63 YILLIK KADİM DÖNGÜ: SILA YOLU

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Gökhan Duman

    Yarım asırdan fazladır, yılın aynı vakitlerinde, Avrupa’nın farklı şehirlerinde, birbirinden uzak ama birbirine benzer telaşlar yaşanır. Temmuz… Günlerce, haftalarca beklenen, sayısız kez hayali kurulan “o” kavuşma mevsiminin habercisi… Her yıl yaz aylarında Avrupa’nın türlü şehirlerinden Anadolu’ya uzanan yolun adıdır “Sıla Yolu.” Bu uzun yol her şeyden önce bir göç yoludur.  Üzerinde taşıdığı yalnızca insanlar değildir… Sıla yolu, gurbetin yükünü de taşır.

    Bazı yollar böyledir… Ağırbaşlı, vakur, alabildiğine engin… Üzerinden geçip gidenlerin hissiyatlarıyla dolu bir okyanus: Ayrılık, kavuşma, sevinç, keder… İnsana dair ne varsa her bir metresine işlenmiş yaşanmışlıklarla dolu kadim göç rotası: Sıla yolu…

    İzin vakti…

    Türkiye’den Almanya’ya giden ilk nesil işçilerin üzerinde hiç konuşmadan altına imza attıkları hayalî bir anlaşmanın ilk maddelerinden biridir: Yıl içerisinde izin kullanılmaz; yıllık izin hakları saklanır, biriktirilir ve yaz mevsimi geldiğinde tamamı memlekette geçirilir. Belki de yıllık izinlere en kutsal anlamların yüklendiği yerlerdir gurbet mekânları. Sabırla, sebatla beklendiği ve hakkında sayısız hayaller kurulduğundan, misafir işçi aileleriyle özdeşleşmiş bir olgudur, yolculuk ve memlekete kavuşma anı.

    İşte beklenen an gelmektedir… Fabrikalarda, atölyelerde, madenlerde çalışan Türk işçiler 4 haftalık yıllık izinlerini kullanmak için işyerlerine başvurularını yapmışlardır. Hemen her gün koştur koştur çarşıya, pazara gidilir. Kime ne hediye alınacağı tek tek düşünülmüştür. Oyuncaklar, radyolar, kıyafetler, ayakkabılar, Alman çikolataları… Üzerinde “Aldi” yazan dolu dolu poşetler taşınır evlere, yurt odalarına. Bavullar çıkarılır, temizlenir, içerisine konulacak eşyalar bir altın ustasının ince işçiliği gibi titiz bir şekilde yerleştirilir. Aralarında konuşup dururlar: Ne zaman yola çıkılacak, ne zaman dönülecek, kime ne hediye alındı, mektup yazıp haber verildi mi, yoksa habersiz gidip çat kapı sürpriz mi yapılacak?

    Kimler bekliyordur onların yolunu? Anne babası Köln’de çalıştığı için iki yıldır ninesinde kalan, her gece onların fotoğrafıyla uyuyan köy okulunun en çalışkan öğrencisi Fatma mı? Yoksa evlendikten bir hafta sonra eşini gurbete yolcu eden Şükran mı? Gurbet yolunun elbet bir bekleyeni vardır.

    “Hem anayı hem babayı gurbete yollamış, arkalarından el sallamış olmanın ağırlığı o küçük bedenlere sığmayan ruh yaralarına nasıl dönüşür bilir misiniz? Beklemek ne zor bir sınavdır. İzne geleceklerini haber veren mektup her gece birimizin yastığının altında olurdu. İzin gününe iki gün kala pencere önünde nöbet başlar, arabalardan fal tutulurdu. “İlk araba aşağıdan gelirse bugün, yukarıdan gelirse yarın gelecekler” diye. Geldiklerini ilk gören olmak için uykuya direnirdik. Ve o kavuşma anı… Kelimelerin yetersiz kaldığı bir an varsa o da anaya, babaya kavuşma anıydı.” (Hülya Öztürk)

    Hazırlıklar olanca hızıyla sürmektedir. Yolculuk yaklaşırken mahallenin en gediklisinin kapısı çalınır. Öyle ya, bunca yıldır kaç kez arabasıyla gidip geldi o yolları. Hangi yolu takip etmeli, nerede mola vermeli, nerelerde dikkat etmeli hepsini en iyi o bilir. Yolculuk bu, hiç şakaya gelmez. Her bir detay tek tek konuşulmalı. “Kaptan” derler ona, başkaca bir isme ihtiyaç duymaz. Kapısına gelenleri hiç geri çevirmez. Emektar defterini çıkartıp başlar anlatmaya. Almanya’nın en kuzeyinden Kapıkule’ye kadar olan yolu, kilometre kilometre nakış gibi işlemiştir defterine. Şehirlerarası yollar, otobanlar, paralı yollar, ülke sınır kapıları, gümrük parası, rüşvet tarifesi, ihtiyaç molası… Hepsini bir öğretmen edasıyla anlatır Kaptan onlara. Peş peşe gidecekler varsa, oturup aralarında anlaşırlar. Yalnızca kendilerinin anlayacağı bir dilde haberleşme düzeneği kurarlar hemen. Kodlar, işaretler belirlenir. “Peş peşe iki kere selektör yaparsam yavaşla demek, üç korna çaldıysam mola vereceğimiz yere geliyoruz demektir.”

    “Nerde bekler? Hiç belli değil, Bekleseler bile biz nasıl bileceğiz onların nerede beklediğini? Yolun kıyısında durup el falan etseler? Hangi yolun kıyısında duracaklar. Otoyolun mu? Durulur mu otoyolun her istenilen yerinde? Eee? Bir park yerinde bekliyorlardır belki? Hangi park yerinde? (Güney Dal, E5, 1979)

    Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra artık bavullar otomobillere yerleştirilebilir. Bavulların bir kısmı arka bagaja sığdırılır, bir kısmı da otomobillerin üstüne iple sıkıca bağlanır. Bu öylesine bir ritüeldir ki, her şeyin bir mantığı, bir matematiği vardır. Memlekette açılacak bavullar en arkaya, kırılacaklar en az darbe alacak korunaklı yerlere, gümrükte sorun olacaklar zulalara, yolda lazım olacaklar en önlere, mola verildiğinde yenecekler, içilecekler, soğuk kalması gerekenler de arabanın üstüne özenle yerleştirilir. Bir kısmı arka bagaja sığdırılır, bir kısmı da araçların üzerine iple sıkıca bağlanır. Ve her şey yerli yerine konulduktan sonra yarı gururlu bir ses tonuyla o tılsımlı söz edilir: “Nasıl sığdırdım ama!”

    Granadalar, Recordlar, Kadetler, Mercedesler, Ford minibüsler 2500 kilometrelik vatan yolculuğuna çıkmaya artık hazır. İşte sıla yolu başlıyor!

    Memlekete doğru…

    İlk saatler oldukça neşelidir; konvoy hâlinde, şarkılar, türküler söyleyerek hareket ederler. Kaybolmamak için herkes kendi önündeki aracı kutup yıldızı gibi takip eder. Yolda olanlar yalnızca onlar değildir elbet. Sıla yolunun başka müdavimleri de var; Yugoslav, Yunan ve başkaca milletlerden göçmenler de bu kadim rotanın yolcusu. Birbirlerine yol verirken, başlarıyla selam verip bir de korna çalarak bu anlı şanlı gidişi kutlarlar. Gurbet; yazgıları da yolları da birleştirmektedir.

    Gurbet yolu, şehirleri ve ülkeleri birbirlerine bağlayan sıradan bir yol değildir. Yol da onlarla birlikte dönüşmekte ve değişmektedir. İşçi ailelerinin sayısı öyle artmaktadır ki yolun geçtiği şehirler bu kalabalığa ve hareketliliğe ayak uydurmaya çalışmaktadır. Yol üstü tesislerin sayısı artmakta, içerisinde domuz eti satılmayan lokantalar ile bahçesine küçük mescitler yapılan tesisler yolcu çekmeyi ummaktadır. Yollara Türkçe, Yunanca ve Yugoslavca tabelalar asılmıştır. Kontrol noktaları, polis kulübeleri, gümrük istasyonları tam kapasite çalışmaktadır.

    “İlk kez gidiyordum memlekete. Nereden gidilir, nasıl gidilir az çok bellemiştim ama yine de içimde bir korku vardı. O zaman tabi telefon yok, doğru düzgün harita yok, tek güvencemiz yol tabelaları. Avusturya çıkışına kadar geldim ama oradan sonrası Yugoslavya olduğu için biraz duraksadım. Burada çok dikkat edin demişlerdi. Hem bozuk ve karışık yollardan dolayı çok kaza oluyormuş hem de geçişlerde rüşvet çok dönüyormuş. Yolu karıştırmayayım diye o anda önüme geçen, üzerine bavul bağlanmış bir arabanın peşine takıldım. Gurbetçi kesin dedim. Önden önden gittiğine göre belli ki bu yolu biliyor diye düşündüm. Epeyce bir onun peşinde yol gittikten sonra araba bir kuytuda yavaşladı ve el işareti yaparak beni de durdurdu. Mola verdik herhalde dedim. Adam meğer Yugoslav bir işçiymiş, ailesiyle birlikte kendi memleketine gidiyormuş ve ben adamın peşinde giderken ana yoldan uzaklaşmışım. Sağ olsun, adam bana yolu güzelce tarif etti de tekrar yola çıkıp yeniden memleket yoluna çıkabildim.” (Mecit Karakaya)

    İşte ilk mola yerine gelindi bile! Birazdan Almanya topraklarına veda edecekler. Avusturya sınırındaki Rosenheim şehrinin çıkışında bulunan, üzerinde Rasthaus yazan tesiste yer bulmak neredeyse imkânsız. Sağlı sollu park eden araçların yanından geçerken dikkatlice birbirlerine bakarlar. Bazı araçların içerisinden tanıdık ezgiler yükselmektedir. Yüksel Özkasap, Gülcan Opel, Ali Ekber Çiçek, Neşet Ertaş yolculara yarenlik etmektedir. Tanıdık kokular da yok değil. Yola çıkmadan hazırlanan yolluklar çıkarılır, çimenler üzerinde tadımlık bir sofra kurulur. O pişilerin, sıkmaların, gözlemelerin, poğaçaların tadı bir başkadır. Şoförler bir yandan da “az uyusak hiç fena olmaz” diye düşünürler. Birazdan bir köşeye çekilip kestirmenin yollarına bakacaklar.

    “Üst bagajları, arka bagajları ve arabaların içi ağzına kadar tıklım tıklım doluydu. Öteberilerin arasında insan başları görünüyordu. Ve arabaların birçoğu yaralıydı. Ezilmiş çamurluklar, iplerle tutulmuş tamponlar, ön camları kırılmış yerine naylon geçirilmiş ön pencereler. Naylonları içeriye balon gibi şişmiş geliyorlar ve gidiyorlar. Taşıdıkları da ne? Taşıdıkları ne gömlektir ne pantolondur ne şudur ne de bu! Tutkuları; yıllardır içlerinde gezdirdikleri özlemi taşıyorlar. Sonuna kadar açılmış olan teyplerdeki müzik değildir. Bir var olmadır. Teyplerinin “var olduğunu”, teypsiz radyosuz kişilerden olmadıklarını bildiriyorlar, bir üst sınıfa geçmenin sevincini haykırıyorlar. İpek böceğinin kabuğundan çıkıp kelebek olması gibi tıpkı.  (Nevzat Üstün, Alamanya Beyleri, 1975)

    Yolcu yolunda gerek; toparlanıp tekrar yola koyulurlar. Öyle ya izin süreleri sınırlı, memlekete ne kadar kısa zamanda varırlarsa, sevdikleriyle o kadar fazla vakit geçirecekler. Almanya sınırında başlayan yolculukları, Avusturya’nın Salzburg, Liezen, Graz şehirlerine doğru devam edecek, Yugoslavya topraklarına girecekleri Spielfeld hudut kapısından geçip, Zagreb, Belgrad ve Niş’i geride bırakacaklar. Yolun bu kısmında yüzler biraz ekşiyecek: Yugoslavya ve Bulgaristan yolları onlar için çile demek. Daralan bozuk yollar, nerede ne zaman olacağı belirsiz yol kontrolleri, kuyruklar, uzun süren beklemeler ve daha cabası… Dua edip dururlar içlerinden: “Şu yollar bir bitse, Kapıkule bir görünse!”

    İki gündür yoldalar, uykusuzluk, yorgunluk iyice bastırdı, üstleri başları kirlendi. Yolculuğun ilk anlarındaki neşe yerini sessizliğe bıraktı. Şoför koltuğundaki misafir işçi, bir yandan kaybolmadan doğru yolda gitmeye çalışır, bir yandan da uykusuzluğa direnir. Arka koltuktakiler çoktan tatlı bir uykuya dalmıştır. Önde oturansa muavinlik görevini layıkıyla yerine getirmeye çalışır; şoförün en sevdiği şarkıları, türküleri açar teypten. Bazen de aklına gelen ilk konuyu ortaya atıp başlar koyu bir sohbete. Ne konuştukları önemli mi? Sıla yoluna katık olsun yeter.

    “Yolculuğumuz 2-3 gün sürerdi. Biz arkada rahat ederdik ama babamız şoför koltuğunda perişan olurdu. Hâline üzülür dikiz aynasına bir salkım üzüm asardık. Uykun gelirse kopar kopar ye derdik çocuk aklımızla. Uyandığımızda üzüm bitmiş olurdu. Ama o yol bitmezdi.” (Zeynep Karasu)

    Sınır kapılarına geldiklerinde uyuyanlar uyanır, herkes kendine çeki düzen verir. Yanlarında bekçi köpekleriyle onlara yaklaşan gümrük polisleri kimseye şirin gelmez. Hepsinin içinde bir endişe: “Acaba kazasız belasız şu kapıyı geçebilecek miyiz?”

    Gümrük binasının önünde bütün bavullarını indirip gümrük memurlarına göstermek zorunda kalan arkadaşlarına takılır gözleri. Bunu her araca yapmasalar da o esnada oradan geçen tüm yolcuların keyfi kaçar. Ah’lar, vah’lar havaya karışıp gider. Kendi başlarına böylesi gelmediği için şükrederler. Sonrası yine sessizlik. Vize ücretleri, pullar, fazladan ödenen geçit ücretleri, HB sigaraları, Alman çikolataları camdan dışarı uzatılır. Bu yolun tarifesi böyle, elden ne gelir?

    Yollar azaldıkça içlerinde hafif bir kıpırdanma başlar. “Şu yeşil tepenin ardında mı memleket? Kaç saat kaldı? Ne zaman varacağız?” Sabah güneşi kendini göstermeye başlayınca yüzlerine bir tebessüm yerleşir. Radyoyu kurcalarlar bir süre. TRT İstanbul Radyosu çekmeye başladı mı memlekete iyice yaklaştıklarını anlarlar. Arabanın içerisine yeniden bir şenlik havası dolar. Haberlerin ardından bir Anadolu türküsü salınır onlara doğru. Hoş geldin kavlinden kabul edilir: Seha Okuş seslendirir, Burçak Tarlası

    Şimdi artık keyiflerine diyecek yoktur. Çok geçmeden Kapıkule’ye doğru yaklaşacaklar. Türk bayrağının gördükleri o an hepsinde aynı hissiyat oluşacak: “İşte burası bizim evimiz!”   Hayal edilen bir anın gerçeğe dönüşmesinin yarattığı kısa ama tatminkâr bir huzur dolar içerilerine. Memleketlerine kavuştular sonunda. Sarılıp kucaklaşanlar, memleket havasını doyasıya içerisine çekenler… Burası onların vatanı, sonunda evlerine döndüler.

    “Türkiye’ye giderken yanımıza bir sürü hediye alırdık. Ama annemin özenle hazırladığı çikolata paketine hiç dokunmazdık. Kapıkule’de nöbet tutan askere verirdi onu. Asker nöbette olduğundan hareket edemezdi, biz de hediyesini ayakucuna bırakır yolumuza öyle devam ederdik.” (Oğuz Tuncay)

    Kapıkule’den geçtikten sonra Anadolu’nun içlerine doğru dağılıp gidecekler. Kimi Ankara’ya, kimi Samsun’a, kimi Mersin’e kimi Denizli’ye doğru yol alır. İlk gördükleri çeşmede durup, ellerini yüzlerini yıkarlar. Memleketin suyu ne de olsa… Bundan sonrası nasılsa biter. 3-5 saate kalmaz gidecekleri yere varırlar.

    Korna çalarak girerler memleketlerine. Biz geldik işte! Çocuklar arkalarından koşturmaya başlar. Evlerinin önüne kadar takip ederler bu renkli ve gıcır gıcır araçları. Hepsinin hediyesi düşünülmüştür. Araba durur durmaz, bagajdan çikolatalar çıkarılıp mahallenin çocuklarına dağıtılır. Ardından aylardır beklenen o kavuşma anı gelir. Anneler, babalar, çocuklar, eşler, kardeşler uzun uzun sarılırlar birbirlerine. Hasret bitti, şimdi rüyalara giren o masalsı kavuşma anı…

    63 yıllık ritüel

    63 yılda neler olmadı ki bu kadim göç rotasında… Ülkeler yıkıldı, yenileri kuruldu; sınırlar değişti, yenileri çizildi… Yollar genişledi, arabalar modernleşti, tesisler arttı, kanunlar yazıldı, gümrükler büyüdü, 2500 kilometrelik gurbet yolu kısaldı. Yüz binlerce işçi ailesine yarenlik eden “Sıla Yolu” bir ritüele dönüştü.

    Yıllar geçip gitse de sıla yolu kaldığı yerden devam ediyor. Her yıl yaz aylarında yüz binlerce Türk ailesi, arabayla yollara düşüyor. Eskiye göre daha iyi yollardan, daha iyi otomobillerle geliyorlar. Navigasyonlar artık kaybolmalarına imkân vermiyor. Yorulduklarında konaklayacakları oteller, pansiyonlar hemen her durakta bolca bulunuyor. Gereksiz yere bekletildiklerinde ya da fazladan bir ücret istenildiğinde ellerindeki tabletten o ülkenin kanununu açıp haklarını savunuyorlar. Değişmeyen tek şey içerilerindeki heyecan ve memlekete kavuşma duygusu. Burası onların evi; hoş gelmişler.