OKUMAYA DAİR

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Hasan Sevil

    İnsan fiziksel yaşamının zorunlulukları dışında okur. Okumak beşerî ve biyolojik hayat için zorunlu bir eylem değildir. Buna mukabil okumak insanoğlunun yaptığı en önemli eylemlerden birisidir. Eğitim okunarak alınan bir şeydir, ya başka birisi okur ya da kişi kendisi okur. Dolayısıyla insan okuma fiilinin içerisinde bir şekilde bulunur. Okumak insan hayatının her yönüyle ilgilidir, hem maddi hem manevi varlığına tesir eder. Okumanın neticesinde bizim biyolojik hayatımız bile etkilenir. Hem sağlıklı yaşam hem tedavi hem de dünyevi ihtiyaçlarımız için gerekli olan her ilim birileri tarafından tahsil edilir, bize aktarılır. Elbette herkes bunu yapmak zorunda değildir. Dolaylı yoldan okumakla bize bu bilimlerin faydası olur.  Bireysel anlamda okumak bunun çok daha dışında bir şeydir.

    Bireysel anlamda okumaya, dinî ve özellikle sufi nazarıyla baktığımızda mesele biraz daha değişiklik arz eder. Aslında herkesin okuması gerekir. Okumanın insanoğlunun en anlamlı eylemlerinden birisi olmasının nedeni anlamanın anahtarı olmasıdır. Anlamak için okuruz. Bir meselenin, olayın nedenini, ne için olduğunu, sonucunu, altyapısını çözmek için yapılan bir gayrettir okumak.  Muhatap olduğumuz sorunu anlamanın, çözmenin yegâne yolu okumaktır. Okuyarak öğrenilir.  Okumanın dinî çerçevede ele alınması da aynı şekildedir. Tıpkı genel çerçevedeki gibi bir okuma süreci yaşar insan. Okumak her daim bir amaca yöneliktir. Bu amaç da elbette anlamaktır. Tasavvufi manada okumanın gayesi de birincil olarak maksad-ı ilahîyi anlamaktır. Allah’ın evreni, insanı var edişindeki hikmetleri, neden bunları var ettiğini ve neden bilinmek isteyip insanı yarattığını, neden “Oku” diye başladığını ve neden kendi adıyla okumasını emrettiğini anlamaktır. Bu maksatları, bu sebepleri ve bu tezahürleri çözmek için okur insan. Bu nazarla baktığımızda, aslında kavram olarak okumak fiili, tefekkürle doğrudan ilişkilidir. İnsanın düşünce dünyasının ve muhakemesinin harekete geçebilmesi o kişinin bilgi birikimiyle alakalıdır. Bu bilgi birikimi, yani okuma ne kadar derinlikli olursa insanoğlu da zihin dünyasında o kadar derin tefekkür edebilir. O kadar ziyade bir düşünceyi üretebilir. Bu düşünceyi üretmek, okumanın sonucunda elde edilen birikimle alakalıdır.

    Böyle bir okumadan maksadımız, sadece yazılı bir metni okumaktan ibaret değildir. Nitekim Yaratıcı ilk defa “Oku” emrini peygamberine ilettiği zaman ortada okunacak yazılı bir metin yoktur. İslamiyet’te, Yahudilik inancında olduğu gibi yazılı bir metin inmemiştir. İnsanın okuması gereken ilk şey kendisidir. Bilinmeyi istemenin sonucunda varlık âlemine gönderilen insanoğlunun yaratıcıyı tanımasının yegâne yolu kendisini okumaktan, anlamaktan, çözümlemekten ve kendisini bilmesinden geçer. Kendini okumak metinle, sözle, beyitle, ayetle, hülasa bütün mahlukatla dolu muazzam bir aynada kendini izlemek, keşfetmek gibidir. İnsanın kendini okuma eyleminde belirli bir seviyeye, kültüre ulaşması elzemdir. Kendi dilini, hâlini anlayabilmek; dünyanın ve mahlukatın dilini çözebilmek, özünü anlamayı da beraberinde getirir. Tefekkür de böylesi bir okuma eyleminin neticesinde ortaya çıkar. Okumak ve sonrasında elde edilecek tefekkür kabiliyetiyle birlikte insanoğlunun kendi dünyasında üreteceği sonuç onu, aşkın varlığı bilmeye götürecektir. Bu itibarla kişinin evvela kendisini okuması, akabinde de dünyayı, mahlukatı ve insanoğlunun ürettiği her ne var ise onu okuması lazımdır. Böylece kendisini anlar ve sonrasında da çevreyi anlar. Çevre insanın içinde bulunduğu âlemin görünür tarafından ibaret değildir. Bilakis, çevreyi Cenab-ı Hakk’ın sadece ve sadece rahmetinden ve bunun da ötesinde muhabbetinden kaynaklanan varlık âlemi olarak düşünmek gerekir.

    Varlığın özü sevgidir. Cümle mahlukatın başlangıcı ve sonucu da doğrudan sevgiye mütealliktir. Eşyanın, yani her şeyin varlık âlemine gönderilmesi Nur-u Muhammedî’nin açığa çıkmasıdır ve bu da Onun muhabbetinden ve dolayısıyla rahmetinden kaynaklıdır. Var ettiği bu âleme Kendi sevgilisini gönderirken âlemlere rahmet olsun diye göndermiştir. Cümle mahlukatı kendisine muhatap kılmış, onlara en sevdiği elçisini göndermiş ve onların kendilerine Hak nazarından bakmasını emretmiştir. Okumak işte böylesi kıymetli bir değerdir. İnsana kendi sırrını açan bir anahtardır. Açıldıkça değerlenen, üzerine titizlendikçe yeni hediyelerle çoğalan bir hediyedir. Hâliyle insanın çevresini okuması alelade bir okuma süreci değildir. Bu varlık âlemini bütün safahatıyla okumasıdır. Sadece eşyanın salt varlığını değil, buradaki her bir hareketi, her bir hadiseyi, her bir eylemi okumasıdır.  Âlemi yalnızca kendine vurarak değil, kendini de âleme vurarak okumasıdır. İnsanı, dünyayı, tarihi olduğu kadar zamanı okumasıdır. Bundandır ki Cenab-ı Hakk, Kitab-ı Kerim’inde aya, güneşe, gezegenlere, gökyüzünde vuku bulan hareketlere bizim dikkatimizi çekmektedir. Mesela, Hz. İbrahim’in önce yıldızlara, sonra aya, sonra güneşe bakması çok önemli bir okumadır. “Ben batıp giden şeyleri sevmem” demesindeki batıp gitmek yok olmaya işaret eder. Varlıktan yokluk boyutuna geçmektedir. Hz. İbrahim’in buradaki okuma tecrübesi, kendi tefekkür dünyasında eşyayı ve bunun arkasındaki hikmeti, yegâne hakikati, ismi el-Hakk olan hakikati görmektir. Hz. İbrahim’in takip ettiği evreler bir okuyuş sürecidir. Eşyaya ve çevremize dair yapacağımız bütün okumalarda insanın başlangıç noktası kendisidir. Kendisini bilme eylemi, kendisini okumayla gerçekleşir. Cenab-ı Hakk hiçbir şeyde, insanoğlunda tecelli ettiği kadar tecelli etmemiştir. Bu itibarla insanoğlunun okuması gereken ilk şey kendisidir. Okuma eylemini gerçekleştirmesi, başlangıç seviyesi olarak murad-ı ilahîyi anlamaya yöneliktir. Eşyanın neden var edildiğini anlamaya girişmek insanın manevi gelişim sürecinin nihai noktası değil başlangıcıdır. Nihai hedefi gerçeği anlamaktır. Manevi yolculuk denilen süreç tam da budur. Ona ulaşabilmek için önce Onu tanımak gerekir ve bu da kişinin okumasıyla fakat evvela kendini okumasıyla mümkün olacaktır. İnsanın okumasının nihai ulaşacağı yer, yegâne gerçek olanı, yani Hakk olanı tanımaktır.

    Bütün bunlardan sonra Müslümanlar için okunması gereken ilk şey vahy-i ilahîdir. Yani Kur’ân-ı Kerîm’i, başka ifadelerle kelam-ı kadimi ya da kelam-ı ezelîyi, kısacası Allah’ın sözlerini okumaktır. Kur’ân-ı Kerîm, Hakk’ın kelam sıfatının tecellisidir. Bu tecelliden zuhura gelen, adına Mushaf dediğimiz, iki kapak arasındaki metin Müslümanların tefekkür dünyasının temelini oluşturan kaynaktır. Yukarıda bahsedildiği üzere murad-ı ilahîyi anlamaya yönelik olan en genel okuma faaliyeti, Kur’ân-ı Kerîm’i okumamızda da faaldir. Hakk’ın muradı Kur’an-ı Kerîm’inde zikredilmektedir. Bizim bu manadaki anlayışımızı kolaylaştıran ipuçları Kur’an-ı Kerîm’de bulunmaktadır. Bütün bilimlere gidebilecek bir yol bulabileceğimiz kitab-ı ilahîyi merhametinden ve muhabbetinden dolayı insanlara bahşetmiştir. Peygamberini âlemlere rahmet olarak gönderdiği gibi Kitab-ı Kerîm’i de rahmetinin tecellisi indirmiştir. Okuduğumuz ve okuyacağımız bütün eserler, murad-ı ilahînin içinde gizli olduğu Kur’an-ı Kerîm’i anlamak içindir. Bunun bir devamı olarak düşünebileceğimiz Kur’ân-ı Kerîm’in en iyi şekilde nasıl anlaşılacağını, nasıl anlaşılması gerektiğini yaşayarak ve anlatarak bize gösteren yegâne numune de Hz. Peygamber’dir. Bu anlamda, okunması gereken ikinci kaynak da Hz. Peygamber’in bizatihi kendisidir. Sadece sözleri değil, şuhud âlemine gelişi demek olan doğumundan başlayarak tüm hayatıdır. Dolayısıyla, okuma eyleminin nasıl yapılacağı Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerinde gizlidir. Tıpkı tasavvuf tariflerinde geçen “şeriat, tarikat, marifet, hakikat” dörtlü yapısının birbirlerine temel olduğu gibi, bu iki kaynak da okumamızın temelini oluşturur ve olmazsa olmazıdır. Eşyayı tefekkür edebilmek, çevreyi hakkıyla okuyabilmek; evreni ve mafihayı gözlemleyebilmek için de bu altyapıya vakıf olunması gerekir. Bunlar olmadan okumak olmaz. Bunları temel almayan hiçbir okuma ne hakkıyla çevreyi okumamıza, ne kendimizi okumamıza ne de alelade bir metni okumamıza katkı sağlayabilecektir.

    Bilginin insanın ilmine, hâline göre değişen mertebeleri vardır.  Hâliyle bilgi kademe kademe aktarılır. Mesela lise hayatımızda öğrendiklerimiz sınırlıdır. Bize belirli bir müfredat doğrultusunda verilmesi gereken bilgiyi öğretirler, ama bilgi üretmemizi beklemezler. Üniversiteye geçtiğimizde ise yeni bir kademeye geçmiş oluruz. Orada da bize daha çok bilgiye nasıl ulaşacağımızı ve okuduklarımızı nasıl değerlendireceğimizi anlatırlar. Yüksek lisansta bildiğini kontrol etmeyi, kaynaklandırmayı ve derli toplu bir tez hâline getirmeden evvel nasıl ayırt edeceğinin yollarını öğretirler. Dolayısıyla her seviyenin eğitimi farklı içeriklere sahiptir ve eğitim böylesi süreçlerden müteşekkil uzun bir süreçten ibarettir. İnsan da böyledir. Hayatı boyunca erken çocukluk, çocukluk, gençlik ve olgunluk gibi süreçleri tecrübe eder. Dünyaya geldiği ilk günden itibaren sona doğru bir adım atar. Her adımı yeni bir süreçtir. Her süreç de diğerine bağlanır. Ta ki bir gün “ırcıi” emrine ulaşana dek bu süreç devam eder. İnsanoğlunun kendi hayatında bile evreler vardır ve bunlarda içinde bulunduğu evrenin icabına göre hareket etmek durumundadır. Bir çocuk sıcak bir nesnenin kendisini yakacağını çevresini tanıma sürecinde, gözlemlerinde öğrenir ve daha sonra bu gözlemleriyle okumaya ve düşünmeye başlar. İnsanın tekamülü de bu sürece benzer. Bir Müslümanın hayat tanzimini bütün safahatıyla ortaya koyan bilgi birikimi ve tecrübe olmaksızın herhangi bir düşünce üretmek ne kadar derin, ne kadar cazip olursa olsun insanı maksad-ı ilahîye, Hakk’a ulaştıramaz. İnsanın kendini okuması da böyledir. Kendisine dair, fiziki, biyolojik, sosyolojik, tarihî ya da felsefi malumatın tamamına sahip olsa da insan kendisini okumuş sayılmaz. Onu okumak için genel müktesebat ezberinden fazlası gereklidir. O da ancak maksad-ı ilahîye götüren yolu bilmek, anlamak ve onu kabul etmekle mümkündür. Yani okuma eylemi her ne kadar çok değerli olsa da insanın bu yolda yapıp ettikleriyle birlikte değerlendirildiğinde bu işin nihayeti değil, ancak temelidir. Bu temelin üzerine tekrar ve tekrar ve farklı hâllerde ve tarzlarda okumalar yapılması elzemdir. Okumanın türlerini, sürecini ve asıl maksadını anlamak insana her bakımdan yardımcı olacaktır. Okumalarımız da bu anlamda bir süreci ve evreleri yansıtır.  Mesela, bu çerçevede Hz. Mevlânâ’ya baktığımızda, onun önemli bir İslam hukukçusu, Hanefi fakihi olduğunu görürüz. Yani, Kur’ân-ı Kerîm’i, hadisi ve bunların metodolojisini iyi bildiği bir gerçektir, bunlar bilinmeden fıkhi hüküm üretilemez. Bütün bu meselelere hâkimdir. Bunun üzerine yukarıda tarif edildiği şekliyle bir kendini okuma süreci gerçekleştirebildiği ve bunda muvaffak olabildiği için Hz. Mevlânâ olmuştur. Okunacak eserler ortaya koyan Hz. Mevlânâ’nın okumasına dair bu örnek, okuma sürecinin nasıl gerçekleştiğini gösterir.

    Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’sindeki sembolleri, incelikleri ve göndermeleri çözebilmek veya Muhiddin İbn Arabî Hazretlerinin Fütûḥât’ül-Mekkiyye’si ve diğer eserlerindeki remizlerin nereye gönderme yaptığını anlamak ancak bu temel kaynakları hakkıyla bilmekten geçer. Diğer yandan temel kaynakları anlamadan sahih bir düşünce üretmemiz mümkün değildir. Herkesin her şeyi okuyup anladığını düşündüğü bir çağda böylesi bir süreç titizliği ya da hassasiyetin olmadığı okumalar sonrasında birtakım düşüncelerin meydana geldiği ve sıklıkla dile getirildiği aşikârdır. Fakat burada ifade edildiği şekliyle bir sıhhate sahip olmadığı da açıktır. O yüzden temel kaynakları okumak, içinde yaşadığımız çağın üflediği bir özgüvenle onlardan kendince anlamlar çıkarmak başka o eserleri gerçekten anlamak ve idrak etmek başkadır.  Sıhhati olmayan düşünce insanı yolundan eder, kendinden uzaklaştırır. Görüşünü karartır, dilini bozar.  Böylesi bir düşünceyle insan ne maksad-ı ilahîyeye ne de yegâne gerçek olan Hakk’a ulaşabilir. Kısacası okumak her ne kadar dile kolay gelse de kendi içinde epey zorluklara sahip bir eylemdir. Okumak bir metnin, hâlin, eşyanın üzerinde göz gezdirmekten çok daha fazlasıdır.  Okumak bir ruhun, zihnin hülasası topyekûn insanın hakikati bulmak için çıktığı bir yolculuktur. Böylesi bir yolculuğun da kendiliğinden, temelsiz, kuralsız ve amaçsız gerçekleştirilmesi fayda sağlamaz. Bunun için bir temel gereklidir. Okumak ancak bu temelin üzerine insana yakışır bir hassasiyetle yapıldığında bir mana ifade eder. Ancak böylesi bir okumayla anlam, anlamak mümkün olur.

    İslami literatürün inşasındaki en temel harç hadisler ve hadis ilmidir. Hâdis-i şerîflerin tedvini meselesi önemli bir meseledir. Bu konuda da hadisçiler ciddi bir metot geliştirmişlerdir. Hadislerin derlenip toplanması, yani onların ilk tedvini rivayet yoluyladır: O ona dedi, o ona dedi, o da bana dedi gibi bir rivayet zinciriyle aktarılmıştır hadisler. Tabi ki bu aktarım bu kadar düz ve basit değildir. Ancak başkaca derinliklere sahip bu yöntem, diğer ilim dallarının teşekkülüne etki etmiştir. Tasavvuf konusunda yazılan ilk eserlere baktığımızda da aynı benzer bir usulü, benzer bir rivayet zincirini görürüz. İslam tarihinin klasik eserlerinde de aynı usul takip edilmiştir. Bu da demektir ki hadis ilmi yalnızca esas anlamında değil, usul bakımından da, bütün İslami ilimlere yol göstermiştir. Tasavvufi eserlere nazar ettiğimizde, Hz. Peygamber, sahabe ve tabiinden sonra İslam’ın zuhurundan sonra yaşayan sufilerin hayatlarından örnekler aktarılır. Onların hayatlarına, yaşadıklarına, sözlerine ve bireysel yaşantılarına dair konular işlenir. Geç dönemde on sekizinci, on dokuzuncu yüzyıllarda kaleme alınmış tarikat adabı, usulü, erkanı kısacası tarikat âdetleriyle ilgili uygulamaların temellerinin buradan çıktığını görürüz. Erbab-ı tasavvufun, dervişlerin hayatında kullandığı malzemeden tekke içi ve tekke dışı âdetlere kadar tamamında hep aynı kaynaklar söz konusudur. Kur’an-ı Kerîm, hâdis-i şerîfler ve tasavvuf büyüklerinin hayatları. Tüm bunlar düzenli bir okumanın neticesidir. Bu okumalar olmasa hakiki bir düzen, sağlam bir usul ve literatür meydana gelmez. Her alanda olduğu gibi “burada bu detaylara ne gerek var?” fikri akla gelebilir. Lakin bir düzen ve usul olması için böylesi bir literatürün bütün ayrıntısıyla kaydedilmesi gerekir. Zaman içinde oluşan tasavvuf literatürü, yukarıda sözünü ettiğimiz temel kaynaklara dayanır ve dolayısıyla, bu eserlerde anlatılan uygulamalar tekrar edilir, yorumlanır. Hâliyle tasavvuf literatürü ve burada zikredilen her bir ayrıntı bir nevi Kur’ân-ı nâtıktır, konuşan Kur’an’dır. Yani bu literatürü okuyanlar zaman ve mekân içerisinde yaşayan Kur’an’ı bütün veçheleriyle, hareketleriyle okumaktadırlar. Elbette bütün bu okumaların ve tarihi bağlılık sürecinin günümüze kadar ulaşması neticesinde büyük bir külliyat ortaya çıkmıştır. Bu külliyat da gelenek veya klasikler dediğimiz şeyi oluşturur. Yani geleneğin kayıtlı ve mahfuz hâlidir. Burada kayıtlı olan her türlü hareket, söz, eşya, sembol, asırlarca nesilden nesle nakledilir.  İşte bütün ayrıntısıyla muhaccem bir külliyat olan söz konusu literatür, gelenek böylesine titiz ve hassas şekilde kaydedilen ve takip edilen bir sürecin neticesinde meydana gelmiştir. Unutulmamalıdır ki kültür derinleştikçe, geliştikçe ve zenginleştikçe semboller öne çıkar ve sembollerle anlaşılır hâle gelir.

    Tasavvuf büyüklerinin bir kısmı bu alanlarda farklı muhteviyata sahip eserler kaleme almayı tercih etmişlerdir. Bir kısmı ise yalnızca ehline anlatmış ama hiç yazmamıştır. Tasavvuf erbab-ı mabeyninde sadra ve satıra yazmak kavramları vardır. Satıra yazmayıp sadra yazmaktan kasıt insan yetiştirmektir. O yüzden Kur’ân-ı Kerîm “Oku” diye başlarken Mesnevî-i Şerîf “Dinle” diye başlar. Bu tercih yukarıda da izah etmeye çalıştığımız Kur’ân-ı Kerîm ve Hadis’in kopmaz bağını göstermesi açısından da önemlidir. İnsan Kitab-ı Kerîm’i okuduğu kadar dinler de. Kur’an’ı okuduğu gibi Peygamberini de dinler. Onun için Kelâm-ı Kadîm’inde Kur’ân-ı Kerîm okunduğunda onu dinlememizi emretmiştir. Dinlemek burada okumak kadar elzem bir eylemdir. Dinlemek okumanın başka bir hâlidir. Burada tarif ettiğimiz gibi bir okuma için hayati öneme sahiptir. Yani, önce dinlemek gerekir. Hz. Mevlânâ’nın “Bişnev” yani dinle demesi, “Oku” emrinin diğer bir yönüne işaret eder. Okumayı öğreten vardır ve onun oku dediğini okumak kadar önemli olan diğer bir şey de onu dinlemek, onun dinle dediklerini dinlemektir.

    Okumak ve dinlemek anlam sarayının iki taç kapısıdır. Farklı gibi görünmelerine rağmen aynı gayeye, aynı kıymete sahiptirler. Biri diğerinden farklı görünse de ikizdirler. Birbirlerini tamamlar, tahkim ederler. Dinlemek olmadan okuma olamayacağı gibi okumak olmadan da dinlemek olmaz. Anlama, anlatma da ancak böyle mümkün olur. İnsan okumayı tamamladıktan sonra öğretmeye başlar. Okumanın hakkı verilince öğretmenin vakti gelir. Yazdığın şey bu anlamda senin idrak seviyendekilere değil, senden aşağıdakilere, en azından o meselede senden daha az bilenlere yönelik bir talim terbiye aracıdır. Bu anlamda “sen” yeganesin, sen bir okumanın ürünüsün, bir öğrenmenin neticesisin. Hem okudun hem dinledin. Sonra bu okuyup dinlediğini telaffuz etmeye başladın. Orada dahi, kendi mertebende de olsa, öğrenmeye ve anlamaya devam edersin. Ta ki Hakk’a erene kadar. Hakk’a erdikten sonra zaten seninle orada olanların öğrenmeye ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla bazı büyüklerin satıra değil de sadra meyletmelerinin hikmeti de burada ortaya çıkar. Çünkü onlarla ve onunla olanlar hâllerini faş etmekten geri dururlar. Susmanın bu kadar yüceltilmesi de bundadır.

    Bazı veliler böyle bir tercihte bulunarak kendi birikimlerini onlara aktarmışlardır. Eser olarak yazılı metni değil, insanı tercih etmişlerdir. Bunlardan hangisinin daha önemli olduğu tartışılır fakat Cenab-ı Hakk’ın her ikisinde de numunesi vardır. Hem Kur’ân-ı Kerîm’i göndermiştir hem de Peygamberinde onu yaşatmıştır. Bütün peygamberlerinde aynı usulü takip etmiştir. Aslında bu da dolaylı yoldan bir tür yazma ve okumadır. Yazmayan sufilerin birikimleri yetiştirdikleri insanlar vasıtasıyla kayda alınmıştır. Ayrıca bugün klasik eserler dediğimiz kitapların bir kısmı bizzat kendilerinin kaleme aldıkları değil, etrafındaki kişilerin yazdıkları metinlerdir. Bu metinler insana aktarılan birikimin yazıya dönüşüp, başkaları için bir okuma hâline gelmesidir. Mesela Seyyid Ahmed er-Rifâî’nin (k.s.) Mecâlis isimli eseri ve diğer kitaplarının bir kısmı bu şekilde yazıya geçirilmiştir. Kezâ Abdulkadir Geylanî’nin (k.s.), Hasan-ı Basrî’nin (r.a.) ve birçok meşhur sufinin eserlerinin çoğunluğu böyledir.

    Tefekkür dünyasına eleştirel bir yaklaşım içinde baktığımızda, bu temel kaynaklarla ve tasavvuf eserlerinin bu birikimiyle bir ilişki kurmamış, literatürden tamamen bihaber olanın klasik bir eseri kendi başına okuması verimsiz olacaktır. Tasavvuf klasiklerindeki sembollerin ifade ettiklerinden ziyade, onlara kendi kabınca ve anladığınca yorumlar getirmesi ve düşünce üretmesi sağlıklı bir düşünce ortaya çıkarmaz. Bu metinlerin ortaya koydukları hikmetleri saptırmaya neden olabilir. Literatürle herhangi bir ilişki kurmadan, literatürün sağladığı emniyet ve bakış kazanılmadan bu eserlerdeki semboller hakikatini açmayabilir. Bu şekilde üretilen düşünce taklitte kalabilir. Taklidin ortaya çıkması bu sembollerin ne olduğunun izahına gidilmesini gerektirmiştir. Tam da bu yüzden günümüzde bu tür eserler üretilmektedir. Bu tip eserler (güya) bir anahtar, izahat mesabesindedir. Literatürde tesadüf edilen, zikredilen sembollerin ne olduğunu anlamaya ve anlatmaya çalışılmaktadır. Hâlbuki en baştan temel kaynak ve klasiklerle bir ilişki kurulmuş olsa bu sembollerin ne olduğuna dair sıhhatli bir sorunun peşinden gidilse, zikredilen türde eserler üretmeye bile gerek kalmayabilir. Yaygın olan diğer bir okuma biçimi de tüm bu sembollerden ve gelenekten bihaber şekilde klasiklere yaklaşmaktır. Mevcut literatürle bir ilişki kurmadan yapılan okumalar kökü, gövdeyi, dalı, yaprağı bilmeden meyveden bir sonuca varmaya çalışmak kadar abestir. Hâlbuki meyvenin kendisi bir sonuçtur. Bu sonuca gitmek için evvela sürece hâkim olmak, sıhhatli bir okuma yapabilmek için yukarıda zikrettiğimiz ilişkilerin sağlam bir şekilde kurulmuş olması gerekir. Böylesi bir sürecin içerisinde yapılacak her okuma elbette hem daha sıhhatli hem de verimli olacaktır.  İşte o zaman insan gerçekten okuyabilecek ve insanoğlunun en önemli ve en faydalı eylemlerinden birisini hakkıyla yerine getirmiş olacaktır. Nihayetinde de okumaktaki asıl gaye olan maksad-ı ilahîye, yegâne gerçeğe ulaşmak hususunda önemli bir imkâna sahip olacaktır.