ANALİTİK FELSEFE NASIL MACCARTHYCİLİK RUHUNDAN DOĞDU?

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Christoph Schuringa*

    Amerika’daki hâkim disiplin kolu yahut analitik felsefe çoğu zaman tarih ve siyaset üstüymüş gibi kendini gösterir. Ancak yükselişi ve kalıcı etkisini McCarthyciliğe borçludur, yani savaş sonrası felsefedeki radikalleri süpüren McCarthycilik.

    Günümüzde akademik felsefeyle temasa geçen herhangi biri hemencecik alanın belirli bir tarzla kuşatıldığını keşfeder. Bu tarz, düz konuşmadan ibarettir ama jargon yüklüdür. İddialar tane tane işlenmiştir, tartışma da seri itirazlar ve cevaplar atışması biçimini alır. Felsefenin merkezinde olduğunu hayal ettiğimiz ağır meseleler çabucak bayağı bilmeceler hâlini alır. Analitik felsefe bundan ibaret işte.

    Analitik felsefe günümüzde tuhaf bir durum içinde. Analitik felsefe diye bir şeyin artık var olmadığını dile getiren analitik filozofların eğiliminde bunu görebilirsiniz. Bu mesele göründüğünden daha ilginç gerçekten. Belki de günümüzde felsefe mesleğini icra eden filozoflar çok dar tanımlanmış herhangi bir yaklaşıma yapışıp kalma meselesini çok takmıyorlar, ya da belki de atalarının diş bilediği yaklaşımlara daha açık olabiliyorlar. Bu durum, analitik filozofların anlattığı hikâyeye tam manasıyla uyar; bu hikâyeye göre, geçmişte ayan beyan tanımlanmış bir “analiz programı” vardı, ama ondan türeyen şey öyle çeşitlenip ayrıntılı hâle geldi ki herhangi bir tanım artık kâfi gelmiyor.

    Günümüzde Amerika’daki baskın felsefi geleneğe özgü koşulları anlamak için bu hikâyenin az çok tersinin doğru olduğunu görmek gerekir. Bir zamanlar ayan beyan tanımlanmış bir “analiz programı” vardı da sonra o program dallanıp budaklandı diye bir durum hiç olmadı. II. Dünya Savaşı’ndan önce “analitik felsefe” denen bir şey yoktu, böyle bir tabir kullanılmıyordu. Daha ziyade, farklı ve rakip hareketlerin bir arada olması söz konusuydu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’daki hayli belirli siyasi ve kültürel koşullar altında bu hareketler birleştirildi. “Analitik felsefe” tabelasının asılmasıyla birlikte önceden ayrık olan tüm hareketler bir potaya koyuldu. Bu yeni yaratımın hikâyesi -analizcilerin varsaydığı hikâyenin aksine- katılaşmayı anlatır, çeşitlenmeyi değil.

    Analitik Felsefenin Kökenleri

    Analitik felsefe ve onu kurmak için bir araya getirilmiş hareketler, kendilerini tarihin değişen sahnesinin üzerindeymiş gibi görmüşlerdir. Ancak, analitik felsefenin güncel durumunu anlamak için onu öyle bir incelemeye tabi tutmalıyız ki tam tersi bir şekillenme olduğu anlaşılsın: Bir başka deyişle biz o felsefeyi şekillendirmiş toplumsal ve siyasi güçleri incelemeliyiz.

    Hikâyedeki önemli faktör, 1930’lardan 1940’ların sonuna kadarki entelektüel iklimin yapılanmasındaki sarsıcı değişimdir. 1930’ların siyasi sahnesi, faşizmle komünizm arasındaki çatışmayla şekillenmiştir; bu dönemdeki birçok entelektüel, komünizmi benimsemiştir. Ana akım Oxfordlu filozoflar bile diyalektik materyalizmi hararetle tartışmıştır. 1945 itibariyle ABD, II. Dünya Savaşı’ndan parlak ve mutlak bir zaferle ayrılınca Amerikan neoliberalizmi “özgür” dünyanın ekonomik ve siyasi yapısına damgasını vurdu, artık her şey çok farklı olacaktı.

    1945’ten önce “analitik felsefe” diye bir şey yoktu (yalnızca 1933’te İngiliz filozof R. G. Collingwood bu ifadeyi kullanmıştı, o da aşağılayıcı bir anlam taşıyordu, bir hata sonucu bir araya gelmiş bir grup filozofu tarif etmeye çalışıyordu). Bunun yerine, birçok farklı yaklaşımın bir araya geldiği ihtişamlı bir sahne vardı, tabii geriye dönüp baktığımızda bunları “analiz” bayrağı altında yürüyen yaklaşımlar olarak görebiliriz.

    Cambridge’de Bertrand Russell ve G. E. Moore, 1898’de yeni bir felsefe başlatmak için güçlerini birleştirdiler, fakat ikili kısa bir süre sonra yollarını ayırdı. Bir matematikçi olarak işe koyulan Russell, iddialı ve yeni bir “bilimsel” felsefe inşa etmek için “mantıksal-analitik bir yöntem” geliştirmeye başladı. Başlangıçta bir klasikçi olan Moore da “sağduyulu bir analiz” başlattı, amacı da hırslı açıklamalar sunan filozofların ağzının payını vermekti. Russell’ın teknik ilerlemeleri muazzam etkiliydi ama felsefi projesi büyük oranda bir hezimet olarak görülmüştür; öte taraftan, Moore da muazzam bir kurumsal etki icra etmiştir, Cambridge felsefesi az çok onun gölgesinde şekillenmiştir, Moore’un tartışmalarda sorduğu soru bu yüzden meşhur olmuştur: “Evet ama tam olarak ne kastediyorsun?”

    Russell’ın coşkuyla katkı yaptığı “yeni mantık” sadece bir yerde, yani Viyana’da yine coşkuyla incelendi. Her alandan birçok bilim insanı (fizikçiler, matematikçiler, sosyal bilimciler) Moritz Schlick etrafında toplandı ve bilimlerin temelleri hususundaki felsefi sorunları incelediler. Kendilerine Viyana Çevresi diyen bu grubun tartışmalarından “mantıksal pozitivizm” doğdu.

    Mantıksal pozitivizm katı ve modernist bir hareketti; Habsburgların Avusturya-Macaristan’ını şekillendiren aşırı şaşaayı kökünden kazımak istiyorlardı. Üyeleri de Bauhaus Dessau’da ders verme imkânını memnuniyetle karşıladılar. Hayli tutkulu programlarında öncelikle “bilimin birliğini” sağlamak, sonra da mutlu ve akla dayalı bir toplum vardı. Bu projeler bağlantılıydı: Ampirisizmin tüm bilimlerde katı bir şekilde uygulanması, evrensel eğitim ve iskânla “toptan toplumlaştırma” sayesinde aydınlanmış bir nüfus üretimiyle eş görülüyordu.

    Grubun tüm üyeleri toplumsal proje derdine düşmemişti (bazıları “mantığın kaygan yamaçlarında kalmayı” tercih ediyordu), ama sosyolog Otto Neurath, bu projeye kendini öyle adamıştı ki kısa ömürlü Bavyera Sovyet Cumhuriyeti için ekonomik planlamacı rolünü üstlendi. Viyana Çevresi, felsefe tasavvuru açısından Russell ve Moore’dan önemli ölçüde ayrışıyordu. İngilizlerin hayal edebileceğinden çok daha sert olan Viyanalıların felsefeye atfettiği rol, deneysel bilimlerin dile getirdiği ifadeleri denetlemek, düzenlemek ve yönetmek olacaktı. Felsefe artık bilimlerin kraliçesi değildi; aksine, bilimlerin hizmetkârı olmuştu.

    Viyana’da mantıksal pozitivizmcilik radikal bir hareket olarak görülüyordu, bunda haklılık payı da vardı çünkü Çevrenin programı, Nazilerin harekete geçirdiği popülist akıl dışı güçlere karşı koymayı amaçlıyordu. 1934’te Avusturya İç Savaşı sonucunda faşist başbakan Engelbert Dollfuss’un yerine başka bir faşist Kurt Schuschnigg geçince Çevrenin akıbeti tehlikeye girdi. Daha sonra şair Ingeborg Bachmann’ın da dediği gibi Viyana Çevresi Viyana’da toprağa verilmişti. Üyelerinin çoğu ABD’ye göç etti. ABD’de kendilerini bilim felsefecileri olarak tanıttılar. Esasında öyle değildiler, bu figürler bilim insanıydı. Ancak felsefe bölümlerini ve böylece kurumsal felsefe disiplinini şekillendirmeye başladılar.

    Yüzlerce Çiçekten Bir Çiçeğe

    Avrupalı göçmenlerin Amerika’da bulduğu sahne, felsefi yaklaşımlar açısından vahşi bir bereketlilik yaşıyordu. Dergilerde spekülatif idealistlerin inşa etmeye çalıştığı sistemleri görebiliyorduk, ama aynı zamanda eleştirel realistler ve pragmatistler de vardı. Thomasçılar da eksik değildi; teolog Aziz Thomas Aquinas’ın yeniden şekillendirdiği hâliyle Aristotelesçi gelenek üzerine çalışan filozoflar bulunuyordu. O zamanlar felsefe alanında en itibarlı dergilerden biri olan Philosophical Review sayfalarında Hint filozofların çağdaş çalışmaları üzerine yapılan araştırmaları bile okuyabiliyorduk.

    Bu durum birden değişti, çünkü mantıksal pozitivistler felsefeyi yeniden biçimlendirme rolünü üstlendi. Yaptıkları şey de esasında kendi yaklaşımlarını kendilerine yakın hissettikleri yaklaşımlarla birleştirmekti. Russell ve Moore’un çalışmaları bu eksene kaydırıldı; Avusturyalı olsa da Cambridge’de eğitim almış filozof Ludwig Wittgenstein (bir bakıma Russell ve Viyana Çevresi arasındaki köprüydü) ve Amerikan pragmatist geleneğin unsurları da bundan nasibini aldı.

    Amerikan felsefesi hızlı bir dönüşüm geçirdi. II. Dünya Savaşı öncesindeki “Bırakalım yüzlerce çiçek açsın” rejiminden çıkıldı ve yeni kurulan analitik felsefe tüm bölümleri ve dergileri çabucak ele geçirdi. Amerika’nın dünyadaki baskın konumundan dolayı bu yeni analitik felsefe İngilizce konuşan diğer ülkelerdeki ve hatta ötesindeki (özellikle İskandinavya) faaliyete de hükmedecekti.

    Peki, bu hâkimiyet nasıl bu kadar kolay ve hızlı sağlandı? Bu olgu sadece “fikirlerin gücü” ile açıklanamaz; 1940’ların başından itibaren ABD’de hüküm süren siyasi iklimi iyi anlamamız gerekir. Mantıksal pozitivistler Avrupa’dan ABD’ye transfer olduktan sonra yaşanan dönüşümde bunun yansımalarını görürüz. Rudolf Carnap (Viyana Çevresinin öncüsü) ve Hans Reichenbach (muadil Berlin Çevresinin öncüsü) Avrupa’da sözünü esirgemeyen sosyalistlerdi, Amerika’ya geldiklerinde apolitik bir çehreye büründüler ve çalışmalarındaki toplumsal boyut kayboldu.

    Analitik Felsefe ve Komünizm Korkusu

    ABD dünyada Sovyet etki alanına karşı yeni bir tahakküm tesis etmeye çalışırken akademide katı bir siyasi denetim dönemine girmişti. Bu zulüm ve paranoya dönemi için kullanılan genel ifade “McCarthycilik” idi, ama olup bitenler bu terimin akla getirdiğinden daha fazlasıydı. Zulüm, meşhur Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi’nin (AKFK) ötesine geçmişti. Gözetim ve zulmün esas merkezi aslında J. Edgar Hoover’ın idare ettiği FBI idi. Carnap ve Reichenbach, FBI’ın gözetim ve tacizlerine maruz kalmıştı. FBI düzenli olarak mektuplara el koyduğu için, herhangi bir kişi kendini birden şüphe sathına çekilmiş bulabilirdi (Viyana Çevresinin başka bir üyesi Philipp Frank’ın mektuplarını okuyarak Carnap’a ulaşmışlardı). Komünist fikirlerle ya da faaliyetlerle en ufak bir bağlantı, meşru bir kaygı yaratmaya yeterdi.

    Korku iklimi, basit bir mantığa göre işliyordu. Komünist olduklarından şüphelenilen akademisyenler AKFK ya da çeşitli bağlantılı komiteler (New York Rapp-Coudert Komitesi ya da Washington Canwell Komitesi) önüne çıkarılıyordu. Onlara tanık oldukları söyleniyordu ama aslında şüphelilerdi. Geçmişte ya da hâlihazırda komünist olduklarını kabul ettikleri yahut sessiz kaldıkları için suçlu bulunurlarsa ihraç ediliyorlardı, bu da dümdüz bir akıl yürütmeye dayanıyordu; Victor Lowe, Journal of Philosophy sayfalarında bunu şu şekilde tarif eder:

     

    (1) Profesör X bir komünisttir.

    (2) Bir komünist, araştırma özgürlüğüne ya da öğretimde nesnelliğe asla saygı duymaz; bir başka deyişle, Sovyet diktatörlüğünün parti programını empoze eder.

    Bu nedenle (3) X, profesör olmaya uygun değildir.

    Bir başka deyişle, profesörün fiili dünya görüşlerinin ya da öğretim kayıtlarının incelenmesi gerekmiyordu (Bu tarz bir muameleye maruz kalmış filozofların öğretim kayıtlarına bakıldığında hiçbirinde bir hata bulunmamıştı; aksine, kendi bölümlerindeki en popüler ve en başarılı hocalar arasındalardı). Bu muamele Casuslara Karşı filminde sahnelenmiştir. Bir komünist, adı üstünde, Moskova’dan yönlendirilen bir kuklaydı ve kendi düşüncesi üzerinde bile bağımsız bir kuvveti yoktu.

    Filozoflar Komite Karşısına Çıkıyor

    Bu tarz komiteler karşısına çıkan ve nihayetinde işinden olan filozoflar buz dağının sadece görünen kısmıydı. McCarthyciliğin çok daha önemli bir işlevi genel bir korku salmaktı; düşüncede ve eylemde siyasi statükoya çekilmek en iyi politikaydı. Elbette günümüzde bu genel korku iklimini değerlendirmek imkânsızdır; çünkü McCarthycilik, açık seçik değil, bir gizem perdesi ardında icraat gösteriyordu. Bu koşullarda, durum hakkında genel bir fikir edinmenin en iyi aracı tasfiye edilen mağdurların tanıklıklarını ve tecrübesini dinlemektir.

    Doğrudan mağdurlar arasında Marksist filozoflar vardı; ama diğerleri, siyasi bağlılıklarını işine karıştırmıyordu. Buna bir örnek, ünlü mantıkçı William T. Parry’dir, 1930’larda faşist ayaklanma sonucu Viyana Üniversitesi’nin kapanmasına şahit olduktan sonra Komünist Parti’ye katılmıştı. Parry, AKFK karşısına çıktı ama bu soruşturmadan çok zarar görmeden kurtuldu diyebiliriz; memuriyeti feshedildi ve kendisiyle yıllık sözleşme yapıldı. Bütün felsefi kariyeri boyunca Marksizmle tek irtibat emaresi, V. J. McGill ile birlikte yazdığı “Karşıtların Birliği” makalesiydi. McGill de McCarthyciliğin başka bir kurbanı olacaktı; 1956’da New York’taki Hunter College’dan kovuldu; komünist olduğu için değil, geçmişte Komünist Parti üyesi olmuşları gammazlayarak “kendini aklamayı” reddettiği için.

    Çalışmalarında Marksist bir yaklaşım benimsemiş kişilerin durumuna baktığımızda kariyerleri McCarthycilik yüzünden mahvolduğu için analitik felsefeye karşı doğrudan bir gücün ciddi yara aldığını söyleyebiliriz. Bunlar arasında Barrows Dunham ve Stanley Moore da vardı; 1930’larda her ikisi de Komünist Parti’ye katılmıştı. Dunham, AKFK karşısına çıktı ama adı, yaşı ve adresi hariç herhangi bir soruya cevap vermeyi reddetti, ardından (kendi kendini suçlamaya karşı koruma sağlayan) Beşinci Ek Maddeyi ileri sürdü.

    Beklendiği üzere Temple Üniversitesi onu kovdu. Bu olaya şahit olanlar, Dunham’dan desteğini çekmeye başladı. Belki de en ünlü Amerikan pragmatist filozof John Dewey, Dunham’ın Mite Karşı İnsan başlıklı Marksist entelektüel tarih çalışması baskıdan önce son okuma için ona gönderildiğinde bu eseri şevkle destekledi. Eser yayınlanmadan önce Dewey, Dunham’ın komünist avcılarıyla başının dertte olduğunu öğrendi. Sonra ne olduysa artık destek verdiğini birden unuttu ve bu desteği geri çekti. Dunham, 1981’e kadar Temple Üniversitesi’ndeki işine geri dönemedi. Hayatının geri kalanı boyunca serbest meslek yazarlık yaptı.

    AKFK karşısına çıkan bir başka Marksist filozof Stanley Moore da Reed College’dan kovulduktan sonra benzer bir kariyer yapmak zorunda kaldı. Fakat diğerleri o kadar şanslı değildi. McCarthyciliğin ilk kurbanı Herbert J. Phillips sırf Komünist Parti üyesi diye Washington Üniversitesi’ndeki işinden kovuldu. Phillips mükemmel bir hoca olduğundan ve hiç saklamadığı Marksist fikirlerini öğrencileriyle açıkça tartışabildiğinden ötürü parti üyeliği dışında onu suçlayacak bir şey bulamamışlardı. Phillips olayı sayesinde üniversite yöneticileri daha sonra benimseyecekleri genel yaklaşımı şekillendirmişti; buna göre, Komünist olmak bağımsız düşünememe ve üniversite yaşamına özgü ifade özgürlüğünü kavrayamama manasına geliyordu. Phillips daha sonra bir mobilya fabrikasında ve şantiyede çalıştı. Daha genç mağdurlardan Morris Judd, Colorado Üniversitesi’nde yetenekli bir hocaydı, bölümde daha iyi bir pozisyona getirilmesi oybirliğiyle onanmıştı, AKFK karşısında muazzam bir performans sergiledi ama nihayetinde işinden oldu. Judd, hayatının geri kalanında bir hurdalıkta çalışmak zorunda kaldı.

    Şu an bu filozofların hiçbirinden haberimiz yok neredeyse. Talihli bir başlangıçtan sonra arkasında iz bırakmadan dramatik bir şekilde kaybolan Forrest O. Wiggins isimli bir filozof vardı. Minnesota Üniversitesi’ndeki felsefe bölümünde kadroya girdiğinde “beyaz” bir kurumda tam zamanlı işe alınan ilk siyahi kişi olarak tarihe geçmişti. Bu olay medyada büyük bir gelişme olarak lanse edilmişti.

    Fakat Wiggins, 1951’de farklı bir nedenden dolayı ünlü bir figüre dönüştü. Kampüste “Çıkar İdeolojisi” başlıklı bir konuşma yapmıştı, bu konuşmada kapitalizmle ırkçılığı ve emperyalist savaşı bağdaştıran güçlü bir iddiayı savunmuştu (1948 başkanlık seçimlerinde Henry A. Wallace kampanyasında da aynı konuşmayı yapmıştı). Bu konuşma Wiggins’in kovulması için yeterliydi ama öne sürülen gerekçeler tabii ki mesleki ve pedagojik yetersizlikler olacaktı.

    FBI daha önce Wiggins’in eşcinsel olduğu ve beyaz kız öğrencilerle cinsel ilişkiye girdiği dedikodularını yaymıştı. Wiggins olayı öğrenciler arasında büyük bir infial yarattı, iki binden fazla öğrenci Minnesota rektörüne dilekçe yazdı. Bu öğrencilerin çoğu daha sonra kara listeye alınacaktı. Siyahi İnsanların Gelişmesi Ulusal Birliği (SİGUB) duruma müdahale etti ama Wiggins’in hiç şansı yoktu. Karısı ondan ayrıldı, kariyeri mahvoldu.

    Felsefe hocalarına yönelik McCarthy zulmünün 1957’de McCarthy’nin ölümüyle bittiğini düşünmek hayalcilik olur. Radikal siyahi Marksist filozof Angela Davis, Otobiyografi’sinde bu süreci ayrıntısıyla anlatır; 1969’da California, Los Angeles Üniversitesi’nden (UCLA) kovulmasını “McCarthy usulü engizisyon” diye tarif eder.

    Demek ki McCarthycilik ve mirası, analitik ana akıma muhalif belirli bir akım için hayatı zorlaştırmaya yetiyordu; bu ana akım, ampirisizm ve liberalizme bağlılığıyla öne çıkıyordu; muhalifler de genelde Marksistlerdi. Ancak, analitik ana akımı sağlamlaştırma girişimi çok daha öteye gider. Dönemin genel eğilimi, tüm disiplinlere yayılan bir paradigmaya alternatif olabilecek paradigmaları lağvetmekti. Bu paradigma, Soğuk Savaş dönemindeki araştırma ve geliştirme amaçları için üretilen metodolojiler içeriyordu; bunların içinde rasyonel seçim teorisi, karar verme süreci analizi ve oyun teorisi gibi metodolojiler vardı. Bu paradigmanın desteklediği toplum ve araştırma vizyonunda klasik bir liberal fikir öne çıkıyordu: toplumun temel birimi olarak özerk rasyonel birey.

    Bu dünya görüşüne göre her katılımcı fikirler pazarına girmeye davet edilir ve heybesinde ne varsa ortaya koyar. Felsefe en saf hâliyle işte böyle bir arenadır; orada olup biten her şey fikirler savaşıdır ve bu savaş da güç çıkarlarından bağımsız bir alanda gerçekleşir. Elbette bu ideal durumda göz ardı edilen bir şey var: Marksizm, eleştirel ırk teorisi, feminizm, ve toplumsal düzenin diğer eleştirileri, analitik filozofları etkilemede hep zorluk yaşamıştır. Herhangi biri pazara girmeden pazar yerini düzenleyen güç ilişkileri vardır.

    Nihayet 1971’de analitik felsefe kendi başına bir siyaset felsefesine sahip oldu; yıllarca süren çoraklıktan sonra John Rawls Bir Adalet Teorisi kitabını yazdı. Analitik siyaset felsefesinin sonraki tüm macerası bu çerçeve içinde şekillenmiştir; hâliyle bu çalışma, Amerikan liberalizminin geniş çaplı bir savunması biçimini almıştır. “İyi düzenlenmiş toplum” dediği şeyi ararken Rawls, bir bireyler havuzu varsayar, herkes burada iyi yaşam vizyonunun peşine düşer, Rawls da onlara kaynakları dağıtmak için bir şema sunar. Bu durumda bireylerin bir “cehalet örtüsü” altına gizlenmeleri gerekir ki toplum içinde kim olacaklarını bilmesinler. Ancak, böyle bir iktidar boşluğunda didişen bireylerin yaşama kabiliyeti hiç dikkate alınmamıştır.

    Bununla birlikte, analitik kalıbın kendini dayatan kısıtlamasından nasibini alan sadece siyaset felsefesi değildi. Mantıksal pozitivizmin diğer felsefi akımlarla karıştığı ve siyasi boyutundan arındırıldığı 1940’ların sonunda üretilen analitik felsefenin sorunu, tüm söyleminin liberal bir fikirler pazarı sahasında icra edilmesidir. Günümüzde, eleştirel ırk teorisyenlerinin ve feministlerin içgörülerini hazmetmeye çalışan analitik felsefenin geçirdiği tuhaf havaleler bu yüzden meydana gelir. Analitik felsefe artık Wiggins ya da Davis’in aynı içgörüleri sunmaya çalıştığı 1950 ve 60’lara nazaran daha kucaklayıcı olabilir ama tuhaf bir biçimde bu içgörüleri reddetmekten de kendini alamıyor: Liberal fikirler pazarında bu düşünürlerin yıkıp yok etmeye çalıştığı bir hareket olunca hemen hortlayıveriyor.

    Bu makalenin aslı Jacobin dergisinde yayınlanmıştır.[1]

     

    *Dr., Northeastern University London, Felsefe Bölümü.

     

    [1] https://jacobin.com/2023/01/analytic-philosophy-mccarthyism-postwar-communism