TASAVVUF KLASİKLERİNE DAİR

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Muhammed Bedirhan*

    Klasik denilince aklımıza çoğunlukla zamana karşı direnci test edilmiş ve yerellikten evrenselliğe ulaşmış herhangi bir eser, fikir, yöntem veya model gelir. Genellikle bunlar keyfiyet itibariyle yüksek kaliteli, bulunduğu alan için önem arz eden ve belirli bir standarda sahip ilmî, kültürel veya sanatsal çalışmalardır. Bu nedenle bir klasiğin tanımı bağlamına bağlı olarak değişiklik gösterse de genellikle zamansız ve etkili olduğu düşünülen şeyleri ifade ettiğini söyleyebiliriz. Bu tanımlama özelinde tasavvuf klasikleri denilince akla daha çok tasavvufun dünya görüşü çerçevesinde teşekkül edip bu dünya görüşünün şu veya bu alanlarında zamanını ve coğrafyasını aşan metinler gelmektedir. Kuşkusuz ki, tasavvuf geleneği çok-dilli ve çok-kültürlü bir gelenektir. Bu durum üretilen eserlerin klasikleşmesini engellemek açısından oldukça etkili olmasına rağmen çok sayıda tasavvufi eserin zaman içerisinde hem kendi alanı açısından hem de dünya edebiyat tarihi açısından zamanını ve coğrafyasını aşarak klasik hüviyetini elde etme başarısı gösterdiğini söyleyebiliriz.

    Tasavvuf literatürünün klasik metinlerini kabaca değerlendirdiğimizde genellikle iki ana aks etrafında yoğunlaşma dikkatimizi çeker. İlk aks büyük ölçüde tasavvufî hayatın bir dindarlık metodu olarak inşası sürecinin konularından teşekkül etmiştir. İkinci aksta ise tasavvufun kapsamlı ve sistematik bir biçimde bir dünya görüşü olarak kurulması sonucunda varlık, bilgi ve değerler alanına ait bütün problemler yer alır. İlk aksta yer alan klasik metinlerin ortaya çıkış süreci tasavvuf dindarlığının yaygınlaşması ve farklı coğrafyalarda belirgin bir kültür olması süreci ile paralellik arz eder. Nitekim tasavvufi hayat Irak topraklarında bir dindarlık hareketi olarak dikkat çekmeye başladığı hicrî ilk asırların akabinde buradan çıkarak İslam dünyasının diğer etkili havzalarına dağılmıştır. Tasavvuf dindarlığı bu havzalarda otantik bir biçimde gelişen diğer dindarlık hareketleri ve mistik geleneklerle kısa sürede etkileşime girer. 4./10. yüzyılda Horasan, İran, Mâverâünnehir bölgeleri tasavvuf hareketinin yeni ve dikkat çekici merkezleri olma yolundadır. Bu yerlerin yanı sıra Suriye, Aşağı Irak toprakları, Mısır ve Kuzey Afrika coğrafyalarında da tasavvuf hareketinin küçük çaplı kıpırdanmalarına şahit oluruz. Bütün bu hareketlilik ister istemez tasavvufun mahiyeti hakkında çeşitli istifhamların doğmasına ve buna karşılık da tasavvuf hareketinin normatif bir gelenek olarak kendisini kurgulama sürecine girmesine yol açtı. Bu nedenle hicrî dördüncü asırda yaşayan ve özellikle de din ilimleri formasyonuna sahip olan birtakım sufiler tasavvuf dindarlığının ilk mümessillerinden menkul karmaşık ve müphem mirası korumak, aktarmak, değerlendirmek ve analiz edebilmek için bir düzene sokma ihtiyacı hissettiler. Bunun için de ilk dönem sufilerinin tasavvufi hayatın incelikleri üzerine yapmış oldukları tartışmalar incelendi, onların menkıbeleri, çoğu tasavvuf dindarlığının özü hakkında ipuçları veren aforizmalardan oluşan sözlü mirasları ve davranış kalıpları kayda geçirildi. Tasavvufun normatif bir gelenek olması için elzem olan kendine özgü diline, bir din ilmî hassasiyetiyle terminolojik bir mahiyet kazandırıldı. Öte yandan tasavvufun meşruiyet zeminin gösterilmesi ve onun içerdiği konuların sınırlarının çizilmesine çalışıldı. Bu bağlamda tasavvufla konu ya da yapı benzerliğine sahip olmakla beraber dinî açıdan şaibeli ya da sakıncalı kabul edilen inanç ve amel biçimlerine sahip ana akım dışı hareketlerin özellikleri üzerinde duruldu.

    Tasavvufi dindarlık hareketinin normatif bir gelenek olarak inşasının, dolayısıyla tasavvuf klasiklerinin ilk olarak ortaya çıkışının hicrî 3 ve 4. asırlardaki genel entelektüel faaliyetlerle uyum arz ettiğini söyleyebiliriz. Nitekim bu dönem İslam entelektüel geleneklerinin teşekkül dönemi olarak nitelenmektedir. Fıkıh, kelam, naklî ilimler ve hatta doğa bilimleri alanında ortaya çıkan entelektüel hareketlilik ve bunun yanı sıra gerek amelî gerek akidevi açıdan mezhepsel kimlikler ve dindarlık modellerinin belirgin hâle gelişi yine bu yüzyıllarda gerçekleşmiştir. Tasavvufî normatif gelenek de bu entelektüel ve sosyal faaliyetlere paralel bir gelişim sürecine sahiptir. Hicrî 4. asırda bu sürecin oldukça net bir görünüm kazandığı söylenebilir. Zira ilk sufi müelliflerin son derece mucez ve çoğu anekdot ve nakillerden ibaret olan belirli bir konu bazlı eserlerinden farklı olarak ilk defa bu asırda tasavvuf alanında profesyonel anlamda yazarlık ve bunların eserlerinden oluşan literatür ortaya çıkar. Bu literatürün kaynağı ilk dönem sufilerinden yazılı veya sözlü olarak nakledilen mirastır ve ilk dönemde yaşamış bir sufinin tasavvuf dindarlığı alanında belirli bir konudaki sözü, davranışı veya itiraz ve eleştirilerinden müteşekkildir. İlk dönem sufilerinden gelen bu miras tasavvuf klasiklerinin ilk metinleridirler. Bunlardan daha sonra da işaret edeceğimiz üzere iki temel eser türü ortaya çıkar. Bunların ilki tasavvufi hayatın genel bir çerçevesini sunan ve sufi olmak isteyen kişilere kılavuzluk eden el kitapları literatürüdür. Diğeri ise biyografi derlemeleridir. Bu eserleri takip eden süreçte zaman içerisinde tasavvuf klasikleri özellikle tasavvufun dindarlık modeli ve din anlayışı olmayı aşarak bir dünya görüşüne doğru gelişmesiyle birlikte daha da çeşitlenecektir.

    Yukarıda da zikredildiği üzere tasavvufun ilk klasiklerini teşkil eden metinlerin ana problemi din ve dindarlık anlayışıdır. Çünkü tasavvuf hareketi ilk dönemlerde daha çok bir dindarlık metodu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle de bu eserlerin problematiği büyük ölçüde dinin temel meselesi olan kulluğun boyutlarına dair idi. Dolayısıyla bu dönemdeki temel klasik metinler daha çok Tanrı-insan ilişkisini ele alır. Tasavvufun bir ilim olarak konusu daha çok insan ve onun fiillerini özellikle de kalbe ait fiiller ve durumlardır. Yöntem olarak din ilimlerinin yöntemini tercih eden bu dönemin klasik yazarı naklî bilgiye başvurmanın yanı sıra tasavvufu bir tür fıkıh yapma metodu olarak da kurgular. Böylece tasavvufun din ilimleri alanındaki meşruiyet sorununu da gidermeye çalışır. Yine bu dönemin klasik metin yazarı tasavvufa sempati besleyenlere pedagojik açıdan kılavuzluk etmeyi amaçlar. İlk dönem sufilerinin hatırasının canlı tutulmasını sağlayarak tasavvufi geleneğin sonraki nesillere aktarımını hedefler. Ayrıca sufilerin entelektüel bir cemaat olarak İslam toplumunda kabulünün şartlarını sağlamayı da ister. Dolayısıyla entelektüel olarak rakip kabul edilen diğer zümreler karşısında tasavvufun otoritesini ispat etmek onun için en önemli görevlerden biridir.

    Tasavvufun bir dünya görüşü olarak sistematik bir yapı kazanmasının ardından ise klasiklerin yazarları konularını genişletmiş, yöntemlerini de çeşitlendirmişlerdir. Bu dönemdeki klasik yazarları için artık insan ve fiillerini konu olmaktan çıkıp tasavvuf ilminin meselelerine dönüşür. Tasavvuf ilminin konusu ise vücûd, yani varlık olarak tespit edilir. Böylece klasik yazarları tasavvufu din ilimlerinin ulaşmak istediği en büyük maksat olarak tasavvur etmenin yanı sıra her ilmin konu ve meselelerini düzenleyen en üst ilim konumuna da yükseltirler. Dolayısıyla ilk dönemdeki klasik metin yazarının hedeflediği şeyler bu dönem klasik metinlerin yazarları tarafından çok az dikkate alınır. Bu dönemin yazarının ana hedefi tasavvuf ilminin diğer ilimler üzerindeki otoritesini kabul ettirmektir. Bu amaçla zaman zaman muhatap kitlenin ki bu kitle büyük ölçüde skolastik geleneğe bağlı entelektüellerdir, yöntemi olan burhana başvurmaktan çekinilmez. Bununla birlikte burhanı getirmekteki amacın yalnızca muhataba aklen imkânsızlık iddiasının geçersizliğini kanıtlayabilmektir. Klasik yazarı bu bağlamda yine kendi iddiasının asıl temelinin keşfe ve vahye dayalı olduğunu savunmaya devam eder.

    Tasavvuf literatürünün klasik metinlerini içerdikleri konuları dikkate aldığımızda altı ana grupta toplamak mümkündür. Bu grupların ilkinde tasavvufi hayatın genel prensipleri ve sufiliğin mahiyetinin incelendiği el kitapları yer alır. El kitaplarının hedef kitlesi daha çok tasavvuf yoluna girmeyi isteyen talipler ile bu yolun henüz başlangıç seviyesinde olan şahıslardır. Bu nedenle bu tarz el kitapları daha çok sufi kimliğinin ne olduğuna dair konulara yer verir. Bazen bu tarz el kitaplarında bazı sufilerin kısa biyografileri de aktarılarak bir sufinin âdeta canlı örneğinin portresi çizilmeye çalışılır.

    Tasavvufi hayat kılavuzu mahiyetindeki bu tarz klasikler tasavvuf tarihinin hemen her döneminde yazılmıştır. Hâris b. Esed el-Muhâsibî (ö. 243/857)’nin er-Ri‘âye isimli eseriyle başlatabileceğimiz tasavvufi hayata dair el kitabı yazım geleneği ilk dönem tasavvuf literatüründe Ebû Nasr es-Serrâc (ö. 378/988)’ın el-Luma‘’ı, Ebû Bekr Muhammed b. Ebû İshâk İbrâhîm b. Ya‘kūb el-Buhârî el-Kelâbâzî (ö. 380/990)’nin et-Ta‘arruf’u, Ebû Tâlib el-Mekkî’nin (ö. 386/996)’nin Kûtu’l-Kulûb’u, İbn Fûrek el-İsfahânî (ö. 406/1015)’nin el-İbâne ‘an Turuki’l-Kâsıdîn’i, Abdülkerîm el-Kuşeyrî (ö. 465/1072)’nin er-Risâle’si, Alî b. Osmân el-Cüllâbî el-Hücvîrî (ö. 465/1072 [?])’nin Keşfu’l-Mahcûb’u ile sürdürülür. Bu tarz tasavvufi hayat rehberi mahiyetindeki el kitabı türünün en kâmil hâli ise kuşkusuz İmâm Gazzâlî (ö. 505/1111)’nin İhyâu Ulûmi’d-Dîn isimli eseridir. Gazzâlî sonrası dönemde de el kitabı tarzında klasik metinler karşımıza çıkar. Necmüddîn-i Kübrâ (ö. 618/1221)’nın Usûlu Aşere’si, Ebû Hafs Şihâbüddîn Ömer b. Muhammed es-Sühreverdî (ö. 632/1234)’nin ʿAvârifü’l-maʿârif’i, Necmeddîn-i Dâye’nin (ö. 654/1256)’nin Mirsâdu’l-İbâd’ı Gazzâlî sonrası dönemde yazılmış bu tarz el kitaplarının en çok yaygınlık kazanmış olanlarıdır.

    Tasavvuf klasiklerin ikinci grubunda sufilerin hayat hikâyelerinin incelendiği eserlerden teşekkül etmiş olan biyografiler bulunur. İki ana gruptan oluşan bu eserlerin ilk grubundakiler şahsa özel olmayıp birden fazla kişiyi inceleyen genel biyografik metinlerdir. Bu tarz eserler de kendi içinde yazım yöntemleri açısından iki farklı tarza sahiptir. İlk yazım tarzında daha çok sufilerin tasavvufi hayatın inceliklerine dair sözleri ve bazı davranışlarına yer verilmesi dikkat çeker. Dolayısıyla bu tarz eserlerde çoğunlukla sufilerin olağanüstü hikâyeleri ve kerametlerine çok fazla rastlanılmaz. İkinci yazım tarzında ise bunun aksine daha çok menkıbevi hayat hikâyeleri ön plandadır. Bol miktarda keramet ve olağanüstülüklerle ilgili anlatılara yer verilir. İkinci grupta yer alan biyografi metinleri ise şahsa özel metinlerdir. Bunlar da kendi içinde otobiyografik olan ve olmayan olmak üzere iki farklı tarzda yazılmıştırlar. Otobiyografik eserlerde ise yine iki farklı tür karşımıza çıkar. Bunların ilki bir sufinin daha çok tasavvufi tecrübelerini aktardığı spiritüel otobiyografi türüne ait eserlerdir. Diğeri ise bir sufinin daha çok seyahat veya hatıralarını anlattığı biyografik eserlerdir. Otobiyografik olmayan şahıs biyografileri ise yine ilk gruptaki gibi daha realistik biyografi metinleri ve menkıbevi metinler olmak üzere iki farklı tür altında incelemek mümkündür.

    Biyografi alanında klasikleşmiş tasavvufi eserler içerinde günümüze intikal eden ilk eser Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî’nin (ö. 412/1021) Tabakātü’s-Sûfiyye’sidir. Sülemî’nin eserini Ebû Nuaym el-İsfahânî (ö. 430/1038)’nin Hilyetü’l-Evliyâ isimli on ciltlik kapsamlı biyografi eseri takip eder. Hâce Abdullah-ı Herevî (ö. 481/1089)’nin Tabakātü’s-Sûfiyye’si, İbn Hamîs el-Kâ‘bî’nin (Hüseyin b. Nasr el-Mevsılî) (ö. 552/1157) Menâkıbü’l-Ebrâr ve Mehâsinü’l-Ahyâr’ı, Ferîdüddin Attâr (ö. 618/1221)’ın Tezkiretü’l-Evliyâ’sı, Molla Abdurrahman-ı Câmî (ö. 898/1492)’nin Nefehâtü’l-Üns’ü, Şa‘rânî (ö. 973/1565)’nin etTabakātü’l-Kübrâ’sı, Muhammed Abdürraûf el-Münâvî (ö. 1031/1622)’nin el-Kevâkibü’d-Dürriyye’si ve son dönem Osmanlı meşâyıhından Hüseyin Vassâf Efendi (ö. 1929)’nin Sefîne-i Evliyâ’sı bu alanda dikkat çeken önemli biyografi eserleridir. Ayrıca Ebü’l-Hasan ed-Deylemî (ö. 392/1002)’nin şeyhi İbn Hafîf eş-Şîrâzî’nin hayatını konu alan Sîretü Ebî ʿAbdillâh isimli eseri ya da Menâkıb-ı Hacı Bektâş gibi anonim eserlerde olduğu üzere şahısları konu alan çok sayıda klasik eser de kaleme alınmıştır.

    Tasavvuf klasiklerinin üçüncü grubunu tasavvufi dünya görüşünün ana esaslarını açıklamaya yönelik çalışmalar teşkil eder. Bu tarz klasikler tasavvuf düşüncesinin ana konularını bir bütün olarak ele alan eserler olabildikleri gibi belli bir konuya odaklanmış eserler de olabilirler. Ebû Mansûr el-Hallâc (ö. 309/922)’ın Tavâsîn’i, Hakîm et-Tirmizî (ö. 320/932)’nin Hatmu’l-Evliyâ’sı, İmâm Gazzâlî’nin Mişkâtu’l-Envâr’ı, İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240)’nin Fusûsu’l-Hikem ve Futûhât-ı Mekkiyye’si, Sadreddin Konevî (ö. 673/1274)’nin Miftâhu’l-Gayb, İʿcâzü’l-Beyân ve en-Nusûs isimli eserleri, Abdülkerîm el-Cîlî’nin el-İnsânu’l-Kâmil’i bu alanda öne çıkan kurucu metinlerdendirler. Bu tarz kurucu metinler yöntemsel olarak yalnızca tasavvufî dille yazılmış olabildikleri gibi Konevî’de ve sonra onu takip eden ve bir tür tasavvuf “skolastik”i geliştiren nazari irfan okulunda görüleceği üzere kısmen ya da tamamen burhani bir dille de yazılmış olabilirler.

    Tasavvufi terminolojinin açıklanmasına yönelik sözlük çalışmaları da klasik metinlerin bir diğer grubunu teşkil ederler. Tasavvufun bir ilim olarak kurumsal kimliğini kazanmasının bir sonucu olarak sufiler kendi ilimlerine ait terminoloji geliştirmişlerdir. Bu terimlerle ilgili ilk açıklamalar sufilerin sözlü mirasına kadar geri gider. Bununla beraber tasavvuf terminolojisi ilk olarak müstakil bir bölüm şeklinde yukarıda bahsi geçen el kitapları grubunun bazı temel metinlerinde yer almıştır. Tasavvuf terimleri açısından klasikleşen telifler içerisinde Hâce Abdullah b. Muhammed b. Alî el-Ensârî el-Herevî (ö. 481/1089)’nin Menâzilu’s-Sâirîn’i öncü metinler arasında yer alır. Keza önemli sufi müelliflerden olan Rûzbihân-ı Baklî (ö. 606/1209)’nin 1001 tasavvuf terimini açıkladığı Meşrebü’l-Ervâh adlı eseri de tasavvuf terimleri çerçevesinde değerlendirilmesi gereken önemli bir klasik metindir. Müstakil olarak tasavvuf terimleri sözlüğü denebilecek ilk metin İbnü’l-Arabî’ye ait Mu‘cemu Istılahâti’s-Sûfiyye isimli kısa risâledir. Şeyh-i Ekber’in ıstılahatını Fahreddin-i Irâkî (ö. 688/1289)’nin Risâle-i Istılâhât-ı Ehl-i Tasavvuf adlı Farsça kısa risalesi izler. Tasavvuf terimlerini geniş ve müstakil çalışmalarla ele alan ilk müellif Abdürrezzâk el-Kâşânî (ö. 730/1330)’dir. Kâşânî, bu alanda iki klasik eser telif eder. Bunların ilki Istılâhâtü’s-Sûfiyye adıyla kaleme aldığı sözlüktür. Diğeri ise ilk eserin daha geniş kapsamlı ve eklerle genişletilmiş hâli olan Letâʾifü’l-İʿlâm fî İşârâti Ehli’l-İlhâm isimli sözlüğüdür. Tasavvuf terimleri telif alanı güncelliğini sürdüren bir alan olup modern zamanlarda da çok sayıda tasavvuf terimi sözlüğü yazılmıştır.

    Tasavvufi dünya görüşünün ve din anlayışının edebî bir şekilde yeniden tasarlanması nazım ve nesir alanlarında klasik metinlerin ortaya çıkmasına imkân tanımıştır. Bu grupta yer alan eserler de klasikler içerisinde mülâhaza edilmesi gereken edebî metinler grubunu teşkil ederler. Bu tarz eserleri en genel anlamda manzum ve mensur olmak üzere ikiye taksim etmek mümkündür. Manzum eserler nazmın hemen her türünde ortaya çıkan klasik metinlerden teşekkül eder. Bunlar bazen bir kaside olabilir. Bazen bütün bir divan olabilir. Ya da bir mesnevî olabilir. Nesir olarak telif edilen klasikler ise hitabet türünde eserler, kurgusal hikâye tarzında kaleme alınmış eserler ve hikemiyyât dediğimiz kısa aforizmalar şeklinde kaleme alınmış eserler olabilirler. Bu tarz klasik eserler sayıya girmeyecek kadar çok olmakla birlikte Ferîdüddin-i Attâr (ö. 618/1221)’ın Mantıku’t-Tayr’ı, İbnü’l-Fârız’ın (ö. 632/1235) Kasîde-i Hamriyye ve Tâiyye’si, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672/1273)’nin Mesnevî’si, Abdülkādir-i Geylânî (ö. 561/1166)’nin vaazlarından teşekkül eden el-Fethu’r-Rabbânî’si, İbn Atâullah (ö. 709/1309)’ın el-Hikemü’l-Atâiyye’si bu alanda zikredilmeye değer tasavvuf klasikleridir.

    Sufiler kendi özgün din ve dünya görüşlerinden hareketle hem şer’î hem de akli sahada yorum metinleri kaleme almışlardır. Bu tarz çalışmalar da tasavvufi telifler alanında klasikleşen metinler arasında yer bulurlar. Yorum metinlerini kendi içinde değerlendirdiğimizde bunların şer’î alanla ilgili yorum metinleri ve şer’î alan dışında kalan yorum metinler olmak üzere iki farklı grupta toplandığı söylenebilir. Şer’î alandaki yorum metinleri ise Kur’an ve hadis temelinde nas yorumuna dayalı metinler ve nas dışında kalan fıkıh, kelâm vb. şer’î ilimlere ait metinlere yapılan şerh çalışmaları şeklinde ayrıştırılabilir. Kur’an ve hadise yapılan tasavvufî yorumlar işari tefsir adı verilen ekolü meydana getirmiştir. Diğer taraftan şer’î ilimler olan fıkıh, kelam hatta tasavvuf alanında yazılmış metinlerin yine bu çerçeveye uygun biçimde tasavvufi yöntemle şerh edilmesi de oldukça kapsamlı ve çok sayıda eseri ihtiva eden bir literatürün oluşmasını sağlamıştır. Bunun yanı sıra sufilerin profan alanda yazılmış eserleri de yine tasavvufun kendine özgü hermenötiğiyle yorumladıklarına şahit oluruz. Başta gramer olmak üzere felsefi ya da müsbet ilimlere ait metinler hatta başka dinlerin kutsal metinlerinin bu bakış açısıyla yorumlandığı eserler görülmektedir. Bu tarz klasik metinlere örnek olarak Ebû Abdirrahmân es-Sülemî (ö. 412/1021)’nin Hakâiku’t-Tefsîr’i, Kuşeyrî’nin Letâʾifü’l-İşârât’ı, Kelâbâzî’nin Bahru’l-Fevâid’i, Konevî’nin Şerhu Erbaîn’i, yine Kuşeyrî’nin Nahvu’l-Kulûb isimli gramer şerhi, İbnü’l-Arabî’nin et-Tedbîratu’l-İlâhiyye adını verdiği sahte Aristocu bir metin olan Sırru’l-Esrâr şerhi bu tarz klasik eserlerin önemli örneklerinden birkaçıdır.

    Tasavvuf klasiklerini üreten sufiler kendileri başlı başına bir yönteme sahip olmakla ve bu yöntem çerçevesinde her şeyi yorumlamaya çalışmakla beraber zaman içerisinde onların ürettikleri metinlere de farklı yorum geleneklerine bağlı kişiler tarafından farklı okumalar yapma girişiminde bulunulmuştur. Bu okuma girişimlerinin bir kısmı tasavvufun ruhuyla çelişmezken bir kısmının sufiler tarafından çok da uygun görülmeyeceğini söylemek mümkündür. Bununla beraber bugün entelektüel açıdan bu tarz metinlerin Freudyen, Jungçu, Marksist, egzistansiyalist, feminist, tradisyonalist, fenomenolojik yöntemler kullanılarak okunmaya çalışıldığını da söyleyebiliriz. Bu tarz okumaların bir kısmının müelliflerin maksadını aşan aşırı yorumlara yol açtığını belirtmekte fayda olsa da yine de metinlerin gündeme getirilmesi açısından faydadan hâlî olmadıkları da bir gerçektir.

     

    * Doç. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi.