitliliğinin azalması, bilgilerin standartlaşması ile kararların otomatikleşmesi ve toplumsal örgütlenmenin çözülmesi ile ilgilidir. Böylece hem biyolojik yaşam ortamının, hem de zihinsel yaşam ortamının birlikte korunması ve bu ortamlara özen gösterilmesinin yolları felsefenin konusu hâline gelir. Öyle ki enformasyon düzeyinde entropi ile mücadelenin yolları sosyal bilimlerin meselesi hâline gelir. Örneğin, Wolgang Streeck kapitalist sistemin güncel krizini sosyal entropinin[5] artışı olarak betimler ve bu teşhisten itibaren çözüm yollarını tartışır.

    Dolayısıyla Antroposen sadece jeolojik bir sorun değildir. Gezegendeki ekonomik, toplumsal, teknik, psikolojik, finansal, hukuksal ve eğitimle ilgili tüm sistemlerde genel bir toksikleşmenin habercisidir. Günümüzde infodemi olarak da adlandırılan bu durum, internetin, ekranların, imajların bilginin ortamını nasıl koşullandırdığı ile ilgilidir. Hiper-endüstriyel kapitalizm içinde kültürel tüketim milyonlarca insanın senkronize bir şekilde aynı sığ fikirlerle örülü sembolik sefalet içinde bulunmasına neden olur. Şu hâlde Stiegler’in de ifade ettiği gibi ekoloji sorunu tüketimci ekonomiyle birleşen dikkat ekonomisi ve veri ekonomisi ile birlikte düşünülmelidir. Böyle bir bakış açısı geleneksel doğa ve teknik karşıtlığına dayanmaz, aksine çapraz bir okuma yaparak doğal kaynakların, fosil enerjilerin sömürüsüne dayanan ekstraktif kapitalizm ile toplumsal kurumların çöküşü ve zihinsel çeşitliliğin yok edilmesine neden olan bilişsel kapitalizm arasındaki bağlantıları hedef alır.

    Krizin kendisi ve onun temsili arasındaki uçurum, kriz tanımının epistemolojik varsayımlarından itibaren okunmalıdır. Antroposen çağında bilgi küresel ölçekte bir veri depolama, istatistik ve korelasyon ilişkisi içinde toplanır. Dolayısıyla, “Antroposen bir ‘Entroposen’dir yani yoğun bir entropi üretimi dönemidir çünkü bilgiler tasfiye ve otomatize edildikleri için bilgi olmaktan çıkıp kapalı sistemler hâline geldiler, yani entropik hâle girerler.”[6] Bilginin bu tanımı aslında bilgi edinmeyi işlemleme ve hesaplamaya indirgemekten ileri gelir. Bu yüzden Stiegler, Claude Shannon’nun “information entropy” teriminden yola çıkarak enformasyon düzeyinde entropik eğilimi ele alır.

    Bilgisayar programlarının veri işleme, girdilerden sonuç çıkarma faaliyeti hesaplamadır. Bu yüzden algoritmalar hesaplama modelleri içinde çalışır. Bilgisayar bilimi ve hesap kuramı neyin hesaplanabilir olup olmadığını inceler. David Hibert’in ifade ettiği gibi belli bir hesaplama aracı tarafından çözülebilen matematiksel bir problem hesaplanabilir bir problem olarak tanımlanır. Gelgelelim, Stiegler’e göre sorun hesaplama fikrinin tüm bilgilerin genel şablonu hâline gelmesidir. Bu bağlamda hipotezlerin sınanması ve modellemeye dayalı bilim anlayışının yerine korelasyonun yeterli görüldüğü bir çağın başladığını iddia eder.[7] Şu hâlde teorik bilginin gerektirdiği neden-sonuç ilişkisi yerine iki fenomen arasındaki ilişkinin veriler aracılığıyla korelasyonda olduğunu göstermek almıştır. Bilgi işe yarar olduğu sürece nedeninin sonuç itibariyle gerekçelendirilmesi gerekmez. Onun yerine verilerin büyüklüğü ve hacmi bilimsel yöntemin gerekçesi hâline gelir çünkü elinizde yeteri kadar veri varsa, sayılar kendi kendilerine konuşmaya başlar. Söz konusu mantık eşit olmayan her şeyi birbiriyle eşler ve değiştirilebilir hâle getirir. Böylece her şeyin getirisi ve bedeli ölçülebilir olur. İnsan davranışları, eylemleri bütünleştirici bir akılcılık tarafından sınıflanır ve kategorize edilir. Her şey sayılabilir, sayısal olarak ölçülebilir ve sayısal sıralamalara göre değerlendirilebilir hâle gelir. Formalleştirme ve hesaplayıcı düşünme, yaşam dünyası içinde işlemsel olarak hesap edip çerçevelemediği ve bir dizge hâlinde önüne koyamadığını dışarıda bırakır. Söz konusu indirgemeci tavır, hakikat etkisine özgü hakikatimsilik cazibesine sahiptir. Burada sorun tüm bilgilerin değil özellikle insan davranışlarının sayısallaştırılarak bilinçlilik, öznellik ve hatta karar alma mekanizmalarını etkileyen sorumluluk fikrinin dışarıda bırakılmasıdır.

    Şu hâlde Antroposen, iklim değişikliği, ekosistemlerin bozulması, biyolojik çeşitliliğin azalması ile sınırlanamaz. Stiegler’e göre bu durum, hesaplanabilirlik ve bilginin kapalı bir sistem olarak enformasyona dönüşümü sorunudur.[8] Bilgilerin gelişiminin işlemleme ile ölçülmesi, onlara değer biçilmesi bilginin ticarileşmesidir. Öyleyse soru şu hâle gelir: Yaşamın tüm alanlarının veri ve hesaplama mantığına göre şekillendiği bir dönemde, aklın karar verici boyutunun, müzakere yeteneğinin ve kendi koyduğu amaçlar doğrultusunda geleceğe yönelme biçiminin aşınmasını nasıl değerlendirmeliyiz? Neoliberalizmin bizi sürekli kendi teknolojik şartlarına adapte olmaya zorlaması karşısında düşünmenin kendine özgü araçları ne yapabilir?

    Stiegler’e göre söz konusu durumla mücadele etmek için psiko-sosyal entropiyi yavaşlatacak, ondan çatallanan yollar açacak girişimlere ihtiyacımız bulunuyor. Bunun için öncelikle entropiyi ve entropizasyonu, yaşamsal fenomenleri fizik yasalara indirgemeyen fizikalist bir indirgemeciliğin ötesinde düşünmeliyiz. Felsefe tarihi içerisinde bunu ilk kez ortaya koyan kişi Bergson’dur. Ona göre fiziğin gösterdiği entropi durumunda yaşayan organizmalar bir istisna hâli yaratabilir. Entropi sürecini geciktirebilirler. Elbette canlılar enerjinin geri döndürülemez azalışını durdurmaz ama yaşam, enerjinin azalmasına bir karşı-eğilim olabilir. Canlılar bunu biyolojik organizasyonla, maddeyi dönüştürerek ve kendi ortamlarında öngörülemez değişimler yaparak gerçekleştirir[9]. Dolayısıyla fiziksel dönüşüm ve biyolojik evrim iki karşıt eğilim olarak tezahür eder. Yaşamın eğilimi, zekâ ile birlikte entropiyi geciktirecek teknik nesneleri ortaya çıkarır. Aslında Hakan Yücefer’in gösterdiği gibi Bergson, “organlarla aletleri, teknolojik olgularla toplumsal olguları birbirine indirgemeksizin birlikte düşünmeye, teknolojiyle biyolojiyi ve sosyolojiyi buluşturmaya yönelen bir araştırma alanının kurucusu değilse bile habebercisidir.”[10]

    Benzer bir düşünceyi birkaç yıl sonra Alfred Whitehead’de de görebiliriz. Fizik doğa enerjinin azalmasıyla bozuluşa doğru giderken, biyolojik evrim hep bir canlanma içindedir.[11] Bergson ve Whitehead’in metafizik sezgileri, 1944 yılında Schrödinger’in Yaşam Nedir? adlı çalışmasında “negatif entropi” terimiyle ifade edilir. Ona göre “fizik sistemler bozuluşa doğru eğilim gösterirken, canlı organizmalar hem organizasyonlarını korumaya ve çevreleriyle sürekli etkileşime girmeye devam ederler, böylece kendi bozuluşlarını, yok oluşlarını geciktirirler.”[12] Stiegler benzer bir kavramsallaştırmayı matematikçi ve ekonomist Nicholas Georgescu-Roegen’ın 1971 tarihli The Entropy Law and the Economic Process kitabında bulur. Georgescu-Roegen’a göre modern ekonomik model fazlasıyla mekanisttir ve negatif entropiyi göz ardı eder.

    Stiegler yaşamın entropiyi nasıl geciktirdiğini ve kendine entropiden çatallanacak yolları nasıl bulduğunu inceler. Bu fikir onu insanın teknik nesnelerle kurduğu ilişkiye götürür. Alfred Lotka’nın ifade ettiği gibi doğal organizmalar maddi unsurları değiştirmek için sabit araçlara sahipken, insanlar yeteneklerini zihinsel edimleriyle arttırarak “yapay organlarla” teknik araçlar oluşturur.[13] Teknik aletler algımızı, hareketimizi ve bilgimizi arttırarak entropiden çatallanmalara imkân tanır. Taş aletlerden başlayarak, av malzemeleri, yazı, tren, analog kayıt cihazları, masaüstü ve dizüstü bilgisayar, cep telefonu ve yakın zamanda kullanılmaya başlayan giyilebilir teknolojik ürünler yaşam dünyamızı dönüştürür. Teknoloji küresel ölçekte ekolojik yıkıma direnmenin, biyolojik ortama özen göstermenin yollarını sunabilir. Gelgelim teknoloji insanın sorunlara çare olduğu gibi onun başına yeni dertler de açabilir. Diğer bir deyişle toplumsal dayanışma ve katkı ekonomisiyle entropiyi yavaşlattığı gibi hiper-endüstriyel kapitalizmle onu hızlandırabilir. İşte Stiegler’e göre içinde bulunduğumuz dikkat ekonomisi kurduğu medya enformasyonu ile tam olarak bunu yapar. Enformasyon kısa vadelidir, kısa vadeli bir güncelliği vardır. Verimliliği yayılma hızından ileri gelir. Zamansal istikrarı yoktur, bu yüzden de algıyı zorlar. Gerçeği sürekli güncellik ile sınar. Sığ enformasyon hatırlamaya ve öğrenmeye, yani onunla vakit geçirmeye izin vermez. Enformasyonun zorlayıcı hızı, akıl yürütme ve kavramaya, ayrım yapmaya elverişli değildir.

    Stiegler’in çalışma yaşamını ele aldığı Otomatik Toplum kitabında söylediği gibi çalışmak dünyada farklılık yaratmaktır, yaptığı işi bir eser hâline getirmek sürekli farklılaşmaya yol açmaktır. İş hep bir tekillik ortaya çıkarır. Stiegler, ekonomist Amartya Sen’in izinden giderek, gelir ve fayda tabanlı refah analizlerine karşı, refah artışının bireylerin beceri ve yaşam bilgilerini geliştirerek sağlanabileceğini savunur.  Fakat bilgilerin kapalı sistem hâline gelmesi yani otomatikleşmesi tehlikelidir. Bu yüzden insanın bilgilerini kaybetmesi bir tür proleterleşme olarak okunabilir. Proleterleşme, bireyleri bilgilerinden yoksun bırakan süreci ifade eder. Stiegler, tarihsel olarak proleterleşmenin üç aşamasına denk düşecek üç tür kapitalizm okuması yapar. Bunlardan ilki on dokuzuncu yüzyılda endüstriyel makineleşmenin gelişmesi ve üretimde işlem zincirinin standartlaşması sonucunda ortaya çıkan üretimci kapitalizm ile gelen beceri bilgisinin (savoir-faire) proleterleşmesidir. İkinci aşama yirminci yüzyılda kültür endüstrilerinin ya da radyo, sinema, televizyon gibi kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle ortaya çıkan ve sürekli acil ihtiyaçlar doğuran tüketimci kapitalizm ile gelen yaşam bilgisinin (savoir-vivre) proleterleşmesidir. Yaşam bilgisi bireyin içinde yaşadığı toplumsal örgütlenmeyi zenginleştiren bilgidir. Kitle iletişim araçları yoluyla yaşamın merkezine yerleşen pazarlama ve reklam biçimleri, bireylerin ilgi ve dikkatlerini yakalayan ve davranışları standartlaştıran yaşam biçimleri sunar. Sistemin sorunsuz devamı için kapitalizm bireylerin arzularını sömürür onları dürtülere indirger. Bu durum demokratik kamusal alanın çöküşü olarak kendini belli eder. Tüketiciler, kamusal diyalog yerine beğeni ve tercihler arasına sıkışır. Kitle iletişim araçları yapay kamusal alanlar yaratır. Bu programlanabilir ortamlarda en sığ fikirler bile paketlenebilir hâle getirir.

    Son olarak, ilk iki aşamanın birleşmesiyle ortaya çıkan son aşama ise yirmi birinci yüzyılda dijital ve algoritmik teknolojilerin, “yapay zekâ”nın gelişmesiyle ortaya çıkan bilişsel kapitalizmin kuramsal bilgiyi (savoir-théorique) proleterleştirmesidir. Stiegler kuramsal bilgiyi şöyle tanımlar: “Geçmişi ancak onu tersyüz ederek miras alan ve yeniden harekete geçirerek tersyüz eden. Sokrates’in anamnez adını verdiği ve Batı’da her zaman yapısal olarak yerelliğin ötesine geçen bilgi.”[14] Dolayısıyla kuramsal bilgi geçmişi olduğu gibi reddetmez aksine onu geri çağırır, yeniden hatırlar, zenginleştirir ve derinleştirir. Söz konusu kuramsal bilginin proleterleşmesi Sokrates’ten beri felsefenin merkezinde yer alan müzakere gücünün kaybına neden olur. Şu hâlde müzakere ve yorumlama süreçlerinin yerini otomatik karar verme araçları alır. Kuramsal bilginin proleterleşmesi, düşünmenin ve idrakin gerektirdiği zamanın ve bilinç durumunun dikkat ekonomisi tarafından sömürülmesiyle ilgilidir. Kapitalizmin dikkat ekonomisine dönüşmesi tüm bilgi biçimlerine bir saldırı olarak gerçekleşir. Böyle bir ortamda, her bilginin kısa ömürlü olduğu ve ne geçmişe ait ne de gelecek için öngörülen bilgilerin gerektiği bir dünyada tarihsellik devre dışı bırakılır. Dolayısıyla enformasyon bireyleri bitimsiz bir “şimdi”ye sıkıştırır, bireyler bebekler gibi sadece “şimdi”de yaşar. Fakat şimdinin tekdüze tekrarı düşünme alanını çoraklaştırır.

    Peki nedir bu dikkat ekonomisi? Dikkatin sömürülmesi ve ikna teknolojileri ile davranışların manipülasyonu nasıl gerçekleşir? Stiegler’in itki kapitalizmi ismini verdiği bu mekanizma, arzularımızı endüstrinin nesnelerine yönlendiren ekonomi biçimidir. Yazının başında değindiğimiz zihinsel ekoloji bakımından, veri ekonomisinin hizmetindeki dijital teknolojiler dikkatin sömürülmesiyle entropiyi arttırır.

    Dikkat bir yönelimsellik biçimidir, yani hep bir şeye doğrudur. Bu bağlamda dikkat, bireyin geçmişe yönelim ve geleceğe yönelimlerini bir arada tutan şeydir. Hatırlama ve öngörme ile ilgili olduğu için çeşitli tekniklerle geliştirilebilir. Bunun iki boyutu bulunur. Dikkat öncelikle öğrenme süreçlerinde zihinsel odaklanma yeteneğidir. Örneğin geometrinin öğrenilmesi zihni geometrik uzayın koşullarına duyarlı bir biçimde biçimlendirmeyi gerektirir. Diğer yandan dikkat, sosyal bir yeti olarak insanın çevresiyle kurduğu ilişkiye özen göstermesini sağlar. Dikkatin bu iki boyutu birbirinden ayrılamaz. Bireyin kişisel ve kolektif hafızayı kullanarak öğrendikleri ile toplumsal yaşamdaki bireysel ve kolektif geleceğe yönelimleri birbirlerine eklemlenir. Dolayısıyla dikkat başkalarıyla yüz yüze ya da çevrimiçi karşılaşmalardan etkilenir. Buradaki mesele hangisinin daha sahici olduğu değildir. Yüz yüze ya da dijital karşılaşmalar arasındaki fark sözcüklerin, görüntünün ve bilginin aktarımına indirgenemeyecek olmasıdır. Karşılaşmaya ve başkalarıyla birlikte olmaya dayanan yaşam dünyasının kaybedilmesi içinde bulunduğumuz dijital çağın verimli işleyişi için ödenecek ucuz bir bedel gibi görünür. Yaşam dünyası içinde bir yabancıya ilgilerimize hitap etmese bile tahammül etmek gerekirken, dijital sosyal ortamlar kullanıcıları şeffaflığa zorlar. “Şeffaf iletişimin her şeyi düzgünleştirici, hizaya getirici bir etkisi vardır.”[15]

    Dolayısıyla dikkat deforme olabilir, çevreden gelen etkilerle bozulabilir. Bu yüzden eğitilmesi ve içinde bulunduğu toplumsal ve teknik çevreye göre özen gösterilmesi gereken bir yetidir. Aslında dikkat ekonomisi televizyonun yaygınlaşmasıyla ortaya çıkmıştır ama dijital teknolojiyle birlikte ani, zorlayıcı ve refleksif reaksiyonları provoke etmek için kullanılmaya başlandı. Kullandığımız dijital platformlar ve sosyal ağlar bir veri ve dikkat ekonomisinin hizmetindedir. Dikkati ele geçirmek, kullanıcıların ekran önünde geçirdiği zamanı maksimize etme üzerine kurulu bir sistemdir. Böylece daha çok veri elde edilerek daha keskin ve profillere dayanan reklam biçimleri geliştirilebilir. Dijital teknolojilerin bağımlılığı en üst seviyeye çıkarmak için kullandığı “sonsuz kaydırma” (infinite scrolling) gibi tasarımlar ve davranış analizleriyle üretilen içerikler, kişiye özel reklamlar ticari araçların nasıl değiştiğini gösterir. Göz takip sistemleri, yüz ve ses tarama sistemleri, duyuları ve zihni başıboş bırakmaz. Özellikle ekranlar öznenin bakışını 7/24 uyararak kademeli olarak konsantrasyon, hayal gücü ve geleceğe yönelik beklenti biçimlerini aşındırır. Öznenin dikkatinin durmadan talep edildiği, bizzat kendisinin seçmediği nesnelerde ve isteklerde emildiği yapay ortamlar psişik entropiyi arttırır.

    Dolayısıyla, dikkat ekonomisi tüketicilerin dikkatini, kısa-vadeli yönelimlerini, bilinç zamanını, karar verme biçimlerini manipüle etmeyi hedefler. Dikkatin sömürülmesi beklentilerimizi karşılamak için değil uyaran ve tepki ilişkisinde yeni beklentiler yaratmak için kullanılır. Dikkat ekonomisi yüzünden bilinç, bireyselleşmenin koşulu olan dışsallaşmış bilginin içselleştirilmesi yerine, dijital teknolojinin dinamiklerine adapte olmaya girişir. Burada amaç dijital teknolojinin otomatizmiyle hâlihazırda doğal akışında işleyen beynin otomatizmini aynı çizgide buluşturup kararları etkilemektir. Karar vermek sadece öncüllerden sonuçlara varmak değil problem çözmek için öngörülemez olanı ortaya koymaktır. Fakat otomatikleşme karar verme süreçlerini tüketici dürtülerinde olduğu gibi seçenekler arasında kısa vadede seçim yapmaya zorlar. Bu aklın zamansal genişlemeye ihtiyacı olan karar verici işlevini kısa devreye uğratır. Oysa akılcı kararlar uzun vadeli bir perspektif gerektirir. Karar vermek için sembolik ve teknolojik ortamımızdan geriye bir adım atıp ona mesafe almak ve olup biteni rasyonel kriterlerden itibaren yorumlamak gerekir. Kararların otomatizasyonuna neden olan standartlaşma ve tekbiçimcilik bilişsel bir bozuluşa götürür.

    Sonuç olarak, bilinç zamanı mekansallaşarak tüketim nesnesi olmaya elverişli hâle gelir. Politikacıların ve reklamcıların son derece farkında olduğu bu durum felsefenin güncel problemidir. Stiegler, dikkat ekonomisinin kullandığı ikna teknolojilerine karşı alınacak tavrı, Platon’un Sofistlerin ikna tekniklerine karşı aldığı tavra benzetir. Bu yüzden asıl soru teknolojiye nasıl adapte olacağımız değil onu nasıl kendimizin kılacağımızdır. Ancak bu yolla bilgilerimizi arttırabilir, otonomimizi güçlendirebiliriz. Whitehead’in “Aklın işlevi, yaşam sanatını yükseltmektir.”[16] ifadesine yakın bir anlamda belli bir sistemde önceden hesaplanamaz ve öngörülemez dönüşümü başlatacak bir düşünce gerçek otonominin kurucusudur.

    [1] E Kolbert, Altıncı Yok Oluş, çev. Nalan Tümay, Okuyan Us Yayın, 2019.

    [2] J. Crary, Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken Dijital Çağdan Kapitalizm-Sonrası Dünyaya, İstanbul, Metis, 2022, s. 41. Bu bağlamda ayrıca şu kitaba bakılabilir: Ç. Çilingiroğlu, M. B. Albayrak,  Yol Ayrımları: Antroposenden Çıkış Üzerine bir Deneme, İzmir, Livera, 2022.

    [3] Félix Guattari, Üç Ekoloji, fr. çev. Ali Akay, Hil, 1990.

    [4] B. Stiegler, Bifurquer, Il n’y a pas d’alternative, Paris, Les liens qui libèrent, 2020, s. 12.

    [5] W. Streeck, How will capitalism end ? Esssays on a failing system, London and

    New York, Verso, 2017, s. 77.

    [6] B. Stiegler, The Neganthropocene, London, Open Humanities Press, 2018, s. 40.

    [7] B. Stiegler özellikle şu çevirimiçi makaleye referans verir: C. Anderson, “The end of theory: The data deluge makes the scientific method obsolete”, Wired, 2008.

    [8] B. Stiegler, La Société automatique, 1: L’Avenir du travail, Paris, Fayard, 2015.

    [9] H. Bergson, L’Evolution Créatrice, Paris, PUF, 1907, s. 244.

    [10] H. Yücefer, “Tekniği Çerçevelemek: Bergsoncu Bir Organbilim İçin Kavşaklar”, Çağdaş Felsefe ve Teknik, İstanbul, Pinhan, 2023.

    [11] A. Whitehead, Aklın İşlevi, çev. K. Çelik, Ankara, Fol, 2019, s. 28.

    [12] E. Schrödinger, Qu’est-ce que la vie ? (1944]), fr. çev. C. Bourgeois, Paris, 1986, s. 176.

    [13] A. Lotka, “The Law of Evolution as a Maximal Principe”, Human biology, n 17, 1945, s. 156.

    [14] B. Stiegler, “Antroposenden Çıkmak”,  çev. N. Ökten, YKY, Cogito 93/2019, s. 203.

    [15] Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumu, çev. Haluk Barışcan, İstanbul Metis, 2017, s. 12.

    [16] A. Whitehead, Aklın İşlevi, çev. K. Çelik, Ankara, Fol, 2019, s. 31.