İKLİM KRİZİ KİMLİK KRİZİ MİDİR?
İbrahim Özdemir*
İklim krizi bir kimlik krizidir. Bunu çevre sorunlarının ve bilincinin ortaya çıkmasından hareketle göstermeye çalışacağız. İnsan faaliyetlerinin ve özellikle de sanayileşmenin etkisiyle çevrenin kirlenmeye başladığı ve iklim krizinin yolda olduğu1960’lı yıllarda fark edilmeye başlandı.Bunu ilk fark edenlerden birisi Sessiz Bahar adlı kitabıyla meşhur olan Amerikalı bilim kadını Rachel Carson idi. Kitabın verdiği mesaj açık ve netti:
“1960’lı yıllarda kullanıldığı oranda kimyasal tarım ilaçları kullanılmaya devam edilirse, bir gün gelecek bir bahar günü̈ kırlara çıktığınızda derelerde balık, tarla ve kırlarda ise karınca, kertenkele, tarla faresi, kartal ve yılan göremeyecek; ağustos böceklerini, arıların uğultusunu, öten bülbülleri ve kısaca kuş seslerini duyamayacaksınız. Sessiz bir baharla karşı karşıya kalacaksınız.” (Carson, 2011)
Carson, kullanılan kimyasalların sadece zararlı sanılan böcek ve haşereleri öldürmediğini; tabiatın tüm dengesini bozduğunu ileri sürüyordu. Ancak kimya sanayisi başta olmak üzere, Tarım Bakanlığı bile bu bilim kadınına karşı harekete geçti. Kitabını yayınlamakta zorlandı. Ancak kitap yayınlanıp, mesajı anlaşıldığında ve Carson bir kahraman olarak görülmeye başlandığında, o kanserden vefat etmişti. Sessiz Bahar kitabı hem Amerika’da hem de dünyada çevreci hareketlerin temel kitaplarından biri hâline geldi. Bunun en büyük sebebi, çevreyi bizim kirlettiğimiz ve tahrip ettiğimizle ilgili yaptığı önemli tespitlerdi.
Evet, dünya yaratıldığından bu yana sürekli değişiyor, dönüşüyor ve gelişiyor. Ancak 1840’lı yıllarda başlayan ve sürekli ivme kazanan sanayileşme ve kalkınma modeli her şeyi değiştirdi. Bilimsel devrimlerin, sanayileşmenin ve kalkınmanın temel kabullerinden birisi “tabiatın fethedilecek, ele geçirilecek ve sonsuza kadar sömürülecek” bir kaynak olarak görülmesiydi. Başka bir ifadeyle, Tanrı’nın bizlere bahşettiği tabiattaki nimetlerinin ve kaynakların güçlü olan uluslarca yağmalanmasıydı. Aydınlanma felsefesinin oluşturduğu bu dünya görüşü ve kimlikle önce tabiat fethedildi. Daha sonra sıra zengin tabii kaynaklara sahip ülkelere geldi. Kısa sayılabilecek bir sürede Afrika’nın tamamı, Güney Asya ve dünyanın daha birçok ülkesi, zengin ve güçlü Batılı ülkelerce sömürge hâline getirildi.
Bir örnek vermek gerekirse, ünlü ekonomist Utsa Patnaik’in Columbia Üniversitesi Yayınları tarafından yayınlanan A Theory of Imperialism [Emperyalizme Dair Bir Teori] kitabı ezberleri bozuyor. Tamamen vergi ve ticarete ilişkin yaklaşık iki yüzyıllık ayrıntılı verilere dayanan araştırmaya göre, İngiltere’nin 1765-1938 döneminde Hindistan’dan toplamda yaklaşık 45 trilyon dolar sömürdüğü hesaplanmış. (Patnaik, 2016)
Müslüman topluluklarının büyük ekseriyetinin de dahil olduğu bu ülkeler her açıdan sömürüldü ve tabii kaynaklar yağmalandı. Bu sömürünün ve yağmanın boyutları çevre ve iklim kriziyle daha iyi anlaşıldı. 1980’li yıllardan başlayarak çevre sorunlarının asıl sebebinin tabiat ve insanla ilgili dünya görüşümüz olduğu tezi güçlenmeye başlandı. Çevre filozofu Holmes Rolston III, çevre krizinin aslında kimlikle ilgili bir kriz olduğunu şu şekilde ortaya koymuştu:
Bilimin daha önce hiç olmadığı kadar geliştiği yüzyılın kapanışında, insan ruhunun bir kriziyle karşı karşıyayız. Yaklaşık beş yüz yıllık bir Aydınlanma döneminden sonra, sözüm ona seküler moderniteye ulaşan yenilikçi kesimler, semptomatik olarak, onu yapısöküme uğratıyor ve post-modern bir şey tasavvur ediyorlar. Bu kuşkuların merkezinde ise insanın tabiatla olan ilişkisi yer alıyor. Diğer yüzyıllarda eleştirmenler insanların Tanrı’ya yabancılaştığından şikâyet ediyordu. Bu yüzyılda ise eleştirmenler insanların gezegenlerine yabancılaştığından şikâyet ediyorlar. Son yıllarda yeniden gündeme gelen kozmolojik sorunları bir kenara bıraksak da küresel sorunları bir kenara bırakamayız. Kendi dünya denen evimizde bir kimlik kriziyle karşı karşıyayız ve insan ruhunu yerli yerine oturtmaya çalışıyoruz.” (Rolston III, 1997)
Gregory Bateson 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olmasının yanında aynı zamanda biyolog, ekoloji, antropoloji, sibernetik ve aile terapisi konusunda uzman. Çevre sorunlarının aslında insanın kendini ve tabiatı nasıl gördüğüyle ilgili bir sorun olduğunu fark eden ilk düşünürlerden birisiydi. Daha doğrusu sorunun temeli Batı felsefesinin ve buna dayanan bilim anlayışının “ben idraki”nden kaynaklanıyordu. Bateson’a göre, ekoloji konusunda, insanların hassas ekosistemlere zarar verecek şekilde hareket ettiğini, çünkü doğal sistemlerle kendi hayatımız arasındaki bağıntılı varoluşu, dengeyi, ahengi ve her şeyin birbirine bağlı olduğunu göremediğimizi söylüyordu.
Bateson, Steps to an Ecology of Mind [Bir Zihin Ekolojisine Adımlar] adlı kitabında, kültürel ve dilsel bakımdan zihnimizin doğadan ayrı ve kopuk olduğuna şartlandırılmış olsak da aslında ikisinin bir bütünlük oluşturduğunu ortaya koymuştu. Dahası, tek taraflı ve sadece maddi birikimi arttırmayı amaçlayan düşünce ve hareket biçimlerinden vazgeçilmezse, günümüz uygarlığının kendi kendisini yok edeceğine inanıyordu. Ekolojik dengeyi [mizan] korumak ve toplumsal dengesizliklere çözüm getirmek, Aydınlanma felsefesinin sürekli ve sınırsız büyüme ve tüketim ekonomisi anlayışıyla mümkün değildir. Büyüme ekonomisi anlayışının dayandığı, insanın doğayla ve başka insanlarla düşmanca bir çelişki içinde olduğu algısı, dar ve kısa vadeli bir görüş açısının ifadesidir. Bunun yerine tüm varlıklar arasındaki karşılıklı bağıntıya dayalı ilişkileri dikkate alan bir düşünme ve davranış biçimi yerleştirilmelidir (Bateson, 2000).
Tam da bundan dolayı “iklim krizi bir kimlik krizidir” derken, iklim krizinin sadece çevresel veya ekonomik bir mesele değil, temel bir kimlik ve değerler krizi olduğu gerçeğini vurgulamak istiyoruz. Kavram, kendimizi nasıl gördüğümüzün, dünyayla ilişkimizin ve bir toplum olarak değerlerimizin, gezegene nasıl muamele ettiğimizle iç içe geçtiğini ifade eder. İklim krizi söz konusu olduğunda ise tüketim kalıplarımızın, kaynak kullanımımızın ve çevreye yönelik bütün tutum ve davranışlarımızın ortak değerlerimiz ve inançlarımız tarafından şekillendirildiği anlamına gelir.
Bir kimlik krizi olarak iklim krizi kavramı, Bateson ve diğer çevreci filozofların ifade ettikleri gibi krizin temel nedenlerini ele almak için kültürel norm ve değerlerimizde derin bir dönüşüm ihtiyacını ortaya koyuyor. Bu da doğal dünya ile ilişkimizi yeniden düşünmeyi, kısa vadeli kazançlar yerine sürdürülebilirlik ve korumaya öncelik vermeyi ve küresel bir topluluğun üyeleri olarak rolümüze ilişkin daha bütüncül ve müşterek bir bakış açısını benimsemeyi içerebilir. İklim krizinin bir kimlik krizi olduğu fikri, bu krizi ele almanın sadece teknolojik veya politik çözümlerle değil, aynı zamanda kültürel değerlerimizde ve normlarımızda temel bir değişim gerektirdiği gerçeğinin altını çizer. Dahası, dünya görüşleri, insanların dünyayı ve dünyadaki yerlerini idrak etme biçimleridir. Kültürel, sosyal, ekonomik ve siyasi inançlar da dahil olmak üzere çeşitli faktörlerden etkilenirler ve insanların iklim krizi de dahil olmak üzere çeşitli konulara yönelik tutumlarını şekillendirirler.
Kimlik ve İklim
Müslümanlar çevre ve iklim krizi dahil sorunlarına çözüm(ler) bulmak için öncelikle Kur’an’dan hareket etmek durumundadır. Müslümanın “ben idraki” ve İslam medeniyeti bu dünya görüşü tarafından şekillendi ve gelişti. İslam medeniyetini diğer medeniyetlerden ayıran ayırt edici özelliği, bu dünya görüşünün temeli olan “tevhit, nübüvvet, ahiret, adalet ve ibadet (amel)” anlayışıdır.
Kur’an’ın Mekke döneminde on üç yıl boyunca nazil olan ayetlere baktığımızda bunu açık ve net olarak görebiliriz. Kur’an daha ilk ayetlerden başlayarak İslam öncesi Araplar için “anlamsız, ruhsuz, cansız ve tesadüfen var olan” âlem anlayışını kökten değiştirmeye başladı. Kur’an muhataplarına yaratıcısının kudretini, ilmini, iradesini, celal ve cemalini yansıtan muhteşem bir kâinat tablosu sundu. Hz. Peygamberin şahsında insanlığı “Yaratıcıdan hareketle, kâinat kitabını okumaya davet” etti. Bizi kuşatan ve kucaklayan kâinatta her şey anlam yüklü olup; “kendisinden ötesine işaret eden birer ayettir; O’nun hakkında bir belgedir.” Bu nedenle Kur’an’ın ayetleriyle ufuklarda ve insanın nefsinde ortaya çıkan ayetler arasında tam bir örtüşme vardır (Fussilet suresi:53). Kur’an bu boyutunu Izutsu şöyle açıklıyor: Kur’an, “yalnız Arapların Allah hakkındaki inançlarının mahiyetini değiştirmekle kalmıyor, bütün düşünce sistemlerini değiştiriyordu. İslam’ın Allah tasavvuru, kâinat hakkındaki bütün düşünce yapısını derinden etkiliyordu. (…) Bütün varlıklar ve değerler yeni baştan düzenlenen alanına taşınıyordu. Tek istisnası olmaksızın bütün kâinat unsurları, eski yerlerinden alınıyor, bu yeni alana yerleştiriliyordu” (Izutsu, 1975). Dahası Kur’an, muhataplarıyla âlem arasında ahlaki bir boyut da oluşturuyordu. Başka bir ifadeyle “Kur’an’ın öğretisine göre gerçek imana erişmek için gerekli temel şartlardan biri, çevresini saran tabiat varlıklarını, basit birer eşya gibi değil, fakat Allah’ın insana olan iyiliğinin belirtileri olarak görmesiydi” (Izutsu, age).
Bundan hareketle, Kur’an’ın Hz. Peygamber’in kişiliğinde muhataplarına “oku” emri sadece yazılı bir metni, kitabı veya ezberden bir şeyi okumanın çok ötesinde tüm kâinatı bir kitap gibi “oku”maya bir çağrıydı. Sadece şu ayet bile Kur’an’ın âlem anlayışında yaptığı köklü değişimi göstermeye yeterlidir: “Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah’ı tenzih ve tesbih eder” (Hadîd:1; Cuma: 21; İsrâ’:44). Kur’an’ı okuyan mümin, kâinatta bulunan her şeyin Allah’ı tesbih ettiğini idrak eder. Yerler, gök(ler) ve bunlarda bulunan tüm mahluklar O’nu tesbih, takdis ve tenzih eder. Maviliğiyle gökler, yeşilliğiyle tarlalar, göz alıcı bağlar, hışırtılı ağaçlar, ormanlar, şırıltılı sular, nağmeleriyle kuşlar, doğması ve batmasıyla güneş, yağmur yağdırmasıyla bulutlar, evet bütün bunlar, Allah’ı tesbih eder ve O’nun birliğine şahitlik eder. Fakat “siz bunların tesbihini anlayamazsınız. Çünkü onlar sizin dilinizle tesbih etmezler” (Sabunî, 1995).
Görüldüğü gibi, Kur’ân indiği toplumun öncelikle kendisi ve âlemle ilgili kavrayışını kökten değiştirmiştir. Tevhid merkezli yeni bir âlem ve insan modeli oluşturmuştur. Bu yeni anlayışa göre kâinat Allah tarafından yaratılmıştır. Gökleri güneş, ay ve yıldızlarla; yeryüzünü çiçekler, ağaçlar, bağlar, bahçeler ve çeşitli hayvan türleriyle süsleyen Allah’tır. Yeryüzünde suları akıtan, gökleri (direksiz) tutan, yağmurları yağdıran, gece ve gündüz arasındaki sınırı koruyan yine Allah’tır. Kâinat bütün zenginliği ve canlılığıyla Allah’ın, yani kâinatın yaratıcısının eseri ve sanatıdır. Bitkileri ve hayvanları çift olarak yaratan ve onların çoğalmasını sağlayan da yine Allah’tır. Allah daha sonra da insanoğlunu yaratmıştır.
Kur’an’ın bizlere sunduğu bu bütüncül dünya görüşüne rağmen, bugün Müslüman toplulukların kalkınma anlayışlarının ve tüketim tarzlarının Batılı dünya görüşünden etkilendiğini, daha doğrusu onu taklit etmeye çalıştıklarını görüyoruz. S. H. Nasr’ın da sık sık vurgulamasına rağmen, Müslüman ülkelerin liderleri ve teknokratları sürdürülemez olduğu bizzat kendileri tarafından itiraf edilen Batı’nın ekonomi ve kalkınma modellerini taklit etmeye çalışıyorlar. Halbuki Müslümanlar olarak tüm insanlığa Allah’ın kâinatta yarattığı, mizanı, dengeyi, ahengi (fıtratullah) ve manevi boyutu sürekli vurgulayan; makasad-ı şeriatı (dinin gerçekleştirmek istediği amaçlar) esas alarak İslami bir kalkınma modeli ve tüketim kültürü sunabiliriz. Bu umudumu hâlâ muhafaza ediyorum.
Çevrecilerin dine ve manevi değerlere yönelmesi sadece bir nostalji değil, bilimsel maddeciliğin manevi ve aşkın dünyasıyla beraber maddi dünyasını da yok ettiği; böylece teneffüs edecek temiz bir hava, içecek temiz bir su, girecek temiz bir deniz bırakmadığı günümüz insanının son ümidi ve sığınağıdır. Böylece, çevre sorunları geldiği bu noktada bir kimlik sorununa dönüşmüş bulunmaktadır. Sorun sadece teknolojik olmayıp; insanın anlamı, dünyadaki konumu, hürriyeti, bu hürriyetin sınırları, dünyanın ve kâinatın anlamı ve insanın konumuyla ilgilidir.
Bu nedenle, çevre sorunları ve bunların çözümü söz konusu olduğunda unutulmaması gereken bir olgu olarak din ve kültür konusu karşımıza çıkmaktadır. Zira insanlar belli bir kültür ve belli bir dinî atmosfer içerisinde dünyaya gelmektedir. Kişilerin gerek kendileri ve diğer insanlarla gerekse dünya ve doğayla ilgili değer yargılarını dinleri ve kültürleri oluşturmaktadır.
Bilimsel çalışmalar insanların dinlerini ve kültürlerini hesaba katmayan eğitim ve kalkınma programlarının hedefine ulaşamadığını; insanların âdeta kendilerine dayatılan bu programlara direndiklerini ortaya koymuştur. Sosyolojik, antropolojik ve psikolojik araştırmalarla da desteklenen bu gerçeği göz önünde bulunduran BM teşkilatı, çevre korumada her milletin kendi dini ve kültürel zenginliklerinden yararlanmasını tavsiye etmiştir. Hedef ve amaç; dünyayı ve ekosistemi korumak, daha sağlıkla bir gelecek kurmak olduğuna göre bu hususta dinlerin yapacağı katkı elbette büyüktür.
Kısacası, iklim krizi, bir kimlik krizidir. Müslümanların kimliklerini Kur’an’ın dünya görüşü çerçevesinde yeniden inşa etmeden bu ve diğer sorunlarını çözmeleri mümkün görünmüyor. Pakistanlı filozof-şair Muhammed İkbal de 1930’da yazdığı İslam’da Dinî Düşüncenin Yeniden İnşası kitabıyla bunu vurgulamıştı. Müslüman ülkelerde çevre konusundaki duyarlılığın güçlü olmamasının da yine dünya görüşü ve “ben idrakiyle” ilgili olduğu söylenebilir. İnsanlar kendilerine ait olan ve sevdikleri şeyler için fedakârlık yapar ve korurlar. Kâinatı, Allah’ın tekvini bir kitabı olarak görmeyen ve bakmayanların; O’nun güzel isimlerinin an be an etrafımızdaki âlemde tecelli ettiğini görmeyen, duymayan ve hissetmeyenlerin onu sevmesi ve koruması beklenemez.
* Clark Üniversitesi, Worcester, Boston
Kaynakça:
Bateson, G. (2000). Steps to an Ecology of Mind: Collected Essays in Anthropology, Psychiatry, Evolution, and Epistemology, University of Chicago Press; 1st edition.
Carson, R. (2011), Sessiz Bahar, Palme Yayınları, İstanbul,
İkbal, A.M. Izutsu, T. (1975). Kur’an’da Allah ve İnsan, çev. Süleyman Ateş, Ankara, Yeni Ufuklar Neşriyat.
Özdemir, İ. (2020). Çevre, İnsan ve Sorumluluklarımız, Akıl Fikir Yayınları, İstanbul.
Patnaik, U. (2016). A Theory of Imperialism, Columbia University Press, NY.
Rolston III, H. (1997). “Ecological Spirituality”, American Journal of Theology and Philosophy 18(1997), ss. 59-64.
Sabunî, M. A. (1995). Saf ve tü’l Tefasir, (Tefsirlerin Özü)ev. S. Gümüş ve N. Yılmaz, İstanbul.