HAMBURGER ETİĞİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Eric Schwitzgebel*

    Yedi yaşındaki bir çocuk, felsefenin temel sorunlarının hepsini anlayabilir. Tanrı varsa neden kötü şeyler oluyor? Şu kapalı kapının ardında bir dünya olduğundan nasıl emin olabiliyoruz? Ölüp gittiğimizde toprak mı olacağız? İnsanları zevk için öldürdükten ya da soyduktan sonra cezalandırılmasaydık yine de bu eylemleri yapar mıydık? Sorular gayet doğal, ama cevapları zor tabii.

    Sekiz yıl önce, etik hocalarının ahlaki davranışları üzerine deneysel bir çalışmalar dizisi başlatmıştım. O zamanlar 7 yaşında olan oğlum Davy, arabanın arkasında bebek koltuğundaydı. “Ne dersin oğlum?” diye sordum. “Neyin doğru neyin iyi olduğu hakkında çok fazla düşünen insanlar, başkalarından daha iyi mi davranır? Daha iyi ya da dürüst olmaya meyilliler mi?”

     

    Davy, hemen cevap vermedi. Dikiz aynasından düşüncelere daldığını görüyordum. “Devamlı dürüst ve paylaşımcı olma hakkında konuşan çocuklar, genelde onlara karşı dürüst olmanı ve onlarla paylaşmanı isterler.” dediğini hatırlıyorum.

    Bir etik hocasıyla ilk kez karşılaştığımda -etik hocası derken de üniversitede etik dersi veren ve araştırmalar yapan felsefe hocasını kastediyorum- ona hemen etik hocalarının diğer hocalardan farklı davranıp davranmadığını sorarım ama cevapları genelde olumsuz olur.

    İrdelemeye değer bir mesele bu: Neden farklı davranmıyorlar? Etik hakkında düzenli düşünmek kişinin kendi davranışı üzerinde neden bir fark yaratmıyor? İlk bakışta fark yaratacakmış hissi vermiyor mu?

    Neyse ki bazı etik hocaları, bu soruyu sorduğumda hemen cevap vermeyip biraz düşünüyorlardı, ama verdikleri cevaplar ciddiyetten uzaktı ve hemen çürütülebilirdi, üstelik cevapları biraz açmalarını istediğimde pek bir şey ekleyemiyorlardı. Akademideki etik çalışmalarının tamamen soyut sorunlar ve tuhaf vakalar etrafında döndüğünü, gündelik yaşamla hiçbir bağlantısı olmadığını söylüyorlardı. Ancak birkaç örnekle bu iddianın asılsız olduğunu gösterebiliriz, çünkü Aristoteles erdem üzerine, Kant yalan söyleme üzerine, Singer da hayır ve bağış üzerine yazmıştır. “Ne yani, bilgi kuramcılarının daha fazla bildiğini mi sanıyorsunuz? Doktorların daha az sigara içtiğini mi düşünüyorsunuz?” dediklerini duyar gibiyim. Deneysel kanıtların gösterdiği üzere, doktorlar, benzer toplumsal ve ekonomik çevreden gelen ama doktor olmayanlara göre daha az sigara içiyor. Bilgi kuramcıları belki daha fazla bilmiyor ama feminizm uzmanlarının daha az cinsiyetçi davranış sergilediğini umuyorum; eğer öyle değilse gerçekten tuhaf bir durum vardır ortada. Meslekte uzmanlaşma ve kişisel yaşam arasındaki ilişkilerin farklı durumlarda farklı tezahür edebileceğini göstermek istiyorum.

    Mesleğimizin bu konuda söyleyecek çok az şeyinin olması bana hep garip gelmiştir. Nazizm mensubiyeti yüzünden Martin Heidegger’i eleştiriyoruz; bu mensubiyetin diğer felsefi görüşlerini ne kadar derinden etkilediğini merak ediyoruz. Ama kendimiz durup bir aynaya bakma zahmetine girmiyoruz.

    Aynı sorunlar ruhban sınıfı için de geçerli. 2010’da çalışmalarımın bazılarını İskoçya Konfüçyüs Enstitüsü’nde sunuyordum. Sonra birkaç rahibe yaklaşıp sorumu soruyordum: Ruhban sınıfından ortalama bir rahip, düz insanlardan daha iyi mi yoksa daha kötü mü davranıyor, yoksa onlardan bir farkı yok mu?  “Neredeyse aynı” dedi biri.  Diğeri de “daha kötü” dedi. Dinî öğretilere ve etik konuşmalara hâkim olmalarına rağmen, ruhban sınıfından hiç kimse bana ortalama bir rahibin ahlaki açıdan düz insanlardan daha iyi davrandığını söylemedi. Belki de bu kısmen kendi mesleklerinin tevazu gerektirmesinden kaynaklanıyordur. Ancak çoğu ne kadar çok hayal kırıklığı hissettiğini gizlemiyordu, seminere katılan genç bir rahip de “Keşke vaziyet tam tersi olsaydı” demişti.

    Stetson Üniversitesinden filozof Joshua Rust ile işbirliği içinde yürüttüğüm bir dizi deneysel çalışmada etik hocalarının ahlaki davranışlarını deneysel açıdan keşfetme fırsatı buldum. Bildiğim kadarıyla Joshua ve ben, bu konuyu sistematik biçimde araştıran ilk kişileriz.  Baktığımız ölçütler de şunlar: Kişinin kamu seçimlerinde oy kullanması, annesini araması, memelilerin etini yemesi, hayır kurumlarına bağış yapması, yere çöp atması, felsefe sunumları esnasında yanındakiyle muhabbet etmesi ve kapıyı çarpması, öğrenci maillerine cevap vermesi, kayıt parası ödemeden konferanslara katılması, organ bağışlaması, kan bağışlaması, kütüphaneden kitap çalması, kişisel izlenimlere dayanıp fakültedeki meslektaşlarını ahlaki açıdan değerlendirmesi, anket sorularına cevap verirken dürüst olması ve 1930’larda yaşasaydı Nazi partisine katılıp katılmayacağı.

    Elbette bu ölçütlerden bazıları diğerlerine göre daha önemlidir. Görece fuzuli işlerden (yere çöp atmamak) hayati kararlara (Nazi partisine katılma), yabancılara iyilik yapmaktan (kan bağışı) kişisel ilişkilere (anneyi aramak) kadar çeşitlilik gösterebilir. Cevaplar da sadece beyan sahiplerine aittir (hocanın annesini arayıp evladının onu gerçekte ne sıklıkta aradığını sormadık elbette).

    Fakat doğrudan gözleme ya da meslektaş tanıklığına veya arşiv bilgilerine dayandığımız yerler de var. Bazı durumlarda hem kişinin kendi beyanına hem de daha nesnel bilgilere sahibiz. Örneğin, filozofların bizzat beyan ettiği oylama verilerini devlet kayıtlarıyla karşılaştırabildik ve böylece gerçekten ne sıklıkla oy kullandıklarını görebildik. Bu arada, etik hocalarının kendi davranışlarına dair beyanlarının, başkalarının kendilerine dair beyanlarından daha isabetli ya da daha isabetsiz olduğuna yönelik de bir kanıt bulamadık.

    Görünüşe göre, etik hocaları daha iyi davranmıyor. Planlanmış birincil ölçütleri kıstas aldığımızda, bir bütün olarak etik hocalarının başka hoca gruplarına nispetle daha iyi davrandığına da asla şahit olmadık. Ama daha kötü davrandıklarını da görmedik. (İkincil ölçütleri kıstas aldığımızda bazı karmaşık sonuçlar ortaya çıkıyor.) Etik hocaları, mantıkçılar, kimyacılar, tarihçiler, yabancı dil öğretmenleri gibi başka hocalardan pek de farklı davranmıyor.

    Bununla birlikte, etik hocaları, vejetaryenlik ve hayır işleri gibi mevzular söz konusu olduğunda daha zorlayıcı ahlaki normlar benimseyebiliyorlar. Vejetaryenlik sonuçları özellikle çarpıcıydı. ABD’nin beş eyaletinden gelmiş hocalar üzerine yapılan bir araştırmada, katılımcı etik hocalarının yüzde 60’ı “düzenli olarak sığır ya da domuz gibi memeli eti yemeyi” “ahlaken çok kötü” ve “ahlaken çok iyi” arasında gidip gelen dokuz puanlık bir ölçekte “ahlaken kötü” olarak oyladılar. Buna karşın, filozof olmayan hocaların sadece yüzde 19’u bunu kötü olarak oyladı. Gayet büyük bir düşünce farklılığı bu. Ancak araştırmada daha sonra önceki akşam yemeğinde bir memeli eti yiyip yemedikleri sorulduğunda grupların cevaplarında hatırı sayılır bir istatistiksel fark görülmedi: Tüm gruplardan profesörlerin yüzde 38’i yemişti (etik hocalarında da bu oran yüzde 37’ydi).

    Hayır işlerinde de durum farklı değil. Aynı araştırmada katılımcılara sorduğumuz bir başka soru da şuydu: Herhangi bir hoca, maaşının yüzde kaçını hayır kurumlarına bağışlamalıdır? Sonra da geçen takvim yılında şahsi gelirlerinin yüzde kaçını hayır kurumlarına bağışladıklarını sorduk. Etik hocaları yine normların sınırlarını zorladı: ortalama yüzde 7 olması gerektiğini söylediler, diğer grupların ortalaması ise yüzde 5’ti. Fakat etik hocaları, yüzde olarak filozof olmayanlardan daha fazla bağışta bulunduklarını söylemediler; bu arada her iki grubun ortalaması da yüzde 4. Anketlerimizin yarısına bir hayır teşviki eklemek de (listeden seçilecek bir hayır kurumuna 10 dolarlık bağış yapma sözü) etik hocalarının anketi tamamlama olasılığını artırmadı. İlginç biçimde, etik hocası olmayan filozoflar, hayırseverliğe en az ilgi gösteren grup olsa da (yüzde 3) ankette bir hayırseverlik teşvikine gözlü görülür oranda yüksek tepki verdiler.

    Etik hocaları bu işi anlatıyor diye onların özellikle daha ahlaki davranmalarını ya da en azından bizzat benimsedikleri ahlaki normlarla uyumlu yaşamalarını mı beklemeliyiz? Belki de bu soruya kuvvetli bir “Hayır” cevabı vermeliyiz. Şu düşünce deneyine bir bakalım:

    Bir etik hocası lisans öğrencilerine Peter Singer’ın vejetaryenlik iddialarını anlatıyor. Bu iddiaları güçlü bulduğunu ve et yemenin ahlaki açıdan yanlış olduğunu söylüyor. Ders sona eriyor, sonra kantine gidip bir hamburger alıyor. Bir öğrenci yanına geliyor ve onu et yerken gördüğü için şaşırdığını söylüyor. (Vejetaryenlik örneği hoşunuza gitmediyse evliliğe sadakat, hayır kurumuna bağış, vergi ödemede dürüstlük veya zayıfı savunurken cesaret örneklerine bakabilirsiniz). “Neden şaşırdın?” diyor hocamız. “Evet, bu lezzetli hamburgeri doya doya yemek benim için ahlaki açıdan yanlış. Ama bir aziz değilim sonuçta. Ahlaki açıdan etrafımdaki insanlar kadar iyi olsam yeter. Kantindeki insanlara bak. Neredeyse herkes et yiyor. Yanlış olabilir ama başka herkes bu hazzın keyfine varırken ben neden yoksun kalayım? Üstelik, sırf etik hocasıyım diye kendime yüksek standartlar dayatmak adil olmazdı. Diğer bütün hocalar gibi ben de derse girmek, araştırma yapmak ve yazmak için maaş alıyorum. İyi ve kötü, doğru ve yanlış hakkındaki entelektüel iddiaları değerlendirirken akademik yeteneklerimi kullandığım için bana para veriyorlar. Bir rol model gibi yaşamamı da istiyorsanız bana ekstra ödeme yapmanız gerekiyor.”

    “Üstelik” diye devam ediyor “etik hocalarının benimsediği normlara göre yaşamalarını da istersek pratikte devasa çarpık baskılarla karşı karşıya kalırız. Bir yandan ders verip diğer yandan da buna göre yaşamaya yükümlü hisseden bir etik hocası, zenginlerin parasının çoğunu hayır kurumlarına bağışlaması gerektiği ya da sınırlı gıda ürünü tüketme zorunluluğu gibi kendini feda etmeyle sonuçlanan durumlara maruz kalacak ve bundan kaçınmak isteyecektir. Etik hocalarının akademik araştırmalarını şahsi seçimlerinden ayırması sayesinde iddiaları daha soğukkanlı bir hâlde değerlendirebiliriz. Akademik düşüncelerimizle uyum içinde hareket etmemiz beklenmezse ahlaki hakikatlere daha sağlıklı ulaşabiliriz.”  O zaman öğrencisi de şöyle der: “Benim de bir hamburger yememde ahlaki açıdan bir mahsur yok o hâlde?”  “Hayır! İyi dinlemedin sanırım. Hamburger yemen yanlış olur. Benim için de yanlış olur ki bunu kabul ediyorum zaten. Avokado ya da Brüksel lahanası öneririm. Umarım Singer’in ve benim iddialarımız öyle bir kalıcı kültür ortamı yaratır ki et üretiminden kötü etkilenen hayvanlara ve doğaya artık bir zarar gelmez.”

    “Thomas Jefferson’ın köle efendiliğine karşı tavrını hatırlattı bu bana” diyebilir bu öğrenci. Hatta bu öğrenci belki de zencidir. “Belki de öyle. Thomas Jefferson öyle büyük bir adamdı ki kendi yaşam tarzının ahlaken mahvolmuş olduğunu kabul etme cesaretine sahipti. Vasatlığını kabul etti ve meseleyi pespaye iddialarla sümen altı etmenin cazibesine karşı koydu. Buyurun, patatesten alın.”

    Bu bakış açısına hamburger etiği diyelim.

    İçimizden herhangi biri, tercih ettiği takdirde, olduğundan daha ahlaklı bir hâle gelebilir. Ortalama standartları gözetenler için yol meşakkatli değildir: Lükse daha az harca ve birikimlerini iyi bir şeye bağışla. Ortalama standartları gözetmeyenler de eğer bir yıkımın eşiğinde değilse zamanının çoğunu başkalarına yardıma ayırabilir. Bilhassa nezaketten faydalanacaklara daha nazik olabilmenin birçok yolu vardır ve gerektiğinde bunları görmek zor değildir.

    Ancak çoğumuz bunun yerine ahlaki vasatlığı seçer. Deneyip başarısız olduğumuzu ya da iyi bahanelerimiz olduğunu düşünmeyin lütfen. Aslında çoğumuz vasatlığı hedefler. Hamburger etiği hocası sadece bunu kendine itiraf etme dürüstlüğünde bulunmuştur. Akranlarımız kadar ahlaken iyi olmayı arzularız. Başkaları hile yapıp yanına kâr kalırsa biz de aynısını yaparız. Başkaları güle oynaya kötülüğün nimetlerinden yararlanıyorsa illa iyilik için çabalamayız. Ahlaken iyi yaşam konforsuz ve nahoşsa, telafi edilmeyecek derecede eziyetle dertleri tekrar edip duruyorsa, üstelik bu dertleri de başkası çekmiyorsa, biz bu yaşamı istemeyiz.

    Arizona Devlet Üniversitesinden Robert B. Cialdini’nin çalışması başta olmak üzere ahlak psikolojisindeki son deneysel çalışmalar da bu genel eğilimi teyit eder. Başkalarına baktığımızda onların bazı normları takip ettiğini görürsek o normlara uymak bize kolay gelir, ancak başkalarının o normları ihlal ettiğini görürsek biz de pek uymayız. Ayrıca “kendine ahlaken ruhsat verme” üzerine deneysel çalışmaların gösterdiği üzere herhangi bir durumda iyi davranan insanlar bunu bir bahane olarak kullanıp bir sonraki durumda o kadar iyi davranmıyor. Etrafımıza bakıyor ve vasatı tutturuyoruz.

    O zaman ahlaki tefekkürün amacı nedir? Belki de seçtiğimiz ahlaki vasatlık düzeyine kendimizi daha isabetli uydurma kabiliyeti verir bize. Koltuğuma uzanmış dinleniyorum, karım da akşam yemeği sonrası masayı topluyor. Dinlenmeyi bırakıp ona yardım etmenin ahlaken daha iyi olduğunu biliyorum. Ancak benim için yardım etmemek tam olarak ne kadar kötü olabilir? Çok kötü? Biraz kötü? Hiç kötü değil ama o kadar tembellik etmeseydim olmak isteyeceğim kadar iyi de değil. İşte bunlar benim zihnimi meşgul eden sorular. Çoğu durumda neyin iyi olduğunu biliriz. Bunu anlamak için özel bir gayret ya da yeteneğe gerek kalmaz. Daha ilginç ve pratik olan mesele ise idealden uzaklaştıkça rahatsız olup olmadığımızdır.

    Mutlak standartlarla değil de yalnızca göreli standartlarla iyiliği amaçlamanın genelde doğru olduğunu düşünelim. O zaman, örneğin, görünüşe göre Amerikan etik hocalarının çoğunluğunun düşündüğü gibi, et yemenin ahlaken kötü olduğunu keşfetmenin etkisinin ne olmasını beklemeliyiz? En fazla başkaları kadar iyi olmaya çalışıyorsanız hamburgerleri götürmeye devam edebilirsiniz. Davranışınızda en ufak bir değişiklik olmaz. Değişen tek şey şu olur: Kendinizinki de dâhil olmak üzere neredeyse herkesin davranışına dair daha düşük bir kanaat elde edersiniz.

    Başkalarının değişeceğini umarsınız. Toplumun genelinin değişmesi gerektiğini de savunursunuz ama tıpkı Jefferson gibi en önden gitme hevesiniz de yoktur. Bir etik konferansı sonrası önemli bir etik hocasıyla pahalı bir restoranda akşam yemeği yiyordum. Bu düşünceleri de onun üzerinde sınadım. “B+” dedi. Hedeflediği buymuş. B+ kulağa hoş geliyor diye düşündüm ama bunu söylemedim. Belki benim hedeflediğim de budur. Beyaz, orta sınıf, üniversite eğitimi almış Kuzey Amerikalıların büyük ahlaki eğrisi üzerinde B+ hedefliyorum. Başkaları isterse A alsın. Sonra B+ hedefleyen çoğumuzun muhtemelen bunu bile beceremeyeceğini düşündüm. Bilirsiniz, kendimizi çok güzel kandırırız. Burada yine çocuklarımdan uzağım, geceliği 200 dolar olan güzel bir otelde sağlam fonlanmış bir konferanstayım, herhalde bir filozof olarak yükselen itibarımı daha da artırıp bunun keyfini çıkarabilirim. Peki, ben ne tür bir insanım?

    Nasıl bir babayım? B+ mı?

    (“Bahanelerim var” derken duyuyorum kendimi. Çocukların gözünde başarılı bir kariyerin ve özgürlüğün bir modeliyim. Ahlak da zaten çok talepkâr değil. Felsefi çalışmalarım, genel toplumsal iyiliğe katkıda bulunuyor. Şey, bir de, ufak da olsa bağış yapıyorum, vicdanımı rahatlatıyorum. Bu tarz şeyler yapmasaydım kendimi çok kötü hissederdim, kötü bir baba ve kötü bir etik hocası olurdum. Üstelik kimseye de bir şey borçlu değilim. Şimdi düşündüm de yapmak istediklerim etik açıdan en iyi olanla gayet uyumlu aslında.)

    Hem Doğu’da hem Batı’da antik filozofların çoğu ve dinî erdem geleneklerinin büyük ahlak temsilcileri bu hamburger etiğini tuhaf bulacaktır. Bu figürlerin çoğu için etik öğrenmenin esas amacı kendini geliştirmektir. Yine onlara göre filozofların sözleri kadar eylemleri de hesaba katılır. Büyük bir filozof rol modeldir ya da öyle olmalıdır: İyi yaşanan bir hayatın nefes alan bir örneğidir. Sokrates, diyaloglarının yanı sıra zehri içmesiyle de bize ders verir; aynı şekilde Konfüçyüs kendini düzeltmesiyle, Siddhartha Gautama zenginlikten feragat etmesiyle, Hz. İsa da ashabındakilerin ayaklarını yıkamasıyla bize bir şeyler öğretir. Sokrates, “benim için etik açıdan yapılacak doğru şey bu zehri içmek ama ben kaçmayı tercih ediyorum” demeyecektir. (Gayet tabii böyle bir şey diyebilirdi ama o zaman farklı bir rol model olurdu.

    Yirmibirinci yüzyıl filozoflarından biri kendini yaşayan bir bilgeliğin modeli olarak sunsaydı şahsen ben bundan şüphelenirdim. Bir filozoftan beklediğimiz şey artık bu değil; ayrıca, kendilerini bilge olarak görenler de her hâlükârda hataya düşecektir. Yine de bence antik filozoflar, hamburger etiğinde yanlış bir şey olduğunu düşünmekte haklı olacaktır.

    Belki de mesele şu: Elimin altında önceki nesillerin etik dünya anlayışlarını ifade eden en iyi girişimler var. Üstelik antik filozoflara nazaran bazı avantajlarım da yok değil; elimin altında artık birçok neslin bıraktığı yazılı metinler var, bunun yanında yüzyıllar süren yazılı felsefe geleneğinden belirli kültürel anlayışlar mevcut ve ben bunların hepsini karşılaştırabilirim. İlaveten, bana bunun için para ödeniyor, hem de dünya standartlarının üstünde, böylece zamanımın büyük bir kısmını bu malzemeyi düşünmeye ayırabiliyorum. Peki, bu muazzam imkânla ne yapmalıyım? Yüksek maaş almanın yanında makale yayınlayıp meslektaşlarımın övgüsünü de kazanabilirim. Yedi yaşındaki oğlumun anladığı gibi, başkalarını bana daha iyi davranmaya zorlamak için bir araç olarak kullanabilirim. Başkalarının davranışlarını şekillendirmeye çalışıp dünyanın daha iyi bir yer olması için çalışabilirim. Bu gücü kullanıp güzelliğini kendi namına kullanabilirim. Evet, bunların hepsini yapabilirim.

    Fakat bu esnada kendimi etik açıdan daha iyi bir hâle getirmeye çalışmamak da bu imkânları israf etmek olacaktır. Hamburger etiği hocası söz konusu olduğunda beni rahatsız eden mesele, vasatlığından memnun görünmesi ve felsefi araçlarını kendini geliştirmek için kullanmaya pek yeltenmemesidir. Doğru açıdan yaklaşıldığı takdirde büyük ahlak felsefesi gelenekleri bizi ahlaki açıdan daha iyi yapma potansiyeline sahiptir. Ancak hamburger etiğinde bu potansiyel kenara bırakılır.

    Hamburger etiği hocası entelektüel akamet tehlikesine de maruz kalabilir. Felsefi bir öğretiyle gerçek bir iştigal, muhtemelen o öğretiyi yaşamaya dair bazı adımlar atmayı gerektirir. Kant’ın titiz dürüstlüğüne, Budist inzivaya ya da Hristiyan merhamete doğru kişisel adımlar atan ya da en azından atmayı deneyen kişi, bu öğretilere dair bir tür pratik içgörü kazanır ve bu içgörü öyle yalnızca entelektüel düşünceyle elde edilemez. Tam teşkilatlı bir etik anlayışı, yaşamayı da gerektirir.

    Dahası, soyut öğretiler, somut örneklerle vücut bulmazsa, içerikte eksik kalırlar. Şu öğretiyi düşünün: “İnsanların ahlaken saygıdeğer eşit bireyler olduğunu bilerek onlara davran.” Bu norma uymak ne anlama gelir ya da bu normu nasıl ihlal ederiz? Somut örnekler sayesinde normların uygulandığını gördükçe onları gerçekten anlarız. Normlarımızı yaşamak ya da en azından yaşamaya çalışmak, örneklerle azami derecede somut bir yüzleşmeye zorlar. Kölelere derinden bağlı bir yaşam tarzı sürerken bile köleleri azat etmenizi gerektirecek bir etik vizyonunuz gerçekten var mı? Maaşınızı bağışlamayı ve bir daha asla pahalı bir tatlının keyfini çıkarmamayı gerektiriyor mu? Kentinizdekiler zehri içmenizi sizden insafsızca istediğinde bunu yapmanızı gerektiriyor mu?

    Bence mevcut duruma baktığımızda çok az etik hocası gerçekten hamburger etiğine mensuptur: Etik düşüncelerimizin biraz da olsa bizi ahlaken geliştirmesini isteriz. Ama işin püf noktası şu: Ahlaken sadece biraz daha iyi olmayı hedefleriz. Etrafımızdakilere baktığımızda kendimize fazla yüklenmeyiz. Çan eğrisinde kendimizi değerlendirir ve A almak yerine B+ almayı amaçlarız. Bu arada, bir şeye kılıf uydurma ve bahane üretme konusunda çok başarılıyız; hatta, elimizde ne kadar hazır etik teori varsa başarımız da o kadar artar. Bu yüzden, nihayetinde başladığımız yere dönüyoruz; toplumsal grubumuzdaki diğer kişiler nasıl davranıyorsa biz de az çok öyle davranıyoruz.

    Peki A+ gibi bir puan mı hedeflemeli miyiz? Açık konuşmak gerekirse kendini feda eden kişi olmak istediğimden pek emin değilim. En azından B+ ya da biraz daha yüksek bir puan mı hedeflemeliyiz? Bir aziz olmayabilirim ama meslektaşlarımdan ahlaken açık ara iyi olmayı mı hedeflemeliyim? A ya da belki A- olabilir. Ancak burada başka bir sorun doğuyor: Kendimi ahlaki açıdan sıra dışı ölçüde mükemmel görme ihtiyacı, aslında kendimizi geliştirmeye yaradığı gibi kendimizi daha fazla kandırmaya, kılıf uydurmaya ve bahane üretmeye de yol açabilir.

    Daha nazik ve daha cömert olma gayretlerimi iki katına çıkarıp, başarılı olma ihtimaline karşı da kendime tevazu hatırlatmaları mı koymalıyım? Evet, hemen bugün yapayım. Ama şimdiden hıncımın arttığını hissediyorum, üstelik daha harekete bile geçmedim. Belki de “vasatlık” algımı yukarı çekerek bu hınçtan kurtulabilirim. Erdem bakımından dengim olabilecek insanları etrafıma toplayarak kendime çekidüzen verebilirim. Ancak, ahlaken düşük gördüğüm insanları çevremden uzaklaştırmak da ahlaken gerçekten iyi bir insanın özelliğinden ziyade ahlak satan bir pisliğin karakteriymiş gibi görünüyor.

    Önümü göremiyorum gibi. Ama şimdi de bunun bir bahane üretme olduğunu düşünüyorum. Başarının teminatı yoktur, neyse o zaman alışık olduğum eski aynı vasat yerimde rahatça durayım bari. Yenilgiyi böyle kabul etme, Josh Rust’ın ve benim verilerimi doğal bir şekilde okumaya da tam uyuyor: Etik hocaları, diğerlerinden daha iyi ya da daha kötü davranmadıkları için, felsefi düşünce davranış bakımından etkisiz olmalı, bizi zaten gittiğimiz yere götürmeli, önceden belirlenmiş seçimlerimizi süsleyecek farklı sözleri bize sunmalı. O zaman ben de etik düşüncelerim beni geliştirmedi diye suçlanacak kişi olmam.

    Ama ben bu görüşü reddediyorum. Bunun yerine, daha az konforlu şu görüşü benimsiyorum: Felsefi düşünce bizi harekete geçirme gücüne sahip, ehlileştirme gücüne değil. Niyet etmediğimiz ya da ummadığımız bir yere götürebilir bizi, bazen şu yola bazen bu yola yöneltir, bazen kötü huylarımızı ve yanılsamalarımızı çoğaltır, bazen de gerçek bir içgörü sağlar ve köklü ahlaki değişime sebep olur. Bu eğilimleri pratik açıdan belirlemek son derece zordur. Zaten düşüncemizin bizi hangi yöne nasıl götüreceğini önceden bilseydik kendimizi felsefi açıdan zorluklara tabi tutmak yerine belirli bir eğitim tekniğini uyguluyor olurduk.

    Gerçek bir felsefi düşünce, mevcut kısıtlamalarını eleştiriye tabi tutar; ahlaken iyi olmamız gerektiği varsayımı da buna dâhildir. Fayda verdiği kadar zarar da verir, başına buyruktur, vahşi ve öngörülmezdir, ehlileştirilemez. Sizi bir yere götürür, yükseltir, indirir, savurur, bunu önceden bilemezsiniz. Ancak doğru yönü bulmaya çalışmak sizin sorumluluğunuzda; tıpkı, hedefe varamadığınızda bunun ceremesini çekmenin yine sizin yükümlülüğünüzde olması gibi.[1]

    * Profesör, California Üniversitesi Riverside, Felsefe.

     

    [1] Bu makale AEON’da yayınlanmıştır: https://aeon.co/essays/how-often-do-ethics-professors-call-their-mothers.