YOL AÇMAK, YOL OLMAK , YOLDAN ÇIKMAK OLARAK SANAT
Selman Bayer
İnsan yolda kemal bulur. Dünyada olmak yolda olmaktır. Döneceği, bütün bir yolun muhasebesini yapacağı ya da yolu unutmaya koyulacağı bir evin olması buna engel değildir. İnsan meskunken de seferiyken de yoldadır. Yol bir oluş ihtimalidir. Yalnız geldiği ve yalnız gideceği bu dünyada bir yol hikayesi yaşar insan. Bu yol daha önce milyonlarca kez gidilmiş olsa da; yazılmış, tahkiye edilmiş, nesilden nesle anlatılmış olsa da her giden için yeni ve bakir bir yoldur. Yakası açılmadık küfürlerden, daha önce hiç tecrübe edilmemiş mistik keşiflere uzanan geniş imkânları ve sürprizlerine kadar her şeyiyle biriciktir. Kendi biricikliğini keşfetmeye yazgılı insanın kendi kaderini tecrübe edeceği, kendini inşa edeceği bir serüvendir. İnsanın bu dünyada yapıp ettiği her şey; anlatıdan, dostluğa, kinden, dine, tezyinden, tedbire, ticaretten, sanata kadar her şey yol azığından ibarettir. İnsan yoldadır ve bu yolda kendini tezyin ve tahkim edebilmek için rehber arar.
İnsan bu dünyada tek ve gerçek irade sahibidir. Her şeyin kendisine vurularak kıymet kazanacağı ya da kaybedeceği mikyastır. Sanat, siyaset, ticaret, eğlence, toplum, din, devlet, evlilik, dostluk… Bütün bunlar, insanın hâllerine göre kâh ayak bağı olan, kâh yol açan, kâh yolu güzelleştiren, kâh yoldan çıkaran rehberlerdir. İnsanın özgürlüğü bunlardan bağımsız olmasındadır. İnsanın özgürlüğü bunları tercih edebilmesindedir. Tercih iyi ya da kötü mutlak bir sonucu vaat eden sır değildir. Tercih başlı başına bir değerdir. İnsanın neyi kazanıp kazanamayacağından çok neye karar verip sebat edeceğinin mühim olduğunu gösteren bir pusuladır. Yukarıda zikredilen ya da zikredilmeyen birçok refakat aracının içerisinde, insanın binlerce yıllık tecrübesine dayanarak, görece bir ayrım yapılabilir. Bazılarının iyi ya da kötü olduğu zikredilebilir. Ayrıntıya vakti olmayan genel kanının da buna mutabık olduğu düşünülebilir. Siyasete nazaran sanatın, ticarete nazaran dinin daha masum olduğu iddia edilebilir. Nihayetinde Doğu ya da Batı’da fark etmeksizin geleneğin siyaset ve ticaretin tehlikelerine karşı not ettiği devasa bir külliyat vardır. Sokrates’in “Politikacı olarak yaşayamayacak kadar dürüst bir adamdım,” dediği rivayet edilir. Birçok benzeri olan bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: “On kişi üzerinde bile olsa, yöneticilik yapmış olan her insan kıyamet gününde (Allah’ın huzuruna) elleri boynuna bağlı olarak gelir. Sonra da ya adaleti sayesinde kurtulur ya da haksızlık etmiş olduğu için mahvolur!” Ortaçağ Hristiyan düşüncesinin önemli isimlerinden Tertullianus “Kazanç maksadı taşımaksızın ticaretin yapılamayacağını, haris ve tamahkâr olmaksızın da kâr gayesiyle davranılamayacağını” söylemiştir. İnsanlığın muhaccem kütüphanesi benzeri birçok söz, tez, nasihat ve hatta tehditle doludur. Tarih bize bu sözlerin çoğunun haklı olduğunu gösterdiği kadar mutlak bir isabet tutturamadığını da hatırlatır. Diğer yandan siyaset ve ticarete nazaran daha sınırlı da olsa sanata ve dine dair benzeri bir külliyat olduğu aşikardır. Fakat aynı temkin orada da geçerlidir. Hülasa, siyasetin ve ticaretin tek başına insanı yok edecek kudrette bir tehlikeyi havi olduğu iddia edilemeyeceği gibi sanatın ya da dinin de tek başına ya da kendi kendine insanı kurtaramayacağı, onu temize çıkaramayacağı aşikardır. Bütün bunların isabet oranı insanın tercihine ve tecrübesine bağlı olarak değişkenlik arz eder.
İnsan burada öylesine şaşmaz bir terazidir ki bir azizin savurduğu küfür, bir sahtekarın ağzından çıkan kutsal sözden daha hayırlıdır. Bu minvalde, siyaset ya da ticaret, bize göre cari ve mütehakkim olan yorumuyla da olsa, sadece bir yorumu ya da anlamıyla tehlike arz eder. Aynı ölçü sanat ya da din için de geçerlidir. İmam Birgivî’nin Tarîkatül-Muhammediyye’sinde kalbin afetleri sıralanırken ilk sıralarda ilim ve dinin olması bunun bariz bir delili olarak okunabilir. Yani bir insanın âlim ya da abid olması onun mutlak bir kurtuluşa kavuşacağı anlamına gelmediği gibi ciddi bir düşüş tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu da gösterir. Her ne kadar diğer yazılarımızda bu ihtimal pek görünmüyor gibi olsa da sanatın da insanı yoldan çıkaracağı ihtimali kuvvetli bir ihtimaldir.
Biz de bu yazıda bu ihtimali bir film üzerinden anlamaya çalışacağız. Martin McDonagh’ın The Banshees of Inısherin adlı filmini bu ihtimal bağlamında değerlendireceğiz. Dünya genelinde epey ses getiren film felsefi, siyasi, teknik, feminist vs. birçok farklı bağlamda eleştirildi. Her yorum hem özgün hem de aşırı yorumdur elbette. Fakat her yorum biricik ve yorumlayanın kendine mahsustur. Bu satırların yazarı da kendi sade dil zaviyesinden, insanın hikâyesi bağlamında bir eleştiri getirmek düşüncesiyle bakıyor bu filme.
Film, bütün doğal güzellikleri ve bozulmamışlığıyla, izleyeni dünyanın dışındaymışçasına romantik hislerle dolduran bir adada geçer. Hikâyeyse bütün bu romantikliği zorlayan bir şiddete sahiptir. Adanın adı Inisherin. Aslında böyle bir ada yok. McDonagh’ın kendi yarattığı bir mekân. Bu mekân bazı eleştirilerde görüldüğü gibi olumsuz anlamlarla yüklü bir muhayyilenin eseri olabilir. Fakat tarihi ve dünyayı değil de insanı merkeze alan bir muhayyilenin ürünü olma ihtimali yüksek. Biz de bu ihtimal üzerinden devam edeceğiz yazımıza. Inısherin denilen muhayyel adanın iç savaşın devam ettiği İrlanda’yı tam karşıdan gören bir konumda olduğunu film esnasında fark etmeden öğreniyoruz. Acımasız bir iç savaşın devam ettiği ana kıtaya göre fazlasıyla sakin ada hayatı içerisinde, birbirinin aynıymış gibi geçip giden günleri yıllardır beraberce yaşayıp uğurlayan Colm ile Padraic adlı iki dostun hikâyesi bu. İnsanları olağanüstü ve sıradan olarak ayıran Dostoyevski’nin ifadesiyle söylersek biri olağanüstünün diğeri sıradanlığın temsilcisi gibi görünen iki eski dostun. Colm şiire, müziğe ilgisi olan amatör bir müzisyen, Padraic ise kız kardeşiyle yaşayan sıradan bir çiftçi.
Film, Colm’un, devam edegelen dostluğa ilk bombayı atmasıyla; yani her gün öğleden sonra bir şeyler içme ritüeline son vermesiyle başlıyor. Colm eski dostu Padraic’i hayatında ilk defa reddediyor. Kendisine epey düşkün olan eski dostu Padraic’e “artık senden hoşlanmıyorum,” demesiyle şaşırıyor ve meraklanıyoruz. Bir yanıyla fazlasıyla sıradan bir yanıyla müthiş çarpıcı bir başlangıç. Çoğu zaman farklı yorumlar ve tecrübelerle harmanlanmış bir film bilgisine sahip ortalama bir sinefilin ilk etapta ne diyeceğini bilemeyeceği bir başlangıç. Diğer yandan bu sinefili hayatın içerisine koyup ona eski bir dostunun böyle bir şeyi söylediğini hayal edin. O zaman da muhtemelen ne diyeceğini bilemeyecektir. Ama iki çaresizlik arasında büyük bir fark var. İşte yalnızca aleladeliğin içerisinde birdenbire patlayan şaşırtıcılığıyla değil, kurguyla gerçek arasındaki bu uçurumu da gözümüzün içerisine sokan bir başlangıç bu. Hayatın sıradanlığı ve insanın gamsız körlüğü devam ederken kendi emarelerini hiç süslemeden gösteren mukadder bir sonun birdenbire zamanı yarması gibi bir başlangıç. Tam da bu anlamda müthiş kıymetli elbette.
Colm’un gerekçesi basit. Bu sıkıcı tekdüzelikte yaşayıp giderken epeydir içinde büyüttüğü bir soruyu ciddiye alıyor ve onun peşinden gitmeye karar veriyor. Kalan ömrünü hep aynı şeyleri yaptığı ve böylelikle isimsiz bir insan olarak sonlandıracağı anlamsız bir dostluğa değil şiir ve müzikle dolu bir hayatın vaat ettiği ölümsüzlüğe ve öldükten sonra da anılacak bir isme adamak istiyor. İzleyici kadar sıradanlığa razı olduğunu düşünen Padraic için de müthiş anlamsız ve delirtici bir çaba elbette. Çatışma da burada başlıyor zaten. Yalnızca karakterler değil, izleyiciler de iki farklı hikâyenin iki ayrı insanlık hâlinin nihayetinde kendisine döneceği kavgasına davet ediliyor. Biz Colm ve Padraic arasındaki kavgayı izlerken bu iki eski dostun etrafında halka halka belirginleşen bir hayata da şahit oluyoruz. Padraic’in kız kardeşi Siobhan ve Siobhan’a platonik aşkla tutulmuş arkadaşları Dominic.
Filmi izlerken isimler dikkatimi çekmişti. Sonrasında biraz araştırdığımda tuhaf bir ihtimal çıktı önüme. Aslında isimler de hikâyenin bütününü sırlayan birer parça gibi görünüyordu. Padraic asil, aristokrat, soylu anlamına geliyor. Bir anlamda, güçlü bir şekilde arzı endam eden geleneği ve muhafazakarlığı ima ediyor. Colm ise “güvercin” anlamına geldiği gibi, “olumlu bir gelişmeyle, iyi niyetle göçen” anlamına da geliyor. Colm’un sanat gibi ulvi bir gerekçeyle bir hâlden başka bir hâle göçmek istediğini görünce isminin anlamı daha da belirginleşiyor. Colm ile Padraic’in arasındaki çatışmanın şahidi ve hâkimi olan Siobhan ise “Tanrı’nın lütfu” demek. Siobhan karakteri bütün eleştirmenlerin dikkatini çekmiş. Gerçekten de yan karakter olarak görünse de güçlü bir aurası var ve isminin hakkını veren bir duruşa sahip gibi görünüyor. Diğer yan karakter, trajik olanı üzerine yüklenen Dominic ise “tanrısal, tanrının uhdesinde olan, kader” anlamlarını yüklenmiş. İsimlerle ilgili ayrıntıyı vermemin sebebi açık. Karakterler ismiyle müsemma ve hikâyenin içerisinde daha da anlam kazanan birtakım hâlleri ya da anlamları temsil ediyorlar.
Film eleştirilerine bakıldığında yorumların genelde Colm üzerinde temerküz ettiği görülüyor. Filmde maceraya davet eden, hareketi temsil eden Colm’un olması bunu mantıklı kılabilir. Sıradanlığı yaran ve tarihe bir yarık atan ana karakter Colm. Adanın bütün olağanlığını, kendisinin farkında olan bir birey olarak bozmaya niyet eden, adaya ilk huzursuzluk tohumunu atan da o. Sanatın tabiatını, dünya üzerinde görünüş biçimlerini düşününce ne kadar da isabetli bir karakter yazımı olduğunu fark edebiliyoruz. Filmin başında gerçek bir kahraman, korkusuz bir isyancı ya da fedakâr bir devrimci gibi görünmesi de bundan. Fakat film ilerledikçe başta yaşadığımız eminlik kayboluyor. Karakterler arasında belirginleşen, büyüyen ve rahatsız eden bir belirsizliğin ortasında lal kesiliyoruz. Ortalama bir izleyici olarak taraf tutmak iştiyakımız bir anda sönümleniyor. Film, dizi ya da roman fark etmez, iyi bir kurgunun başarması gereken şey tam da bu olmalı zaten. İzleyicinin/okurun ön kabullerini yerle bir etmek ve ahlaki konumunu sorgulamasına yol açmak. Colm ile Padraic’in hikâyesi bize bu yıkımı çok farklı boyutlarda yaşatma ihtimalini de fazlasıyla barındırıyor. Özellikle amatör bir sanatçı olarak Colm’un durumu ve iç muhasebesi. Siobhan da Colm’a benzer entelektüel bir tecrübe yaşasa da Colm’a nazaran çok daha mülayim, uzun vadeli düşünen ve dengeyi gözeten bir hareketin, maceranın kahramanı olarak arzı endam ediyor filmde. Colm kadar, ön planda değil ve onun kadar çekici görünmüyor elbette. Bu da bütün göz boyacı görünürlüğün ötesinde kendi loşluğunda devam eden hayatların çok daha sahih ve devrimci olabileceğinin iması olarak okunabilir.
“Boş ceviz dahi kırılmak istiyor,” diyordu Nietzsche. İnsanın kendisini bir şey zannetmesinin en veciz, en derinlikli sözlerinden biri olarak tarihe geçen bu cümlenin Colm’un karakterine ışık tutacağına inanıyorum. Burada belirgin bir önyargı olduğunu reddetmeyeceğim elbette. Fakat önyargının bir tür bilgi çeşidi ve hatta bilgimizin koşulu olduğunu aklımdan çıkarmadan yoluma devam edeceğim. Colm’un, dünyanın pek de haberdar olmadığı küçük bir adada, alelade bir müzisyen olarak yaşadığı izleyenlerin malumu. Bize Konigsberg’den hiç çıkmadığı hâlde çağları aşan bir evrenselliği yakalayan Kant’ınkine benzer bir karakter de çizilmiyor. Colm küçük ve imkânları fazlasıyla kısıtlı bir adanın, kendi hâlinde ve isimsiz kalmaya mahkûm bir müzisyeni olarak görünüyor. Dünyası ve ufku sınırlı. Hayallerine kavuşmak için adayı terk etmesi gerektiğini düşünen ve bunun için planlar yapan Siobhan’la birlikte düşününce bu sınırlar daha belirginleşiyor. Colm’un en yakın arkadaşını kurban etmek uğruna verdiği kararın o kadar da sağlıklı olmadığını görüyoruz. Mesela arzu ettiği ölümsüzlüğü gerçekleştirmek için kendi içinde niyet ettiği göçten çok daha fazlasını vaat edecek adadan göç etmeyi hiç düşünmüyor. Tabiri caizse pasif agresif bir devrim, karikatürize bir aydınlanma Colm’un yaşadığı. Bu çarpık aydınlanma Colm’e yalnızca yeni müzisyen arkadaşlar kazandırıyor ve elbette parmaklarını kaybettiriyor. Parmakların yitirilişi beste yapmayı arzulayan biri için çok büyük bir kayıp olmasa da aklıselimi baskılayacak histerik bir duygusallığın varlığına dalalet. Colm’un geriye kalan ömründe bir sanat eseri bırakmak istemesi ve sanatın vaat ettiği ölümsüzlüğü arzulaması, böylesi bir histeriye teslim olması, adanın gerçekleriyle birlikte değerlendirildiğinde Nietzsche’nin yukarıdaki sözünü hatırlatan bariz bir parodiye dönüşüyor. McDanough sanki bize sanata dair köpürtülüp duran ölümsüzlük iksirinin, eğer mutlak bir bütünlük içerisinde ve insanın irrasyonelliğiyle birlikte değerlendirilmediğinde, büyüleyici bir illüzyon, iyi kotarılmış ticari numaradan ibaret olduğunu anlatıyor gibi.“Deha parçada bütünü görebilmektir,” diyordu Henry Miller, sancılı 19. yüzyılın hikâyesini büyük sanatçıların üzerinden anlatırken. Bugünse artık parçanın bütün zannedildiği karanlık zamanlardayız. Bir bütünün idarecisi olarak İnsanın değil, bütünün parçalarından ibaret olan, sanat, siyaset, bilim, ticaret, teknoloji ya da din gibi parçaların uydusu ve simsarı olan insancıkların dönemindeyiz. Hâliyle insanlığı tek başına siyasetin, tek başına bilimin, tek başına sanatın kurtaracağını zanneden ve bu zannı pazarlayan yalancı peygamberler dönemi bu dönem. Böylesi bütünlükten yoksun ve birtakım kıymetleri ya da imkânların köpürtüldüğü çarpık aydınlanma da trajediyle sonuçlanması muhtemel bir sürece sürüklüyor insanoğlunu. Sanat ya da bilim insanın gözünü açıyor elbette ama bakmayı bilmeyenin görmesi ne mümkün! Bütün bir kültürün, hikâyenin değişmesiyle bu değişimin farkına varmak, değişimin kendisini yüceltmek ve buna tutkuyla sarılmak farklı şeyler.
Colm’un Padraic’e “Artık senden hoşlanmıyorum çünkü sıkıcı birisin” dediğini hatırlayın. Perde bir kere kalktı mı artık eskisi gibi görebilmen mümkün değildir. Cennette de böyle olmamış mıydı? Gözleri açıldığında –ya da kapandığında– Âdem ile Havva çıplak olduklarını fark ettiler. Fakat oradaki çıplaklık bir gösterenden ibaret. Bir anlamda sayd aleti. Bu çıplaklığı fark etmek tek başına bir kayıp ya da değer değil o çıplaklığın işaret ettiği hakikati görmek mesele. İnsanın imtihanı burada zaten. Kendini fark etmesi, kendi çıplaklığını görmesiyle başlıyor. Fakat Colm’un hikâyesinde farklı bir yöne evriliyor bu keşif. Bu da gözün açıldığını ama bakışın kazanılamadığını imliyor. Colm kendi çıplaklığını gösteren sanatı yanlış anlayarak ya da abartarak eşsiz bir dostluğu muhayyel ve histerik bir ölümsüzlüğe kurban ediyor. Mozart gibi, Kant gibi bir dahi değil Colm. Karakter çiziminde bir dehayla karşı karşıya olduğumuza dair en ufak bir ima bile yok. Fakat Colm’un sanatı ve onun semptomlarından biri olan ölümsüzlüğü bahane ederek dönüştüğü tipte birçok sorun ayan beyan ortaya çıkıyor. Her şeyde olduğu gibi sanatın da olumlu ya da olumsuz tarafları var. Geleneğin diliyle söylersek rahmani ve şeytani taraflar. Kudemanın buyurduğu gibi melekler sıkıcıdır ama şeytan hep bir eğlenceye davet eder. Sanatın, insanın çıplaklığını yüceltmesine sebep olması da böylesi bir olumsuz tarafın su yüzüne çıkması demek aslında. Bunun çaresi de her dönemin yobazlarının yaptığı gibi ondan kaçmak, sakınmak değil elbette. İnsanın kendisini aşması o sıkıcılığın ötesine geçip şeytani eğlenceyi de içselleştirerek yeni bir hâle ulaşmanın hikâyesiyle yazgılı değil mi?Sanat insanın gözünü mü açıyor yoksa ona bir bakış mı kazandırıyor? Ölümsüzlük vaadiyle ikna edilen ya da kandırılan insan sıradanlığını fark ettiğinde kendisine zarar verecek kadar bundan iğreniyor ya da yüceltiyor mu? Bütün bu sorular Colm’un şahsında bu serüvene yazgılı her insan tekinin muhatap olması gereken sorular. Ve elbette kendi cennetinden kovulmayı – ya da konfor alanını terk etmeyi mi demeliydim– göze alması gerekiyor insanın.Filmin iki başrol oyuncusundan biri olan Colin Farrell bir röportajında hikâyeyi “neşenin parçalanması” olarak özetlemişti. Bir oyuncudan beklenmeyecek derinlikte ve harikulade bir özet. Bunu aslında bütünün parçalanması olarak da okuyabiliriz. Neşe bütünün anasırından biri elbette. Bir bütüne ait olmanın emniyetinden, kendilik bilincine ve hatta Nietzsche’nin amor fatisine uzanan geniş bir anlama sahip. George Lukacs bütün büyük eserler bir neşeye sahip derken de buradan konuşuyor aslında. İnsan da, şaşı değilse, farkında olmadan neşesi olan insanlara meyleder. Farrell’in tespitinin ne kadar isabetli olduğunu buradan da anlayabiliriz. Diğer yandan bu tespit bize Baumann’ın parçalanmış hayatını hatırlatıyor. İnsanın bütünlüğünden uzakta nasıl da bir trajedinin kahramanına ya da figüranına dönüşebildiğini gösteriyor. Yani neşenin parçalanması aslında masumiyetin, saflığın yitimi anlamına geliyor. Padraic, yani asil olan, cennetten kovulmadan önceki insanınsa Colm da kovulduktan sonra fark ettiği çıplaklığı üzerine düşünen insanın temsili. Bu anlamda film modern döneme girişin ya da insanın tamamıyla yitiminin bir hikayesi olarak da okunabilir. Artık saflığın, masumiyetin doğrudan tecrübe edilmesi değil onun hikâyesinin anlatılması, estetize edilmesi söz konusu. Padraic’in soylu, asil anlamına karşı Colm’un gönüllü bir göçmen manasına gelmesi belki de böylesi sanatsal bir göçün hikâyesini imliyor bize. Colm masumiyetin evreninden onun hikâye edildiği evrene göçüyor ve bunu yaparken sanatı tırnak içine alıyor. Oysa Padraic’e göre sanattan çok daha önemli bir şey var: dostluk. İyi insan olmak ya da temsil ettiği anlamla masumiyetin ta kendisi. Âdem’in elmayı yemeden evvel yaşadığı cennet. Fakat insan cennetten kovulmaya yazgılı. Yani neşenin parçalanması mukadder. Mesele bu parçalanmayı nasıl yorumlayacağında düğümleniyor.Filmdeki yan hikâyeler de bu manayı güçlendiriyor gibi. Burada Siobhan –ki Tanrı’nın lütfu anlamına geldiğini bir kere daha hatırlatmama müsaade edin– onlara böylesi bir tanrısal uyarıda bulunarak hem kardeşinin –yani tanrının vaz ettiği iyi olma hâlinin– hem de Colm’un –Tanrı’nın kendisini sorumlu tuttuğu insanın– arasını düzeltmeye koyuluyor. Adaleti göz etmeyi ihmal etmiyor, niyet okumuyor, aşırı yoruma kaçmıyor, sonrasını düşünmüyor yalnızca sade bir dille iki dostun arasını bulmaya gayret ediyor. Siobhan’a âşık olan ama bunu açıkça itiraf edemeyip lafı dolandıran Dominic ise kader. Yani bütün bu hikâyenin içerisinde ya da hemen üzerinde tanrısallığın doğrudan tecelli ettiği bir hâlin, sürecin temsilcisi. İntihar etmesi ya da ortadan kaybolması kaderin modern dönemde görünmezliğine ve elbette yine parçalanmışlığa bir işaret sanki. Kader gayrete aşık derler. Siobhan’ın –tanrının bir lütfu olarak mı– bilinçli bir karakter olması ve kimselerin gözüne sokmadan, bütün sıradanlığı ve ama o ölçüde kutsallığıyla –ki gerçekten kutsal olan çoğu zaman fark edilmez– kendinden bir şeyler yapma gayreti mi –ki kitaplarını gördük evde- Dominic’i Siobhan’a bağlayan? Ya da masumiyetin, edilgen iyiliğin –Padraic– olduğu kadar kaderin –Dominic– de artık geride kaldığını mı gösteriyor bize bu film?
Siobhan’ın görünmeyen ama bilinen bir yerlere gitmesi –ki mektupla da pekiştirilmiş bir şekilde– kendini olumlu bir anlama, evrene taşıyabilmiş olması filmde olumlanıyor. O hâlde bunu şöyle mi okumalıyız? Kader, İsa ya da gelenekten gelen her şey, orada tanımlandığı anlamıyla, orada taşıdığı çağrışım dünyasıyla bugüne cevap vermekte yetersiz. Bu anlamda Colm’un görkemli ama trajik yanlış anlamasının yanında Siobhan’ın bütün sadeliğiyle hakikati fark etmesi, anlaması çok daha mühim. Colm sanatı haddinden fazla tazim edip yeniden kendini boğan bir zehre dönüştürürken Siobhan neşeyi içten içe hisseden bir irfanı tercih ediyor. Siobhan’ın yaptığı şu: İlme’l yakîn olarak bildiği ama hakka’l yakîn tecrübe etmediği dünyaya göç etmeye niyet. Ruhbilimin literatürüne başvurursak konfor alanını terk etmek istiyor. Bu konfor alanını terk etmenin bizim geleneğimizde pek de akla getirilmeyen bir karşılığı var. Atalarının dinini terk etmek. Bu yalnızca Yaratan’ın olmaktan çıkıp ataların âdetine dönüşmüş bir din anlayışı olduğu kadar, din olarak tesmiye edilen, kültürün, yaşayış biçiminin ve hâlin de terk edilmesi olarak okunabilir. O hâlde Siobhan, Colm’un gölgesinde kalsa da ondan çok daha ferasetli ve kararlı bir şekilde, gayretin ve iradenin yegâne sahibi olarak, atalarının dinini –yani geleneğini ve geleneğin yerinde saydığı kutsal görünümlü bir kısır döngüyü– terk etmeye niyetleniyor.Burada böylesi bir devrimin eril olmaktan ziyade dişil bir tabiat taşıması gerekliliğini de görebilir miyiz? Dostu tarafından tahkir edilerek terk edilen Padraic’in gittikçe öfkelenmesi ve dostunun evini yakmasını da bu soru çerçevesinde okuduğumuzda erilliğin, bütün güç ve şiddet çağrışımlarıyla daha da belirgin olduğunu da söyleyebiliriz sanırım. Padraic İsa’ya dek uzanan geleneksel anlamlar mahfazası gibi görünüyor elbette, ama daha bütünlüklü bir yerden baktığımızda onun da Colm’dan aşağıya kalır yanı yok. O da eril bir hâlle hâlleniyor. Dünya kıyafetini üzerine giyinen masumiyeti temsil ediyor olması da bunun bir delili. Çünkü masumiyet, insanın hikayesi söz konusu olduğunda, tek başına bir anlam ifade etmiyor. Yola çıkmaya gönlü olmayan, kaderini reddeden –ki Padraic’in Dominic’e kızıp küçümsemesini, küsmesini hatırlayın– bir ahlakçılığın bayramlığı gibi bir şey burada masumiyet. O hâlde iyilik Padraic’te arzı endam ettiği gibi doğrudan masumiyet değil, Siobhan’da olduğu gibi o masumiyetin de ötesine geçip, iyiyi ve kötüyü anlayabilme, iyinin ve kötünün ötesine geçip, aşıp karar verebilme kabiliyeti, dirayeti. Yani masum olan iyi olan demek değildir diyor film bize. İyi olmak için masumiyeti de aşmak gerekiyor. Colm’un sanata yüklediği anlamın da bu masumiyetle aynı kaderi yaşayacağı muhakkak. Sanat yolda olan insan için iyi bir rehber ama Colm’un şaşı bakışıyla tazim ettiği bir isim bırakmak, ölümsüzlüğe kavuşmak adına duygusallığa teslim olmak için değil. Bizatihi kendi gerçekliğini keşfetmek anlamında. Hem yolda olanın kendisi olduğunu fark etmek hem de insandan gayrı bütün değerlerin insana vurulduğunda gerçek anlamına kavuşacağını idrak etmek anlamında. Yani nasıl ki iyi olabilmek için masumiyeti aşmak gerekiyorsa sanatın da, Colm’un yaptığının aksine, içindeki birtakım zehirlerden emin olmak, yoldan çıkarabilecek büyüsünü aşmak gerekiyor.