BİZİM BÜYÜK AHLAKSIZLIĞIMIZ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Selman Bayer

    Bugün ahlaksızlık temel bir insanlık hâli. İnsanlık artık düzenli bir kaosun içinde yaşıyor. Binlerce yıllık tecrübesine dair inancı neredeyse tükendi. Bütün o tecrübe sürekli güncellenen bir nihilizmin içerisinde yalan yanlış hatırlanan bir hatıra gibi. Bu da bizi köksüzleştiriyor, tedirgin ediyor. Sağlam adımlarla yürüdüğümüzden eminken bir anda altımızdaki zeminin başına buyruk hareket ettiğini fark ettik ve çaresizce debeleniyoruz. Debelendikçe de batıyoruz. Bitimsiz bir baş ağrısı, mide bulantısı ve görme bozukluğunun musallat olduğu bu dönemde bütün varlığımız aslında çoğumuzun fark etmediği ama çoktan teslim olduğumuz ve hayatımızı ona göre tanzim ettiğimiz verili bir ahlaksızlığın üzerinde yükseliyor. Ya da alçalıyor mu demeliydik! Dünyanın bizi, insanlığa bahşedilen, onun yüzyıllar boyunca ürettiği bütün değerlerden çok uzakta bir yere savurduğu aşikâr artık. Dünyaya da haksız yere yüklenmeye gerek yok aslında. Bütün bu görkemli savruluşun mimarı da, müsebbibi de insanın ta kendisi. Ahlaki, felsefi, ideolojik hülasa birçok açıdan değerlendirilebilir bu süreç. Birçok farklı yorum getirilebilir. Fakat nihayetinde geldiğimiz noktanın insanın, insanı insan yapan değerlerin sınırında; sonrasında ne olacağı belirsiz bir karanlığın eşiğinde mefluç bir hâlde anın hâllerine asılı kalmış durumda olduğu hakikatini değiştirmez.

    Peki, bu sahiden böyle mi? Yoksa kendisini her şeyin maliki, miadı ve sonu zannetmeye pek meyyal olan insanoğlunun içinde yaşadığı çağla mukayyet ve muharref zihninin bir yanılsaması mı? Hegel’in tarih için “halkların mutluluğunun, devletlerin bilgeliğinin ve bireylerin erdemin kurban edildiği kanlı bir sunak,” demesinin üzerinden iki yüzyıl geçti. Ondan yüzlerce yıl önce de dünyanın birçok yerinde düzenin bozulduğundan, ahlakın tefessüh ettiğinden şikâyet eden birçok kayıt var. Bütün bu literatür ve insanın muazzam yanılgılar tarihi ortadayken içinde yaşadığımız durumu karamsar bir yaklaşımla okumak ve yorumlamak konusunda çok mu aceleci davranıyoruz? İnsan zaten pek aceleci değil midir? Öyle tabii. Fakat yine de bunun aksi örneklerini sunmak konusunda bize bütün cömertliğiyle rehberlik eden tarihe güvenerek konuşabiliriz sanırım.

    Dünya söz konusu olduğunda ahlaksızlık mutlaktır diyebiliriz. Fakat bunun evrenselliği, tesiri nesilden nesile, çağdan çağa değişebiliyordu. Hegel’in uyarıcı karamsarlığının aksine ahlaksızlığın olduğu kadar ahlakın da hâkim olduğu dönemler olmuştu muhakkak. Tarih boyunca ahlak her daim bir çaba ve uyanıklığı gerektirdi. Ahlaklı insan batmamak için sürekli güvertedeki suyu boşaltmak zorunda olan gemideki mürettebat gibiydi. Fakat yine de gemiyi salim bir şekilde limana yanaştırdığı ya da denizaşırı seyahatlere mümkün hâle getirdiği zamanlar oldu. Yani dünya var olalı beri bir kısmı karanlıktaysa diğer kısmı aydınlıktaydı. Bu ay ve güneşin, yani tabiatın aydınlattığı dünyada, elbette ki onun paralelinde, bizatihi insana bahşedilen ve onun sürekli çoğalttığı, sürekli yeniden yarattığı kültürün sayesinde mümkün oldu. Fakat bugün tabiat, ay ve güneşin vazifelerine olan sadakati sayesinde hâlâ vazifesini bihakkın yerine getirse de kültür ona ayak uydurmakta geri kaldı ve ahlaksızlık hiç olmadığı kadar güçlü bir şekilde dünyaya egemen oldu.

    Ahlaksızlık nedir? En basit ifadesiyle ahlakın kısmi ya da bütünsel olarak reddidir. Ahlak insan içindir. İnsanın doğasıyla kültürü arasındaki dengenin prospektüsüdür. Yaptığı tercihlerin, bu tercihler neticesinde ortaya çıkan kültürün, bu kültürle şekillenen kurumların, zihinlerin, eserlerin ve nihayetinde yine o insanın ait olduğu bütün olarak insanlığın üzerinde; ondan bağımsız bir kurallar, erdemler manzumesidir. İnsanın doğasıyla, kültürüyle, muhatabıyla ya da topyekûn dünyayla arasındaki ilişkin usulünü belirleyen, o ilişkinin sıhhatine çeki düzen veren, yol gösteren yazılı/yazılı olmayan kurallar bütünüdür. İşte bu bütüne kasteden; insanı üzerindeki yıldızlı gök ya da o göğün göğsündeki yansımasından uzaklaştıran bir parazittir ahlaksızlık.

    İşte bu ahlaksızlık bugün bizim hayatımızın en güçlü otoritesi. Geleneklerden, kurumlardan, tarihten, sanattan ve dahi dinden çok daha kudretli bir tesire ve imkâna sahip bir otorite. Hayatımızın her safhasında tahakkümünü berkitmiş ve bunu bize sezdirmeden yapmayı başarabilmiş görünmez bir Tiran. Gündelik ilişkilerimizden, kurumsal kimliklerimize, uluslararası arenadan, kültür sanata, ticaretten akademiye ve hatta kendi benliğimizle olan mahrem ilişkiye kadar her alanda bu tiranın hâkimiyeti söz konusu. Bu durumu fark edebilmek, bundan kaçabilmek kadar zor. Hani şu evlatlarını yiyerek hayatta kalan yaşlı dev Ugolin gibi görünmez bir diktatör. Diktatörler görünmeye pek meraklıdır, hatta görünmeden var olamazlar ama bu gerçek bir diktatör işte. Biz de onun görünmez kudretinin belirlediği bir ahlaksızlık durumunun içinde kendi yolumuzu bulmaya çalışıyoruz.

    Terry Eagleton “Bireylerin kötü niyetli eylemlerinin değil de menfaatlerin ve insanlardan bağımsız işlemlerin ürünüdür kötülük,” diyordu. Ahlaksızlık işte bu kötülük maskesiyle örtülen şeytani varlığın asıl yüzü. Vergi kaçırmak, birilerinin ayağını kaydırmak, kırmızı ışıkta geçmek gibi küçük kurnazlıklardan soykırım gibi büyük kötülük planlarına kadar bu varlığın zehriyle mümkün oluyor. Fakat bunları hep iyilik adına ya da iyiliği tazim ederek yapıyor. Kötülük nihayetinde kötünün bile kamu önünde mesafeli duracağı, tanımazdan geleceği bir durum. Bizim bahsettiğimiz ahlaksızlık artık herkesin alıştığı normal bir hâl. Gücünü de bu görünmezlikten ya da kuşandığı sıradanlıktan alıyor. Bir tehlike arz etmiyor. Aksine insan tekinin hayatını kolaylaştıran bir yanı var. Yani Eagleton’un dediği gibi kötü niyete ihtiyaç duymuyor ahlaksızlık. Bütün nasipsiz ama meleke kesp etmiş diktatörler gibi insanların kötü olma iradelerine, onların zihinsel olarak ahlaksızlık durumuna hazır ve layık bilinçler olmalarına hiç gerek duymadan doğrudan onların menfaatlerini takip ediyor. İktidarını oraya kuruyor. İnsan da yaşamak için buna tabii oluyor hâliyle. Buna itiraz eden, bundan beri duran, bundan korunmaya çalışanlar da yalnızlaşıyor, dışlanıyor. Bauman Ahlaki Körlük’te “Günümüz dünyası adeta diasporaların oluşturduğu takımadalar gibidir,” diyordu. Daha çok, sosyopolitik bağlamda, yapılmış bir tespitti bu. Bunun psikolojik tarafı da var artık. Pek tabii ki iyiler de böylesi bir diasporanın üyeleri. İyiliğin neşet ettiği topraklardan ve kimlik bilincinden kendi bireysel serüvenine ve soyut yalnızlığına göç etmek zorunda kalmışlar da bir tür diaspora artık.

    Bugün artık sisteme dâhil olmuş her insan ahlaksızlığın birey çapında olabileceği kadarıyla fahri profesyonelleri olarak sistemin bize dayattığı bürokrasi ölçüsünde ahlaklı olabiliyor. Nasıl ki profesyonel bir kapitalist şirket (sanki aksi düşünülebilirmiş gibi) bir PR faaliyeti olarak Afrika’daki çocuklar için ya da Asya’nın bir bölgesinde endemik bir tür için ya da sokak köpekleri için birtakım kampanyalar düzenliyorsa, bizim iyiliklerimiz de aynı şekilde bireysel kampanyalardan; bizi rahatsız etme ihtimali bulunan muhtemel vicdan azaplarını bastıran PR çalışmalarından ibaret. Artık yalnızca devletler değil insanlar da şirketleşmeye başladı. Kendilerini bir şirketi yönetir gibi yönetiyorlar. Zizek “Hayırseverlik kayıtsızların eğlencesidir,” diyordu. Bugün hepimiz aynı kayıtsızlığın müntesibiyiz artık. Çünkü hayırseverlik dünyanın en elit tabakasından en küçük ve fakir birime kadar ulaşan evrensel bir âdete dönüştü. Yalnızca gözü dönmüş kapitalist bir zengin değil, oğluna ya da karısına küçük bir hediye alan alelade bir baba da bu bitimsiz eğlenceye katılmış oluyor. Bu da karnavalesk bir neşe katıyor bütün insanlığa. Fakat her şeyin üzerini örten sahtekâr bir neşe bu. İnsanlar bu neşede birleşirken beraberinde tek tipleşiyorlar da. Ahlaksızlığın hâkim olduğu bir düzende farklılıklar da bu tek tipleşmeyi tahkim eden bir renk olabiliyor ancak.

    Zizek Cennette Bela’da, Brezilya’da farklı statülerden insanların bir arada dans ettiği bir karnavalı zikrettikten sonra “Takdir edersiniz ki işsiz kalmış bir işçinin, ailesine nasıl bakacağına yönelik kaygılarını bir kenara bırakarak kendisini özgürce dans etmeye kaptırmasıyla zengin bir bankacının yoksul bir işçiye kredi vermeyi reddettiğini unutarak coşup insanlarla kaynaşmaktan keyif alması kesinlikle aynı şey değildir,” der. Artık aynı yardım kuruluşunda çaba sarf etmek, aynı zeminde şeytanı taşlamak, aynı gösteride slogan atmak ve hatta aynı safta ibadet etmek de karnavalesk tonda seyreden uyuşturucu bir eğlenceden ibaret. İnsanlar burada kendilerini, hakikatlerini unutarak tek tipleşiyorlar. Böylece körleşiyorlar ve birbirlerini anlayacak temel zeminden gittikçe uzaklaşıyorlar.

    Leonidas Donskis Ahlaki Körlük’te “Kötülük, savaşla veya totaliter ideolojilerle sınırlı değildir. Bugün, kendisini daha çok, başkalarının acılarına tepki göstermemekte, ötekileri anlamayı reddetmekte, duyarsızlıkta ve gözlerin sessiz, ahlaki bakışlardan çevrilmesinde ortaya çıkarmaktadır,” diyordu. Bizi esir alan ahlaksızlık Donskis’in fark ettiği bu eksikliği görüp onu da yukarıdaki gibi PR faaliyetleri ya da vitaminsiz, siniri alınmış vicdan merkezleri olan sosyal medya gibi mecralar aracılığıyla etkisiz hâle getirebiliyor. Donskis’in bütün bilgeliğiyle tespit ettiği eksiklik hâlâ tüm görkemiyle orada duruyor elbette. Ama menfaatinden başka bir şeyi görmemeye programlı yığınların görüş alanından bir daha ki kriz anına dek uzaklaştırılmış oluyor.

    Dahası, kendi menfaati kadar kendi acısını; ideolojik paydaşlarının acısını kutsarken başkalarının acısını küçümseyip yok sayıyor insan. Oysa Wittgenstein birden fazla insanın çektiği acının tek bir insanın çektiği acıdan asla daha büyük olamayacağını söylemişti. Acılar arasında ahlaki bir tercih yapmak mümkün değildir. Zulmün bir birimiyle yüz birimi arasında fark olduğunu iddia eden ideolojinin gemisine çoktan binmiş demektir. İnsan gittiği yol, taşıdığı anlam itibariyle zulmün yani karanlığın karşısında konuşlanmakla mükelleftir. Kendisinden öte, yüce bir bütünün o bütünü her safhasıyla kendinde barındırdığı kıymetli bir parçasıdır. Kendisine olan meyli o aidiyet bilincinin gelişmesi ya da kaybolmasına sebep olur. İnsan gündelik hayatı kolaylaştırmak amaçlı kategorizasyonun dümen suyuna girdiğinde farkında olmadan bir parçalanmaya maruz kalır. Görme yetisi hasar alır ve her şeyi parça parça görür. Zulmü, acıyı, kederi, haksızlığı da bu şaşılıktan mülhem ayırmaya, yanlış yorumlamaya başlar. Yani zulmün bir birimiyle on birimi arasında bir fark olduğuna inanır. Kendisine yakın olan zulmü onaylayıp uzak olanı reddeder. Bunun sonucunda ahlakı etkisiz hâle getirip onu ideolojinin kullanışlı aparatı hâline dönüştürür. Bugün ahlaksızlık bu süreci üreten sahte duygulanım fabrikasının ta kendisidir.

    “Belki de dinin hükümranlığının bittiği bir toplumda kalan tek aşkınlıktır kötülük. Artık kimse cennetin melek korolarına aşina değil ama herkes Auschwitz’i biliyor,” demişti Adorno. Kendi ahlaksızlığımıza bir milat ya da miat belirlemeyi; onu estetize ederek köpürtmeyi pek severiz. Auschwitz, Pol Pot, Hama, Sana ya da Gazze gibi tarihte birçok anı ölümsüzleştirmek isteriz. İsa’nın çarmıha gerilişi ya da Hazreti Hüseyin Efendimizin Şimr tarafından şehit edilişi. Bütün bunlar hakikat elbette. Fakat sadece bir edebiyata dönüştüğünde; kültür endüstrisinin harikulade dönüşüm merkezlerinde estetize edildiğinde hakikatini de setreder. Auschwitz çok geride kaldı artık. İnsanlığın ahlaki hafızasında bir nedamet anıtı olarak uyarıcı niteliğini çoktan kaybetti. Çoktur estetize edilmiş bir hatıradan ibaret. Bu anlamda dünya tarihinin karanlık anlarından biri olarak değil ahlaksızlığın endüstriyel varoluşunun en kudretli günah çıkarma aparatlarından biri olarak devam ediyor hayatına. Öyle olmasaydı, dün Hama’da, Yemen’de, Doğu Türkistan’da, Açe’de, Afrika’da, Cezayir’de bugün Ukrayna’da ve Gazze’de Auschwitz’i hatırlatarak unutturan birçok utanç verici katliam, soykırım söz konusu olamazdı.

    Dahası bütün bunların çoğu insanın suiistimal ettiği değerler adına yapılıyor. Kimisi din için, kimi insan hakları için, kimi vatan için, kimiyse kendi evlatları için yapıyor bütün bu katliamları. Çok daha acısı ise bu insanlık suçlarının hayata geçirildiği kanlı sahnede istisnasız bütün aktörler onlar için yazılmış senaryoyu oynuyor ve rollerine –menfaatlerine– göre kınıyor ya da destekliyor bu soykırımları. Yani burada ister devletler nezdinde, isterse bireyler nezdinde olsun hiç kimse otantik bir ahlaka göre tavır alamıyor. Siyasi dengeler, âli menfaatler, ideolojik gerekçeler ya da kişisel yetersizlikler, sahte aidiyetler ve hınçlarla belirleniyor bütün tavırlar. Ahlaksızlığın dünyamızda hiç olmadığı kadar güçlü bir tahakküme sahip olduğunu anlatmak için başka bir örneğe gerek var mı? Ahlaksızlık artık bizim temel paradigmamız, ruhumuzun ya da ruhsuzluğumuzun kozmik evreninde gizlenen en büyük amentümüz.

    Auschwitz insanın ne kadar zalim olabileceğinin en kudretli ve ses getiren örneklerinden biriydi. Estetikten felsefeye birçok disiplinde yer edinme anlamında da en şanslısı sanırım. Ama sadece o kadar! İnsanın bilinçli ya da bilinçsiz katkı sağladığı birçok zulüm etkinliğinin en sonunda bir zulmün, belki de en fazla seyirci sayısına ulaşan, bir Gazze bienalimiz var artık! Çocukların özellikle ön plana alındığı bu zalimane gösterinin en yeni taraflarından biri de bütün dünyada interaktif bir soykırım estetiği olarak okunması. Düşünün, bir ülke tam bir acımasızlıkla başka bir ülkenin topraklarına kastediyor ve gözü dönmüş bir ölüm canavarı gibi davranıyor ama biz bunun bile bir zulüm olduğunu ispat etmek için “çocuklar”ı öne sürüyoruz. Kendimize olan uzaklığımızın, kurumsal ve derin bir ahlaksızlığın pençesinde güya ayık sarhoşlar gibi yaşayıp gittiğimizin daha iyi bir örneği olabilir mi! Ne yani? Çocukları öldürmese ses etmeyecek miyiz? Savaşan iki askerden biri silahını indirdiğinde dahi masumiyetin alanına girdiği kabulünden dünya tarihine geçecek bir soykırımın soykırım olduğunu birilerine ispat etmek için çocukları öne süren sürmenaj bir zihin yapısına… İnsanın çöküşü ne kadar da hazin!

    Oysa bütün ahlak manzumeleri ahlakın evde, evin önünde, insanın kendi hikâyesinin avlusunda başladığını söylüyor. Bunu çoktan unuttuk mesela! Auschwitz’teki estetik obezite ya da abartı hayati bir gerçeğin üzerini örtmüştü: İnsanın zulüm tarihinin en şedit katliamlarını hemen unutup gündelik hayatına dek sirayet eden bir gafletle bu tip katliam ve soykırıma nasıl da çanak tuttuğunu hiç aklımıza getirmiyoruz. Bugün de aynı estetik körlük devam ediyor. Böylesi katliamlara sebep olacak uluslararası, toplumsal ve hatta bireysel ahlaksızlığımız hiç gündeme gelmiyor gene. İnsan olarak bizatihi kendimizin bu soykırımda ne kadar payımız olduğunu hiç düşünmüyoruz! Bunu düşünebilecek imkândan, düşünce geleneğinden yoksun olduğumuz ya da ciddi bir programla bundan yoksun bırakıldığımız aklımıza gelmiyor. Ama hayatımızın tamamını kuşatmış görkemli ve sistematik bir ahlaksızlığın bize sağladığı imkânlarla, kampanyalarla, uygun mecralarda insan olduğumuzu hatırlama seansları düzenlemeye devam ediyoruz. Hem de hakikatle doğrudan bağlantılı saf zihinler, kalpler olduğumuza iman ederek. İşte estetik obezite bu! Yokluğunu fark etmediğimiz bir vicdanın sentetik varlığını öylesine besliyoruz ki Auschwitz gibi Gazze de çok sert bir şekilde insan olduğumuzu bize hatırlatacağına bizi bir haksızlığın en masum ve cesur mağdurları olarak sahte bir savaşın sentetik kahramanlarına dönüştürüyor.

    “Kapitalizm, anlamın bütünlüğünü bozan ilk sosyoekonomik düzendir; dolayısıyla anlam düzeyinde küresel değildir,” diyordu Zizek. Anlam düzeyinde değil ama hınç ve ihtiras düzeyinde hiç olmadığı kadar küreseldir. Dünya tarihinde hiçbir devir yoktur ki bir bilginin olduğu kadar bir hastalığın da bunca hızlı yayılabileceği bir çağ olsun. Kapitalizm, tabiri caizse, güncellenmiş bir Bizans politikası güdüyor ve bölerek parçalayarak yönetiyor dünyayı. Fakat tuhaf olanı şu: Sınırları kutsarken sinirleri parçalıyor. Devletleri kutsarken insanları nesneleştiriyor. Hâliyle insanın bütünlüğüne kastediyor. Bu parçalanma da yalnızca nicelik olarak değil, ondan çok daha fazla kılcal damarlarına kadar uzanan bir niteliksel bölünmeyi beraberinde getiriyor. Zizek’in söylediği manada “anlamın bütünlüğünün” ne devletlerin kozmik odalarında, ne de toplumların tarihî varoluşlarında olduğunu düşünüyor. Bu bütünlüğün bizatihi her bir insan tekinin kodlarında olduğunu biliyor ve doğrudan insana saldırıyor. Böylece daha önce hiçbir çağa nasip olmamış derecede kudretli ve düzenli bir düzensizliği ihdas ediyor. Öyle ki insan iyilik ederken de kötülük ederken de ister istemez bu düzen/sizlik/e hizmet ediyor. Meseleleri bütünsel olarak görmekten mahrum kalmış insan siyakını sibakını hiç bilmeden; kendisinin dolaylı olarak onun müsebbibi olacağını düşünmeden dünyanın herhangi bir yerindeki zulme kendi meşrebine uygun olduğu sürece karşı gelerek, elinden geldiğince oranın iletişim kanallarıyla sinirleri alınmış birer ajitasyon aktörüne çevrilen mazlumlarına yardım ederek kendi manevi orjisini satın aldığının farkına varamıyor. Sisifos’un lanetini kara çevirmenin yolunu bulmuş kapitalizm de buradaki kârı maksimize etmiş olmanın yolunu buluyor hâliyle. Yıkıp yakmak en çok bütünlüğü parçalanmış insanı sömüren sisteme yarıyor çünkü. Kendi suç ortaklarını yaratan bu mütehakkim ahlaksızlık, düzeni de anarşiyi de bilgisayar oyununu yönetir gibi yönetiyor. Sürekli kazandığı için de ürün çeşitliliğini alabildiğince genişletiyor. Din isteyene din, vatanseverlik isteyene vatanseverlik, kudret isteyene kudret, köksüz, sentetik, GDO’lu barış isteyene de bütçesi el verdiği ölçüde o barışı satabiliyor.

    Zizek “dizginlenemeyen bir tüketimin yarattığı cennet”ten söz ediyordu. Sistem bu cenneti inşa ederken ürün çeşitliliğini oraya da taşıyabiliyor ve geleneğin cennetinden farklı olarak isteyene cennette savaş, düzensizlik ya da anarşi tecrübesini vaat edebiliyor. Cennette ahlak olmaz. Ama cennet görünümlü sahte cennetteyse temel düzen meşrulaştırılmış bir ahlaksızlıktan başka bir şey değildir. Görkemli bir nihilizm bu. Dinin, ahlakın her türlü ayrıntısı yerli yerindeyken bile bütün bir ahlaksızlığın hâkimiyetini kolaylıkla sürdürdüğü teleolojik bir nihilizm. Müthiş bir manifesto metniyle ilan edilmiş bir cennet müzesi de diyebiliriz buna. Tam da cennette olduğu gibi kendisine inanmayanı dışlayan ve onu tahkir eden, yok sayan ezelî bir işkenceye maruz bırakan bir müze. Eğer biletiniz ya da bir etiketiniz yoksa giremezsiniz çünkü. O bileti almanın makul bir ücreti var elbette; zaten size yük olan insanlığınızdan vazgeçmek. Merak etmeyin orada da her türlü insani hasleti yaşatabileceksiniz. Cennette bela mı istiyorsunuz? Ne demek! Ya da dünyanın bütün nimetlerinden yararlanırken yine de bir manastırda yaşıyormuş kadar temiz olmak mı istiyorsunuz? Hijyenik vicdan odalarımızda birkaç seansta o da mümkün. Aynı zamanda hem Mikonos’a hem Umre’ye gidebileceğiniz bir simülasyon sunuyor size. İnsanın yarattığı her şeyin sergilendiği bu müzede inançsızlığı olduğu kadar inancı da, hem de bütün ayrıntılarıyla, göz kamaştırıcı bir kürasyon eşliğinde izleyebiliyorsunuz. Bütün bu büyüleyici sahnede asıl bakmanız gereken, sergilenen hâllerin ve kıymetlerin hemen yanına özene bezene asılan etiketler ve elinize tutuşturulmuş bilettir. Etiket ve bilet kapitalizmin fahri konsoloslarıdır. Onların olduğu her yerde sadece satış vardır. “Dizginlenemeyen bir tüketimin yarattığı cennet”in yakıtı da tabii ki satış olacaktı.

     

    Sonuç Yerine

    “Şeytanların o kadar ele geçirdiği bir çağda yaşıyoruz ki, yakında iyilik ve adaleti, sanki bir suçmuş gibi, en derin gizlilik içinde yapabileceğiz,” diyordu Franz Kafka. O günlere geldik. İnsanlık topyekûn bir uyku hâlinde artık. Daha önce hiç olmadığı kadar güçlü ve evrensel bir karabasan hepimizin üzerine abanmış durumda. Ne kadar bağırsak da ne kadar debelensek de ne kadar bununla mücadele etmeye çalışsak da nafile! Bize dışarıdan bir dokunuş lazım. Artık ne yapacağımızdan, söyleyeceğimizden ziyade nasıl bakacağımızı önemsemememiz gereken bir uyku felci yaşıyoruz. “Bizi ancak bir Tanrı kurtarabilir,” diyen Heidegger bunu görmüştü. Bize dışarıdan bir müdahale lazım artık. Bu da ancak bireysel bir çabayla mümkün. Bu karabasandan başka türlü uyanamayız çünkü.

    Peter Sloterdijk’e göre Nietzsche “Tanrı öldü,” dediğinde erdemlerin insanı ve dünyayı terk ettiğini kastediyordu. İnsanın Tanrı yokmuş yaşamayı tercih etmesiyle birlikte erdemlerin ağır ağır terk ettiği bir dünyada ahlakın tahtına ahlaksızlığın geçmesi kaçınılmaz. Aslında başından sonuna taht oyunlarının merkezi olan bir dünyada böylesi bir taht değişikliği şaşırtıcı sayılmaz. Lakin hiç kimse tahtın yeni sahibinin bu kadar sessiz ve derinden ama bu kadar kuvvetlenen bir iktidara sahip olacağını tahmin edememişti. Tanrı’nın ölümü ağır ağır gerçekleşti. Öyle ki varlığıyla yokluğu arasında bir fark kalmayacak kadar uzadı bu süreç. Asıl ölüm de bu değil midir zaten! Nietzsche belki de bütün o sahih karamsarlığında bize asıl bu ölümü anlatmak istemişti.  Erdemlerin geri çekilmesi bağlamında bakıldığında bunun bir ölümden ziyade bir el çekme, istiğna olduğunu düşünebiliriz. İşte bu istiğna ihtimali bizi Şemseddin Sivasî hazretlerine götürüyor. “Padişah girmez saraya hane mamur olmadan,” derken erdemlerin çekilmesiyle birlikte üzeri örtülen, kirlenen bir dünyada o erdemlerin geri gelebilmesi için yapılması gerekene dair bir ipucu veriyor.

    Bugün artık felsefi bir spekülasyon olmaktan çok öte bir hakikati temsil eden “Tanrı Öldü” ifadesi artık inananlar/ ahlaklılar/ ahlakın tarafında olanlar ya da uyanıklar için yüzleşilmesi gereken bir gerçek. Nietzsche, aslında babasını öldürenin kim olduğunu bildiğini iddia ettiği Hamlet için şöyle diyordu: “Soytarılığı bu denli gerekli bulmak için nasıl acı çekmiş olmalıdır bir insan! – Hamlet’i anlıyor musunuz? Şüphe değil kesinliktir insanı deli eden!” Belki de bu çağda ahlakın tarafında olanların bu kadar huzursuz ve mütereddit olmalarının sebebi böyle bir şey olmalı. Kendi babasını –yani geleneği– öldüreni bildiği hâlde, onu söyleyememek, ona bir şey diyememek! Oysa bugün artık o cesarete mahkûmuz. Çünkü bizi kendine bağlayan değer simsarlarına ya da topyekûn geçmişe olan sadakatimiz anımıza kastediyor ve geleceğimizi elimizden alıyor. Mozart’ın Titus’un Merhameti operasında Titus sonlara doğru şöyle diyordu “Gerçekten tövbe etmeniz, kalıcı sadakatten daha değerlidir.” Bugün artık, cemaate, iktidara, millete, devlete, aileye, çeteye, partiye, serbest hisseli bütün suç ortaklıklarına ve hatta tamamıyla manipüle edilen muharref geleneğe olan sadakati de bir yana bırakıp gerçekten tövbe etme zamanı değil mi?