BERNHARD WALDENFELS İLE YABANCILIK ÜZERİNE SÖYLEŞİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Kadir Filiz ve Muhammed Vural

    Bernhard Waldenfels Almanca fenomenolojinin 20. ve 21. yüzyıldaki en faal felsefecilerinden birisidir. 1934 yılında doğan Waldenfels doktorasını Münih’te tamamladıktan sonra çalışmalarına Paris’te devam etti. Merleau-Ponty ve Paul Ricoeur’ün öğrencisi oldu. Daha sonra Münih Ludwig Maximillian Üniversitesinde dersler verdi. 1976 yılında profesör olarak atandığı Ruhr Üniversitesi Bochum’da 1999’da emekli oldu ve 2016 yılına kadar orada ders vermeyi sürdürdü.

    Fransız düşüncesini Almanya’da tanıttı. Dünyanın birçok yerinde konuşmalar vermiş ve konferanslara katılmıştır. Eserlerinde “yabancı” (fremd) meselesini merkeze alarak birçok konuya değinmiştir. Yazdığı otuzdan fazla kitap ve yüzlerce makaleyle, fenomenolojinin genişlemesine ve dönüşmesine katkıda bulunmuştur. Eserleri Türkçe de dahil olmak üzere ondan fazla dile çevrilmiştir.

     

    Fenomenoloji Husserl ile başladı, ama Husserl’den de sonra neredeyse tüm fenomenologlar fenomenolojinin bazı metodolojik yönlerini değiştirdiler. Sizin fenomenolojiye katkınız olan “yabancının yanıtlayıcı fenomenolojisi” de yönelimsellik, epoché, öznellik ve fenomenolojik rasyonalite bağlamında çeşitli metodolojik dönüşümler ve yaklaşımlar ortaya koydu. Bu çerçevede, fenomenolojik yöntemle ilgili iki sorumuz var. Husserl ve sonrasındaki metodolojinin farklı yönlerini fenomenoloji altında toplayan şey nedir? Ve belki de bunu takiben, sizin yeni fenomenolojiniz bu hareketin neresinde duruyor? Fenomenolojinin, yöntemlerinizle üstesinden geldiğinizi düşündüğümüz açmazları nelerdir?

    “Fenomenolojik olan nedir?” sorusuyla başlayalım. Metot kelimesini Yunanca’daki esas anlamıyla ele alınmalı, metot bir yoldur. Bir şeye giden yoldur, biçimsel bir açıklama değildir, açıklamaya giden yoldur. Husserl’in 19. yüzyılın sonunda yaptığı şey, yeniden şeylere yönelmekti. Bilimin bakış açısına göre algı nedir? Bu soruda belirli bir bölgede hangi nöronların faal olduğuna vs. bakarız. Oysa Husserl’de, konuşmaya başladığımızda şeylerin kendisinden başlayarak yola çıkarız. Fenomenolojiyi yenileme sorusuna zaten buradan varıyoruz. Başından beri kullandığım bir kavram çifti var. Birincisi pathos, Almancada en iyi şekilde Widerfahrnis (Başa gelen) olarak çevrilebilir; ikincisi ise respons (yanıt). İşte bu, özne-nesne ikiliği ile başlamayan bir fenomenolojidir, yani hareket noktası benim bir özne olarak bir şey hakkında konuşmam değil; gerçekte başlangıç noktası kendisinden hareket edip hakkında konuştuğum, kendisine yanıt verdiğim şeydir. Bu bağlamda Platon’a göre felsefede basit önerme, hayretle başlar. Bu, felsefe hakkında bir önerme değil, bir felsefenin nasıl başladığına ilişkin bir açıklamadır. Hayret ise, bir şey hakkında hayret değildir; neye hayret ettiğimi biliyorsam, o şeyi zaten biliyorumdur. Hayret, Fransızcadaki “je ne sais quoi” (ne olduğunu bilmiyorum) ifadesi anlamındadır. Başlangıç noktası hayrettir; başıma gelen ve ürpertmeye namzet şeydir. Ben her zaman hayret ve korkuyu birlikte anıyorum. Hayret, olağandışı bir şeyden ve korku, beni bununla birlikte korkuya sevk eden bir şeyden kaynaklanmaktadır; bunlar birbirine yakından bağlıdır. Başlangıç noktası budur, özne-nesne değil. Neye hayret ediyorum ve neyden korkuyorum? Heidegger’de olduğu gibi, korku, belirli bir şeyin korkusu değildir. Neyden korkuyorum? Neye hayret ediyorum? Bu başlangıç noktasını Yunancada “pathos” olarak adlandırıyorum. “Widerfahrnis” güzel bir Almanca kelime ama o kadar yaygın değil. Deneyimi (Erfahrung) ele alırsanız, örneğin kırmızıyı deneyimliyorum, önümde kırmızı veriler var vesaire, ama işte o zaman çoktan bir şeyler işliyorsunuz demektir. Pathos bir hadise ile başlar: Beni yakalayıp tutan, bana dokunan, benimle konuşan bir şey var demektir. Burada “gelmek” (kommen) kelimesi önemli, bunu Yunanca, Almanca ve diğer dillerde hafife almamalıyız. Bir şeyin gelmesi, benim (o şeye) gitmemden farklıdır. Başlangıç, bir şeyi aramakla değil. Bir şeyi arıyorsan arıyorsundur ve o zaman onu zaten bir şekilde bulmuşsundur. Gelmek, korku ve ürpertiyle başlar. Güneş doğar, gelir. Ben onu yakmıyorum. Demek ki başlangıç bir gelmek demektir, başa gelmedir, bir pathos’tur; bir şey gelir. Nietzsche’nin sıkça alıntıladığım güzel bir cümlesi var: Fikirler ben istediğimde gelmez, onlar istediklerinde gelirler.

    Almancada “Einfall” (akla gelen şey, hatıra gelen, ilham) diye güzel bir kelime var. Fransızlar “une idée qui vient” (gelen bir fikir) derler. Bu, “bir düşünce oluşturuyorum”, yani bir şekilde başlıyorum demek değildir; aksine beni rahatsız eden, huzurumu kaçıran bir şeyle karşılaşmamla başlıyor demektir. Başlangıç noktası budur. Sonrasında bunun hakkında nasıl konuşabilirim? Yanıt vererek. Korku olayına temel yanıt, titremek veya korkmaktır. Bu bir yanıttır; mekanik biçimde sadece bir refleks olarak açıklanamaz, hayrete düşüren şeye yanıt şeklidir/yanıtın ta kendisidir. Gözlerim açılır veya titrerim. Bu bütünüyle temel bir bedensel yanıttır; dil olgusu ise daha sonra gelir. “Neden bu kadar heyecanlandın? Seni rahatsız eden nedir?” diye sorulduktan sonra dile getirilir. Dikkat: Bir şey dile gelir, dilde değildir. Almancada güzel bir ifade var: Bir şey dile gelir (etwas kommt zur Sprache) ve bu geliş, benim bir şeyi dile dökmem anlamına gelmez. Dilbilimciler ve dilbilime dayanan felsefe çok hızlı bir şekilde faaliyetlerden yola çıkar. Faaliyet, kurallara uymak anlamına gelir. Başlangıç noktası şaşırtan bir olaydır; bir çocuğun dünya karşısında şaşırması gibi. Üç yaşında bir torunum var ve dünyayı ne kadar felsefi tarzda keşfettiğini görünce şaşırıyorum. Odaya girdiğinde ilk önce her şeye karşı hayret içinde, bir şeyleri eline alıyor. Başlangıç noktası işte budur: Basit bir hayret veya korkudur. Yaptığım şey ise, buna yanıt vermektir. Yönelimsellik, düzenlilik, iletişim kuralları olarak bildiğimiz şeylerin tamamı sonra gelir. Yanıtın kendisi, karşımdan bana gelen bir şeye yönelmemdir. Bu çok önemlidir. Çoğu insan “ben şunu şunu yapıyorum” diye başlar. Ne yapıyorsun? Konuşuyorum, söylüyorum. Peki, ne hakkında veya niçin konuşuyorsun diye sorsak, pek de emin değil. Öyleyse konuşma ve eylemin kendisi, bir yanıttır. Yanıtın basit bir tanımı, ister konuşmada, ister eylemde isterse de duyguda olsun, her zaman başka bir yerden başlamaktır. Bir şey söyleyerek yanıt vermem. (Başka) bir yerden konuşarak yanıt veririm. Bu beni yabancılık üzerine düşünmeye götürdü. Nereden konuştuğum, hakkında konuştuğum ve dile getirebildiğimin fazlasıdır. Gelen, rahatsız edici, korkutucu veya mutluluk verici bir hâdise olabilir; ancak geliş, benden kaynaklanmayan bir hareket olup bana doğru gelir. Bu nedenle pathos ve respons benim için ikili bir akor oluşturur. Bir şey gelir, bir olay olur, bana doğru gelir, geri adım atarım, ona yanıt veririm. Dünyayı bir arada tutan her ne varsa, bu ikisi, yani pathos ve respons arasında cereyan etmektedir.  Yanıtlayıcı fenomenoloji dediğimde böyle basit bir düşünceden yola çıkıyorum. Yönelimsellikten söz etmiyorum. Bir şey demek, zaten çok ileri gitmiş olmak demektir. O şey (Es) başıma geliyor, ben demiyoruz. O (Es), bir ben’e dönüştürülemez. Bir fikir, istediğinde gelir. İlham gelir. Ben demem ise zaten ona bir tür yanıttır. Yanıt veren bir bendir. Ben, bir yanıt olarak oluşmakta. Bu benim başlangıç noktamdır. Her şey bunun etrafında dönüyor ve bu noktada sonsuz şeyler yapabilirsiniz.

     

    Çocuklar, bağımsız bir bilinç veya farklılık oluşturmadan önce, sizin tanımınıza göre, deneyimlerinde yanıtlayıcı anlamda fenomenolojik olarak mı hareket ederler, böyle söyleyebilir miyiz? Yoksa Pathos ve Respons’dan söz etmek için bilinçli bir refleksiyon olması mı gerekir?

    Latincede çocuk “infans” demektir, yani dilsiz. Bu tür olumsuz tanımlamaları sorgulamalıyız. Bir çocuk dilsiz değildir, peki ne yapar bir çocuk? Gülümser. Virgilius’un harika bir cümlesi var: “risu cognoscere matrem,” çocuk, anneyi gülümseyerek tanır. Gülümsemesiyle anneyi tanır. Çocuk orada alelade bir şey yapmaz. Çocuk, anneye yanıt vererek çocuk olur. Gelişim psikolojisinde, çocuğun bir yüzle karşılaşmadığında ne yaptığı hakkında bazı bilgiler vardır. Çocuk, o zaman rahatsız olarak çevresinde döner. Bu söze göre çocuk yanıt vererek çocuk olmuştur. Bu temel bir yanıt biçimidir. Bir çocuk tepki verir, ama “tepki” kelimesi çok teknik kaçar. “Yanıt” daha iyidir, çünkü bu, benden kaynaklanan bir şeydir. Bir çocuk, kendini açarak bir insan olur ve bu, bir tür yanıt verme yoluyla gerçekleşir; başlangıç noktası doğumudur, bu ifade tuhaf bir şekilde tekrar tekrar karşımıza çıkar; Nietzsche’nin tragedyanın doğuşunda olduğu gibi, doğumun anlamı nedir? Bir şey dünyaya gelir, ben veya bir başkası burada aslında bir şey yapmaz. Bir çocuk doğar, dünyaya gelir. Husserl’in dediği gibi: Bizler sonuna kadar acemiyiz, daima yolun başındayız; doğum, bir kez olup biten bir şey değildir, her zaman yeniden başlar; her zaman şaşırtıcı yeni bir şey olur, ister bir talihsizlik olsun, ister bir mutluluk, burada bir başlangıç noktasında oluruz: Bir şey dünyaya gelir.

    Fenomenolojinin gücü, bu temel deneyimlerin sadece geçmişte ya da gençken yaşanmadığını, onun sürekli devam ettiğini, bir sürpriz olarak yaşandığını öne sürmesinde yatar. Her hayrette olduğu gibi her araştırmada da bir ilham yaşanır. Bazı araştırmacılara asla bir ilham gelmez. Bürokratlar gibi bir makinenin başında otururlar. İlham birine geldiğinde ise mutlu olmalısınız. Dikkatli olmalı ve dikkatini vermeli. Bu nedenle, dikkat benim için önemli bir konudur. Dikkat, benim için ilhamdan bir şey yaratabilmektir. Bir şey gelir ve hiçbir şey olmazsa, bir nevi dilsiz ve körüm demektir.

    Yani, yanıt vermeme imkânı var mıdır?

    Evet, Almancada “übersehen” (görmezden gelmek, gözden kaçırmak) ve “überhören” (duymazdan gelmek, dikkatten kaçtığı için işitmemek) deriz. Bir şeyi gözden kaçırmak için bir şeyi görmelisiniz. Görmediğiniz birini gözden kaçıramazsınız. Göz ardı etmek ve kulak asmamak da her zaman bir yanıttır. Kulak asmamak tamamen olumsuz değildir: Bir şey gelir ve ben onu içeri almam; ayrıca yanıttan kaçınmak da vardır. Onu dikkate almamak, yanıt vermemektir. Edebiyattaki tanıklarımdan biri Herman Melville’nin Bartleby’idir: “I would prefer not to” (Yapmamayı tercih ederim) der. O artık hiçbir şey söylememeyi tercih etmiştir. Bartleby’nin öyküsü olağanüstüdür. Burada, yanıtlamanın olmadığı, baştan beri sessizlikle örülü bir sınır vardır. Sonunda yemekten de kaçınır ve ölür.

    Fenomenoloji ve felsefe, bu başlangıçların önemli olduğunu, hayatta sürekli yeni bir şeyler olduğunu, dünyaya yeni bir şeyler geldiğini, öne çekilemeyen şeyler olduğunu her zaman göz önünde bulundurmalıdır. Artık her şey dijitalleşiyor. Bir bilgisayar hayret edebilir mi? Korkabilir mi? Hayırsa neden? Bilgisayarlarla ilgili her şey harika. Ama onlar şaşıramaz ve korkamaz. Bunu insan yapabilir. Bilgisayar düşünceleri birbirine bağlayabilir, mantıksal sonuçlar çıkarabilir, bir şekilde anıları saklayabilir. Ama insan şaşırabilir, şaşırtılabilir. Bunu unutuyoruz. Başlangıç ​​noktası, kaydedilebilecek bir veri, bir algoritma değildir. Başlangıç, başıma gelen bir şeydir. Ve yabancı dediğim şey budur. Önceden ne olduğunu söyleyemediğim bir şey gelir. Bu başlangıç ​​noktasıdır, pathos ve respons her zaman vardır. Herhangi bir yerde değil, bende parlar.

    Fenomenoloji için çok önemli bir düşünür sayılabilecek Georg Christoph Lichtenberg şöyle der: “Şimşek çakıyor (Es blitzt) dediğimiz gibi şöyle demeliyiz: Düşünüyor (Es denkt)” Lichtenberg, burada düşünmeyi ortadan kaldırmak istemez ki o aynı zamanda iyi bir fizikçiydi. Burada demek istediği şu: O düşünüyor demek, düşünce gelir demektir. Burada “o” nedir? Bu, “şu ya da bu geliyor” diyebildiğim bir şey değildir. Bir şey geldiğini bilirim ve ona yanıt verdiğimde beni hayrete düşüren şeyin ne olduğunu söylemeye çalışırım. Yanıt zaten budur. Yanıt, şaşkınlık ve korku açılımıdır, yani bana gelen bir şey sonunda üzerine konuşabileceğim bir şeye dönüştürülür, kavramlar ve yönelimsellik de buna dahildir. İyi güzel, ama tüm bunlar yanıta aittir, peki ama başıma gelenle iştigal olma nerede yatar? Burada pathos kelimesini sık kullanırım. Viktor von Weizsäcker gibi bazı psikologlar, pathos ile ilgili felsefe yaparlar. Pathos en az üç anlam taşır. İlk anlamıyla pathos, pasif olandır, maruz kalmaktır. İkinci olarak bir şeyden korku duymak ve acı çekmektir. Son olarak da tutkudur. Üç anlamı kısaca şudur: pasif karşılaşma, acı çekmek ve tutku. Pathos’un bu nedenle çeşitli boyutları vardır.

     

    Son kitaplarınızdan biri seyahat üzerine.[1] Son 50 yılda yapılan seyahatlerden oluşan notlarınızı okumak gerçekten büyük bir zevk. Ziyaret ettiğiniz yerlerin yanı sıra, 20. yüzyılın önemli felsefi şahsiyetleriyle karşılaşmalarınızdan da bahsediyorsunuz. Kitap, yeni şehirlerin, insanların ve yerlerin dünyanıza nasıl girdiğini gösteriyor. Seyahat, filozofların hayatında ve düşüncesinde merkezî bir yer tutmasına rağmen, genellikle biyografik bir detay olarak kalır. Size sorum şu: Seyahat felsefi olarak ne anlama gelir ve filozofların düşüncesi üzerindeki etkisi nedir? Özellikle sizin üzerinizde ne gibi etkileri olmuştur?

    Seyahat, bir yer arayışıdır. “Nerede?” temel bir sorudur. Neredesin? Eski metinleri ele alırsanız, örneğin Sokrates’e sorsanız, “Atopos” der yani yersiz; belirli bir yerde değilim, hiçbir yere uymam. Veya İncil’de şöyle der: “Âdem, neredesin?” Bu bağlamda “Nerede?” sorusu ikincil bir belirleme değildir; ben, eğer bir yerde bulunuyorsam varım. Kendini arayış her zaman bir yer arayışıdır. “Ben kimim?” demek aynı zamanda “Nerede bulunuyorum?” veya “Nereden geliyorum?” demektir. Bu nedenle seyahat, hayatımızda ek bir unsur, bir ilinek değildir. Bir yerdeyim ve sonra bazen de seyahat ederim diye bir şey yok. Sürekli seyahat ve turdan söz ediliyor, bu egzotizmdir. “Evet, ben de gittim oraya” demek için seyahat ediliyor. Benim için seyahat, her zaman yolda olmak demektir. Ortaçağ’da, “itinerarium,” yani yolda olmak deyişi vardır, “itinerarium ad deum”, yani Tanrı’ya doğru yolda olmak, örneğin Bonaventura veya Augustinus’ta rastlarız bu ifadeye. Hayat bir seyahattir, sürekli yolda olmaktır. Yolda olmak, hiçbir yerde olmak değil, burada olmak ve aynı zamanda başka bir yerde olmaktır. Yolda olmak, tam olarak nerede olduğumu bilmediğim anlamına gelir. Bu yüzden bazen basit ifadeler kullandım. Yabancı hem burada hem başka bir yerdedir. Buradayım, ama aynı zamanda başka bir yerdeyim. Bazen iki saat sonra varacağımız yerdeyizdir çoktan, ya da sizin geldiğiniz yerdeyizdir, Münih veya İstanbul, yani burası aynı zamanda başka bir yerdir. Husserl’in “ufuklar” dediği şey, daha önce olmuş bitmiş veya olacak olan değil, burada olup bitenlerin önceden ve sonradan olanlara işaret etmesidir. Bu nedenle seyahat, düşüncede de aynıdır. Düşünmek bir ilhamdır, düşünsel bir harekettir. Peki, düşünceler nereden gelir?

     

    Kendi kişisel deneyimlerinizden yola çıkarak, seyahat ederken kendinizi daha çok evinizde hissettiğiniz bir yer oldu mu? Seyahat, kendi yaşam dünyanızı dönüştüren, genişleten veya değiştiren bir olanak mıdır?

    Yaşam her zaman dönüşür. “Kalmak” kelimesi, Fransızca’da “demeurer,” kalmak ve ikamet etmek demektir. Kalmak, sadece bir noktada olmak anlamına gelmez. Kalırım, o yere tutunurum. Yani kalırken de hareket ederim. Kalmak, sadece bir şişe gibi orada durmak değildir; sandalyede oturmuyorum öylesine, oturmaya devam ediyorum. Yer değiştirme hareketi aslında her zaman işin içindedir ve seyahat etmek ek bir şey olarak gelmez, hayat harekettir. Bu nedenle, kalın seyahat günlüğünü, sonradan eve oturup, “şimdi seyahat hakkında yazmalısın” diye yazmadım. Bulunduğum yerde, çoğu zaman aynı gün veya ertesi gün notlar aldım. Bir kitap yazma niyetim yoktu bu notları alırken. Çok fazla şeyle karşılaşılıyorsunuz, sonra her şey kayboluyor. Unutuyorsunuz ve başka bir yerde oluyorsunuz. Sonra dağılıyorsunuz; yaşadıklarımı bir şekilde nasıl muhafaza edebilirim? Bu nedenle, seyahat ederken her zaman bir not defteri taşımaya başladım. Daha sonra, ne zaman hatırlamıyorum, yazdıklarımı ortaya çıkardım ve bir kitap yapmaya karar verdim. Notları bir araya getirdim, ama neredeyse ilk aldığım hâliyle, bir nevi fırından çıktıkları gibi yayımladım. Düşünceler soğumamalıdır. Bazen seyahat günlüğümü okurken, bir rüyada gibi Paris’e veya İstanbul’a gittiğimde, yeniden oraya gitmiş gibi olurum ve birçok şey geri gelir. Bu sadece bir tutunma değil, aynı zamanda yaşatma şeklidir. Seyahat günlükleri benim için deneyimlerimi derinleştirip yaşatma yoluydu. Ayrıca buna, yalnızca orada ne zaman bulunduğunuzu bilmek gibi bilgiler değil, aynı zamanda rüyadaki gibi tekrar tekrar oraya geri dönmek de dahildir. Seyahat, deneyimi derinleştirmenin bir biçimidir ve sadece bir yerlere gitmek değildir.

     

    Seyahatin yabancılıkla ilişkisi nedir? Örneğin seyahat dendiğinde, kendi evinizi terk edip daha önce az tanıdığınız bir yere veya bir grup insana gittiğinizi varsayarsınız.

    Hiçbir zaman tamamen bulunduğunuz yerde değilsinizdir. Temel içgörülerimden birine göre, yabancılık insanın kendi içinde başlar. Durmadan memleketten söz ederiz. Bavyera’da evimdeyim, derim. Burada evimdeyiz, deriz. Ama insan kendisiyleyken hiçbir zaman tamamen evinde hissetmez. Her zaman bir şekilde yabancı diyardayız. Bavyeralılar, yukarıdaki Prusyalıların buraya da geldiklerini bilirler. İçimizde de yabancı olan şeyler vardır. Yabancılık insanın kendi içinde başlar ve dışarıdan gelmez. Kültürde, dilde de böyledir. Hiçbir zaman tamamen olduğunuz yerde değilsinizdir. Aynı zamanda her zaman başka bir yerde de olursunuz.

    Schubert’in Winterreise’si, (Kış Yolculuğu) harika bir şarkı dizisidir. “Yabancı olarak yola çıktım, yabancı olarak geri döndüm.” Sonra dolaşmaya çıkar ve yabancılığı bir yaşam yolculuğu olarak anlatır. Bu bir turistin seyahati değil, hayatının yolculuğunun tanımıdır. Yabancılık her zaman vardır: Nereden geldiğimi, nereye gittiğimi bilmem ve bu ikisinin arasında bir şeyler olur. Yabancılık her zaman insanın kendisiyle bağlantılıdır.

    Herkesin yeterince seyahat edebilmesini gönülden isterim. Birçok insanın şimdi parası var, seyahat edebiliyorlar, ama ben hayal kırıklığına uğruyorum. Eğer iyi bir seyahat geçirirseniz, eve değişmiş bir şekilde geri dönersiniz. Goethe’nin İtalya seyahati örneğin. Goethe Roma’dan çok farklı bir şekilde döndü ve artık tamamen başka biriydi. İyi bir seyahat, abartmak istemiyorum, ama hayatında da bir şeyleri değiştirmeli. Oysa birçok insan anlamsızca seyahat ediyor. Gittikleri gibi geri dönüyorlar. Yemek çok iyiydi, otel de iyiydi, yataklar iyiydi, su şöyleydi vs.. Peki nasıl seyahat etmeli, seyahat ederek hayatını nasıl değiştirebilirsin? Yani şöyle denebilir “oradaydım”, “orada da” bulundum. Evet, anlat bakalım, “orada” ne oldu? “Orada” ne vardı? Bu, seyahatteki yabancılıktır. Burada anlatacak spesifik bir şey de vardır. Roma tekrar tekrar geldiğim belirli yerler veya belirli sokaklardır veya sokakta kalan sahnelerdir. Bunlar değiştirilemez ve bu her zaman, kendini şaşırtmana izin vermek anlamına gelir.

     

    Seyahat ve yabancılık meselesi bizi fenomenolojiye dair başka bir mevzuya da getirebilir: En başından beri fenomenolojinin, fenomenlerin evrensel ve apodiktik bir betimlemesini sunma hayali olduğunu söylenebilir. Ancak bu hayal, büyük ölçüde belirli bir insan grubunun (yani beyaz, Avrupalı, erkek fenomenologların) rasyonalitesini merkeze almaktadır. Gelmek istediğim mesele, fenomenolojinin epoché ile mümkün gördüğü kanaatimce sözde varsayımsızlığını nasıl aşabileceğidir. Ya da fenomenolojiyi redüksiyon ve epoché olmadan düşünebilir miyiz?

    Evet, yabancı olana nasıl ulaşılabilir? Yabancı olan gösterilebilecek bir nesne değildir, nesnelerin bir özelliği de değildir, deneyimin bizzat kendisi yabancı hâline gelir: Deneyimin yabancılaşması. Oraya redüksiyon veya epoché ile ulaşırsınız. Epoché ile yargıyı askıya alırsınız. Yabancı olanın ne olduğu hakkında konuşuruz ama epoché, yabancı hakkında konuşmadığınızı, onun hakkında konuşmadan önce bir yerden hareketle konuştuğunuzu açığa çıkarır. Bu nedenle epoché, kavram kullanıp tartışan konuşmaya vurucu bir darbedir. Yabancı olan bizim Batı geleneğinde iki ayrı bağlamda anlaşılır. Birincisi rasyonel olanla ilgilidir. Şöyle bir varsayımda bulunur: Akıl herkeste eşittir. Kozmos herkes içindir. Orada yabancı yoktur. Her şey kozmosun bir parçasıdır; ya da tarihin ilerleyen dönemlerinde herkes onun bir parçası olacaktır. Yani bütünlük tektir, tamdır ve orada yabancı yoktur çünkü yabancı da bütünün bir parçasıdır. Bu bütün anlamında rasyonalitedir. İkinci bağlam ise öznelliktir. Kendine ait olan yabancı değildir. Ben, benim, yabancı değilim. Özetle iki kaleden bahsedebiliriz: Bütün anlamında rasyonalite ve merkez oluşturması anlamında öznellik. Kendi olan ve bütün olan yabancı tanımaz. Ama daha önce sözünü ettiğim gibi, yabancıyı keşfetmenin yolu kendinden geçer; yabancı olan, (başkaları tarafından verilen) kendi ismimle başlar, dünyaya gelirim, yani yabancılık kendi içinde başlar, o bir ek olarak değildir. İki dili ele alalım, bunlardan biri yabancı dil olsun. Bu ikisi basitçe genel bir dilin parçası değildir. Yabancı dil, bir dil duyduğumda ortaya çıkar. Türkçeyi duyduğumda anlamam. Bir yabancı dil duyarım, çünkü onu anlamam, onu yabancı bir dil olarak duyarım. Anlamadığım bir dil, basitçe Esperanto gibi genel bir dilin parçası değildir, aksine bizzat yabancılıktır. Her şeyi içeren bir bütün yoktur. Her dilin sadece bir parça olduğu bütünsel bir dil yoktur. Yabancı olan her şeyin ancak ek olarak geldiği bir mülk yoktur. Bütünlük ve kendilik iki büyük duvardır. Bütün asla gerçekten bütün değildir, her zaman içinde kendisine yer bulamayan bir şey vardır, tıpkı rüyalar gibi. Rüyalar günlük yaşamda belirli bir yer ve zamanda değildir, aksine normal yaşamı kesintiye uğratır. Aynı şekilde her şeyi içinde barındıran bir bütün yoktur. Benin mutlak merkezde olduğu, her şeyin ek olarak geldiği öznellikler de yoktur, çünkü merkezin kendisi zaten yabancılaşmıştır: doğumun kendisi, birisinden doğup dünyaya gelmem. Bu son derece önemli.

    Evrensellik fikri işlevsel değil. Evrensellik, kullanılan bir kategoridir, ancak evrensellik yalnızca evrenselleştirme süreciyle var olur. Bu bir süreçtir. Tüm dilleri, ortak noktalarının ne olduğunu görmek için inceleyebilirim. Bu, ortak bir dil konuştuğum anlamına gelmez. Yani, ortak olan şey, hazır bir evrensel olarak sahip olunan evrensel değildir, aksine evrensellik, bir şeyi bütünün bir parçası olarak gördüğüm bir evrenselleştirme süreciyle ortaya çıkar. Ancak bir şey sadece bütünün bir parçası değildir. Bir acıyı düşünelim, onu evrenselleştirebilir miyiz? Buyurun deneyin lütfen: herhangi bir acı, acının kendisi; acı hissettiğim şeye bağlıdır.

     

    Belki bunu Avrupamerkezcilik bağlamında düşünerek bir sonraki soruya geçebiliriz. Husserl’in fenomenolojiyi Avrupa ile ilişkilendirmesine ve Avrupa dışındaki insanların Avrupalılaştırılmasını güçlü bir şekilde teşvik etmesine rağmen, fenomenolojinin her zaman Avrupa dışındaki filozoflar tarafından da alımlanmış olduğu bir gerçek. Bu filozofların bazıları Avrupamerkezci yaklaşımları çeşitli şekillerde sürdürmüş olsalar da, bazıları da kendi Avrupa dışı felsefelerine de gönderme yapmışlardır. Ayrıca siz de Avrupa fikri üzerinde sürekli yazılar yazdınız, örneğin son eserlerinizden birinde Globalität, Lokalität und Digitalität bu meseleye tekrar döndünüz. Hangi ülkeden veya kültürden gelirsek gelelim, kendi düşüncelerimizde her zaman bir yabancının olduğunu, ancak bu yabancıyla başa çıkmanın farklı yolları olduğunu vurguluyorsunuz.

    Bu bağlamda iki sorum var. Birincisi, fenomenoloji Avrupa dışı kültürlere nasıl daha açık hâle gelebilir? Kültürel hiyerarşileri aşmak ve felsefe hakkında eşit şartlarda konuşmak için fenomenolojiyi Avrupasızlaştırmamız mı gerekiyor? Kolonyalizm deneyimlerinden sonra Nietzsche’nin ironik ifadesiyle “biz iyi Avrupalılar”dan söz edebilir miyiz?

    Son sorudan başlayalım, “biz iyi Avrupalılar”, Nietzsche’nin güzel bir ifadesidir. Biz iyi Avrupalılar ne anlama gelir? Nietzsche, kültür kavramının kendiliğinden anlaşılır olduğu bir dönemde yazdı: Hepimiz aynı kültürdeyiz ve biz iyi Avrupalılar –ki bu ironik bir şekilde söylenmiştir– biz iyi Avrupalılar kim olduklarını tam olarak bilmeyenlerdir. Yani, kendilerine “ben kimim?” diye soranlardır. İyi bir Avrupalı, ben şu ve şu kişiyim, bu unvana sahibim ve bu kökene sahibim diyen kişi değil, ben kimim diye soran kişidir. Bu sorunun atası Sokrates’tir, o iyi Sokrates, ben kimim, neredeyim diye sorar. Nietzsche, her şeyi yutmaya çalışan, yani tüm kültürlerin müzelerde ya da başka yerlerde kendisine ait olduğunu öne süren Avrupalı kültüre karşı bu soruyu yöneltmiştir. Nietzsche, kendi içindeki yabancıyı keşfedenlerden biridir. Ve biz iyi Avrupalılar, ben kimim diye soranlarız. Ve bu, kendinle başlamamak anlamına gelir.

    Kültür dışı, Avrupa dışı olan, insanın kendi ülkesinde başlar. Ben sık sık Viyana’da bulundum ve beni eğlendiren bir yerdir. Viyana eski Kahlenberg’dir. Türkler Kahlenberg Muharebesi’nde Viyana’yı kuşatmıştı. Türkler Viyana’nın tam önünde duruyordu, sonra Prens Eugen geldi ve savaş başladı. Peki şimdi Türkler nerede? Brigittenau’da ya da şehrin ortasında yaşıyorlar. Türk mahalleleri var. Yani tamamen entegre değiller, ama onlar oranın bir parçası. Viyana’nın da Türklerle ilgili anıları var. Viyana kültüründe kalırsak, Mozart’ın Alla Turca’sını hatırlayabiliriz. Kısacası yabancı olan, bizzat kendi içinde başlar. Avrupa, asla tamamen Avrupa’ya ait değildir. Batı Avrupa’yı ele alırsak Yunanları ne yapacağız? Başka bir örnek: Üç ana kaynak, üç kitap dini, basitçe genel bir dinin parçası değildir. Yunanlar, Yahudiler ve İslam, hepsi İbrahim’e dayanır. Ama bunlar zaten kendi coğrafyalarında sıra dışı ve yabancı olan tamamen üç farklı biçimdir. İslam, kısmen yabancı biçimde de olsa Avrupa’ya da aittir. Avrupa dışı olan, sadece dışarıda olan değildir, Avrupa’da hiçbir zaman tamamen entegre edilemeyecek birçok unsur vardır. Yabancılık kendi kültüründe başlar.

     

    Artık üniversitede sosyoloji, felsefe ve çeşitli beşerî bilimler alanlarında, dekolonyal çalışmalar merkezî bir yer tutmaya başladı. Bu nedenle tekrar sormak istiyorum, fenomenolojinin dekolonizasyona ihtiyacı olduğunu düşünüyor musunuz, yoksa fenomenoloji, Avrupa içinden Avrupa dışına sorunsuz bir şekilde aktarılabilir ve uygulanabilir mi?

    Asıl soru, Avrupa, Avrupamerkezcilik olmadan nasıl deneyimlenir ve savunulabilir? Mesele burada. Avrupamerkezcilikte Avrupa dünyanın merkezi olarak kabul edilir ve diğer her şey etrafında döner. Bu zaten mutlak bir hatadır. Bu nedenle, Avrupa hakkında yazdığım bir makaleye şu adı verdim: “Bir yanıt olarak Avrupa”, bizim zaten içinde olduğumuz, ardından diğerlerinin geldiği ve onları kabul ettiğim, onları tanıdığım bir yer değildir; Avrupa bir yanıttır: Avrupa kültürünü, Avrupa dilini konuşarak, zaten yabancı olana yanıt veririm. Avrupa sınır bölgeleriyle başlar; Avrupa’da sınıflandırılamayacak sınır bölgeleri vardır. Lemberg’e Polonyalılar Lwów der, Ukraynalılar Lviv der, yani şehrin adı bile farklıdır. Lemberg’in dörtte biri Yahudiydi, ve orada Polonyalılar ve Ukraynalılar vardı. Avrupa dışı olan, sınıflandırılamayan sınır bölgeleridir. Bunlar önemli bölgelerdir, Freud, Moravia’dan gelir, orası da bir sınır bölgesiydi, Yahudi, Alman-Yahudi sınır bölgesi. Ya da Alsace. Orası Alman mı, Fransız mı? Her zaman ikisinin arasında olmuştur. Avrupa’da sınıflandırılamayan sınır bölgeleri vardır. Bu bakımdan, dışarısı içeride başlar.

     

    Ancak özellikle Husserl söz konusu olduğunda, onun fenomenolojisinin gerçekten Avrupamerkezci olduğunu söyleyebilir misiniz?

    Husserl Avrupamerkezciydi, ancak logosmerkezci anlamda. Milliyetçi değildi, ama “akıl (Logos) bizdedir, Hintlilerde değil,” gibi bir şey demiştir. Bir logosmerkezcilik vardır. Hintlilerin bir gün Avrupalılaşacağını, ama bizim asla Hintlileşmeyeceğimizi de söylemiştir. Logos, her şeyi kapsayan bir merkezdir. Bu hâlâ Avrupamerkezci bir yanılsamadır. Hint kültürü, Avrupa kültüründen daha düşük bir yan ürün değildir, aksine tamamen kendine özgü bir kültürdür. Hintlilerin, Hint kültüründe acı üzerine nasıl düşündüklerine dair tamamen kendine özgü bir tarzları vardır. Budizm’in acıyla ilişkisi, bir Avrupalının acıya olan yaklaşımından tamamen farklıdır. Bu konuda Husserl’in tosladığını düşünüyorum. O, her türlü göreliliğe karşıydı ve aklı savunuyordu. Ona göre akıl tekti. Fenomenolojinin revizyonu şudur: Logos değil, çoğul olarak logoi vardır, onun farklı biçimleri vardır ve bunlar büyük bir Logos’a sığdırılamaz. Husserl hâlâ çok Avrupamerkezcidir, göreliliği bu şekilde ortadan kaldırmak istemiştir, ama sonunda yine bir merkez oluşturmuştur. Çingeneler meselesi de üzücüdür. Husserl, çingenelerin Avrupa’ya ait olmadığını belirtmiştir. Peki, nereye aitler? Onların göçebe halklar olduklarını, sabit bir ikametgâhları olmadığını söyler. Çingeneler şöyleymiş de böyleymiş. Avrupa’ya ait değillermiş, çünkü belirli bir ulus değillermiş ve sabit bir toprakları yokmuş vs. Bu, Avrupa’nın bir yanılsamasıdır. Göçebe halkları, bir tür halk olarak görmek gerekir. Husserl, radikal yabancıyı, sınıflandırılamayanı anlamakta zorluk çekmiştir. Benim yolum bundan uzaklaşmaktı. Yabancıdan, onu sahiplenmeden/kendine katmadan nasıl bahsedebiliriz? Yanıtlama meselesine geliyoruz. Yanıtlama: Onu bir parçam olarak sahiplenmeden yabancıdan bahsederim. Husserl, yabancıyı bir şekilde evcilleştirmiş, bir alana yerleştirmiştir. Nietzsche veya kısmen romantizm bu konuda daha ileriydi. Yabancı, kendinin bir parçasıdır ve eklenmiş ikincil bir şey değildir.

     

    Buna bağlı olarak, Avrupalı olmayan filozoflar kendi kültürleri bağlamında fenomenoloji ile nasıl bir ilişki kurabilirler? Konuyla alakalı olarak örneğin seyahat yazılarınızda, İstanbul’dayken biraz şaşırdığınızı, çünkü orada Türkiye’ye özgü ya da kültürel bağlamda konuların konuşulmadığını yazıyorsunuz. Sorular ve meseleler Avrupa’da tartışılanlardan farklı değildi. Ayrıca, siz çok seyahat ettiniz, Avrupa dışı akademik çerçevede çok faal oldunuz. Kitaplarınız birçok Avrupa dışı dillere çevrildi. Kültürlerarası felsefi ilişkiler hakkında ne düşünüyorsunuz? Yani sizin için ideal ya da başarılı bir kültürlerarası fenomenoloji veya felsefe nasıldır?

    İlk olarak, yabancı olanı çoğul olarak düşünmeli. Yani bizim için yabancı ile Türkler için yabancı olan aynı şeyler değil. Yabancı bir kategori değil, belirli bir tarz ve biçimdir. Bir örnek vereyim, İstanbul’da bulunduğumda, çok değer verdiğim Türk bir profesörün çok Avrupalı olmasından rahatsız oldum. Sürekli Le Monde ile dolaşıyordu, çok Fransız-Parizyen bir hâldeydi. Ama kendi Türk geleneğinden hiç bahsetmiyordu. Varlıklı bir aileden geliyordu. Bir gün İstanbul’da onunla bir sema gösterisi izlemeye gittim. Nereye bakacağını bilmiyordu, gözlerini kaçırıp duruyordu: Burada böyle bir şey de var ama aslında benim kültürüm değil anlamında. Sema gösterisini, dönme hareketini vs. büyük bir ilgiyle izledim. Ama onunla bu konuda ya da başörtüsü takan kadınlar hakkında konuşmak zordu. O, aşırı Avrupalılaşmıştı. İstanbul’da bunu da gördüm. Yabancı olan üzerine düşünürken, kendinize ait olan yabancıyı da işin içine katmalısınız. Ben yabancı ülkelere gittiğimde, sizde neler oluyor anlatın derim. Yani herkesin Avrupalılaşmasına gerek yok, Avrupalılar bunu zaten daha iyi yapabilir. Bu Türkiye’de de beni rahatsız eden bir şeydi. Boğaz’da Derrida ile birlikteydik. Her şey çok güzeldi, ama Türkleri, kendi geçmişleri ve gelenekleri hakkında konuşmaları için hep zorlamak gerekiyordu.

     

    Bu bir tür kendine yabancılaşma mı?

    Başkasının bakışında kendini yeniden keşfetmek olarak ifade edebiliriz. Farklı kültürlere gittiğimde onları kendi kültürümden farklı olarak görmeye çalışırım. Asya’ya, özellikle Japonya’ya, Çin’e ve Kore’ye sıkça gittim. Ancak en çok Japonya’ya. Her zaman, “Sizin yabancılığınız nedir?” sorusunu gündeme getirmeye çalıştım. Örneğin, doğa meselesi. Oradaki doğa, hükmedilen ve işlenen bizim doğamız, physis, değil. Doğa, mevsimlere kadar kültürün içine işlemiş. Öyle ki, belirli akşamlarda ayın içinde parlaması için bir tapınak inşa ediliyor. Doğa, kültürün içinde farklı bir şekilde yer alıyor. Japonya’da Kiraz Çiçeği Festivali’ni deneyimledim. Japonya’da doğanın kültürle el ele gidişi farklı bir doğa anlayışına dayanıyor. Onlar da kısmen Budist. Sabahları meditasyon yaptıklarını söylediklerinde, biraz bu konuda konuşurduk. Ancak benim ilgimi çeken şu soruydu: Japonya’ya geldiğimde ve kendimi yabancı hissettiğimde, onların yabancılığının nasıl olduğu idi. Bu her zaman ilginçtir, çünkü her iki taraf da değişir. Kişi, doğa ile başka türlü de baş bir ilişkinin mümkün olduğunu görür. Ancak Japonlar da benliğin sadece bir ailenin parçası olmadığını, aynı zamanda bir tekillik olduğunu bu sayede keşfetmekteler. Bu, her iki taraf için de bir zenginleşme sağlar; Türkiye’de ve diğer kültürler için de geçerlidir bu. Kültürler birbirleriyle temas içinde değişirler. Bu “kültürler-arası” denen şey, bir temas noktasıdır. Goethe’nin zamanında, Alman-İtalyanları vardı; İtalya’ya giderlerdi ama Alman olarak kalırlardı, bir süre Goethe’nin yaptığı gibi Roma’da yaşamışlardı. Alman-İtalyanları, İtalya’da Alman olanı yeniden keşfettiler. Bu bir aradalık hâlidir, temas sayesinde kendinin değiştiği, yani salt tamamlanma veya eksilmenin ötesindedir.

     

    Dünyanın mevcut durumuna dair söz açmak istiyoruz. Gazze’deki son savaşta, bütün dünyanın gözü önünde tarihî bir trajedi yaşanırken evrensellik fikrinin her zaman işe yaramadığını, belki de bir yanılsama olduğunu görmekteyiz.

    Gazze meselesi zor. Gazze Şeridi’nde ya da Ukrayna’da neler olduğunu düşündüğünüzde dünyada nasıl yaşayabilirsiniz? Bir bardak suyu nasıl içebilirsiniz? Burada huzurevine gidiyorum, yaşlı insanlar Gazze ve Ukrayna hakkında konuşmuyorlar. Konusu hiç geçmiyor. Kendi dünyalarında yaşıyorlar. Peki farkında değilmiş gibi davranarak bir dünya kültürü, dünya politikası oluşturulabilir mi? Ama bir şekilde, akşam televizyonda gösterilenlerle aynı dünyadayız de ve tüm bunlar bizim tekrar tekrar seçtiğimiz politikacılar tarafından onaylanmaktadır. Bunu unutuyoruz. Sınırlı etki imkânlarıyla ama yine de bir şekilde, dünya üzerinde nasıl yaşanır; bunu sormalıyız, çünkü bundan biz de sorumluyuz. Bunu sık sık unutuyoruz, bunun yukarıda gerçekleştiğini, politikacıların yaptığını düşünüyoruz. Yemek yeriz, içeriz ve çizgi roman okuruz ya da benzeri şeyler yaparız. Peki dünya bilincini nasıl canlı tutacağız? Felaketler karşısında duygulanmaya nasıl devam edeceğiz? Alman geleneğimizde her zaman Holokost meselesi vardır. Holokost uzun zaman önceydi, onlarca yıl geçti. Gençlerin Holokost hakkında ne öğrenmeleri gerekiyor? Almanya’da neyse ki çok değerli bir hafıza kültürümüz var, Holokost sürekli hatırlatılıyor, örneğin Münih’te, öldürülmeden önce kimlerin yaşadığı. Benim yaşadığım yer Schwabing’de, neredeyse her gün önünden geçtiğim bir ev var, orada bir tabela var: Burada yaklaşık 40 Yahudi Litvanya’ya toplama kampına gönderildi. Bu bir anekdot gibi. Ama her geçtiğimde, orada yaşadıklarını düşünüyorum. Oradan sürgün edildiler. Hafızayı canlı tutmak, geçmişle beraber yaşamak demektir, olan biteni geçmişe bırakmak değil. Avrupa’nın iyi tarafı, geçmişe dair bir hissiyatı olmasıdır, bu birçok Asya ülkesinden daha güçlüdür. Japonya’da tarih bizdeki gibi bir rol oynamaz. Bu, televizyonda görülenler için de geçerlidir.

    Son kitabım Globalität, Lokalität und Digitalität (Küresellik, Yerlilik, Dijitallik). Kitap bitmişti, yayınevinde hazırdı. Tam o sıra, 20 Şubat’ta, Ukrayna’da savaş başladı. O sırada şimdi yabancılar ve şiddet üzerine bir kitap yazıp bu savaşı görmezden gelemem.  Sonra bir sonsöz eklemek istediğimi söyledim ve iki hafta içinde doğaçlama olarak yazdım. Sonsöz, Horatius’un “anlatılan senin hikâyendir” deyişiyle başlıyor. Bu ifade, Levinas’ın ve Ricoeur’un kitaplarının da önsözünde vardır. Bu senin meselen, mesele seninle ilgili. Dolayısıyla Ukrayna ve o konuyla ilgili bir şeyler ekledim. Bu benim hikâyem ve bu şimdiki zamanla. Ruslar gelmeden önce iki kez Ukrayna’da bulundum, bir hafta Kiev’de ve bir kez de Kırım’da. Harika zamanlardı. Arkadaşlarımın bir kısmının Kiev’de yaşadığını biliyorum. Sürekli haberlerden orada olan biteni dinliyorum.

    İnsanın katılımı, doğal olarak yakınlığa göre farklılık gösteriyor. Ukrayna’da, kişisel olarak tanıdığım, kitaplar gönderdiğim kişiler ve yerler var. Onun dışında haberlerden bildiğimiz şeyler var; ama haberler başka bir dünyadan gelmiyor. Haber spikerleri bizim adımıza da konuşuyor ve politikacılar bizi temsil ediyor. Onları biz seçtik. Yani Scholz bir şey söylediğinde, Scholz bizim adımıza konuşuyor. Ben onu seçtim. Peki onu anlımın akıyla seçebilir miyim diye sormalı kendine. Seçim, siyasete uzaktan da olsa bir katılımdır, izleyicisi olduğumuz bir film değildir. Televizyonun sadece bir sinema olarak görülme tehlikesi her zaman vardır. Yani uzaktan dolaylı olarak katılabilirsiniz, bu onu mutlak bir gösteriye dönüştürmez. Bir yerde yapılan bir gösteri değildir bu, biz de dolaylı olarak bununla ilişkiliyiz, bundan sorumluyuz. Ukrayna’daki Harkov gibi yerleri hâlâ hatırlıyorum, ben İkinci Dünya Savaşı kuşağındanım. Her zaman gazete kupürleri toplamak zorundaydık. Bu yerler önümüze hep gelirdi, çünkü Almanlar oraya saldırmıştı. Harkov’u savaş haberlerinden tanıyorum. Eski tarihten çok şey geliyor. Bu sadece başka bir yerde veya herhangi bir zamanda olmuş bitmiş bir şey değil, iç içe geçmiş şeyler var. Bence önemli olan, bunun aynı zamanda bir Avrupa mirası olduğunu ve tarihi canlı tutmak gerektiğini hatırlamak. Tekrar söylüyorum: Holokost, sadece bir yerde olmuş bitmiş bir şey değildir.

     

    Sizin yabancının yanıtlayıcı fenomenolojisinde, özellikle “fremd” kavramı bağlamında Almanca dilinin güçlü bir etkisi var. Diğer Avrupa dilleri bile, yabancı kavramı açısından Almanca kadar zengin bir çeşitliliğe sahip değil. Avrupa dışı dillerde durum daha da karmaşık. Mesela Türkçede iki terim var. Birincisi, yabancı diyardan gelen anlamındaki “yabancı” kelimesi, ancak aslında Farsça kökenlidir, yaban yani çölden gelen anlamına gelir. İkinci olarak, Arapça kökenli olan “garib” vardır. Bu, tuhaf, garip, yalnız anlamına da gelir ve belki de Almanca “fremd” terimine daha yakındır. Bu “garib” terimi “gurbet” ile de ilişkilidir, yani sürgünde olmak.

    Buradaki 60 sonrası göçmen nesli, onlara nerede yaşadıklarını, hangi yerde olduklarını sorduğunuzda, “gurbet” diyecektir, yani yaban, sürgün diyarda. Arapçada da bu coğrafi olarak batı ile işaretlenmiştir, “garb” kavramı ile. İspanya’nın en güneyinde, Algarve adında bir bölge var. Bu, sanırım Avrupa’nın en batı noktası ve bu yerleşim yerinin ismi de “garb” teriminden gelir, coğrafi olarak güneşin battığı yer anlamında.

    Soru şu ki, dilimizin sınırları dünyamızın sınırları demek istemiyorum, ama başka bir dilde olsaydı, yabancının başka bir fenomenolojisi olur muydu? Ya da yabancı deneyimi diğer dillerde ve kültürlerde benzer olabilir mi? Ya da burada dilin rolü nedir?

    Anlamlar elbette dilden dile fark gösterir. Türkçeyi sadece tahmin edebilirim, çünkü Türkçe bilmiyorum, ama anlamlar farklı görünüyor; diğer taraftan Yunanca ve Latinceyi çok yakından inceledim. İlk olarak, Almancada “fremd” dediğimde, önce üstünü çizmem gerekiyor. Birçok kişi “fremd” kelimesini duyduğunda, “ah, bu tanımadığım bir şey” diye düşünüyor. Buna göre bir yabancı, sokakta karşılaştığınız kişidir, onu tanımıyorsunuzdur, o bir yabancıdır, yani bir nevi olumsuzlamadır bu. Benim yabancılık ile ilgili tüm düşüncelerimin özü şudur: Yabancı, tanıdığın bir şeyin olumsuzlanması değil, bir geri çekilmedir. Örneğin rüya ilişki kurduğum ama geri çekilen bir şeydir. Rüya bana aittir, ama benden geri çekilir. Onu herhangi bir şey gibi hatırlayamam. Çekilme, kendi içine kapanmayan bir ilişkidir. Bunun üç boyutu var. Bunu yabancının topografyası adlı eserimden de tanıyorsunuz ve Türkçede benzer şeyler var. Birincisi, başka bir yerden gelen bir kişi. Almancada “Fremdling.” İkincisi, başkasına ait olan şey. Üçüncüsü ise, başka bir türden olan şey. Bunlar üç farklı boyut. Yunanca farklıdır, uzak anlamına gelen “xenon.” Sonra Yunanca “allotrion” tamamen farklı bir kelimedir, başkasına ait olan şey anlamındadır veya Latince “alienum.” “Alienum” ve “externum” iki farklı şeydir. Üçüncüsü, alışılmadık olan, “insolitum”, garip ve yabancı, “étrange, étranger”, bunlar da iki farklı şeydir. Tüm bunlar Almancada birleşir: başka bir kişi, başka bir mülk, başkasına ait olan şey ve başka bir tür, yani garip. Hepsi “fremd” altında toplanır. Birçok farklı yön bir araya gelir. Önemli olan, başka bir şeye indirgenemeyen radikal yabancıdır. Bir bütünün parçası değildir bu ve kendiliğin bir çeşidi değildir, aksine var olan ve kendini geri çeken, bize sunmayan bir şeydir. Temel düşünce bu. Bu ise diller arasında farklı olabilir. Yine de üç boyut da nesnel olarak ayırt edilebilir.

    Hölderlin’de Ay, insanlar arasında yaşayan bir yabancı, kişiselleştirilmiş bir şey olarak geçer. Ama sonra başka bir yere de yabancı deriz. Yabancı bir yere, başka bir yere gidersin ve burası başka bir yerdir. Farklı konuşursun, başka bir şeye sahipsindir. Daha hızlı ve farklı konuşursun, bu da yabancıdır. Ya da başka bir aksanla konuşursun. Bunlar birbiri içine giren farklı üç boyuttur. Almanca “fremd” bunların hepsinden birazını içerir. Bu yüzden çok hassas bir şekilde ayırt etmek gerek. Merkez noktası radikal yabancı olandır. Yabancı, başka bir yerde başlayabilirim demektir. Şimdi bir yere sahibim, bir tür topografya. Hegel’de özne olmak, kendinde olmak demektir. Yabancı bir şey deneyimlediğimde kendimde değilim, başka bir yerde başlarım. Bu başka yer, yabancı yerdir. Bu tüm deneyimleri etkiler. Yabancı yemekler var, yabancı kelimeler var, yabancı şehirler var. Yabancı her şeyde ortaya çıkar.

    Yabancı, deneyimdeki tuz gibidir. Tuzla yaşayamazsınız. Sadece tuz yerseniz ölürsünüz. Yabancı, tuz gibidir, kendisi bir dil değildir. Yabancı bir konu değildir. Yabancı tuz gibidir, her şeyin içindedir. Her şeyin içinden geçen bir yönü vardır, bu yüzden sonsuz çeşitlilikleri vardır. Bu yüzden yabancı kelime, yabancı yerden gelen kelime demektir, yabancı yemeklerden farklı olan bir şeydir. Yabancı bir nitelik değildir, deneyimin kendisi yabancılaşır. Yabancılaşma, yabancılaştırma gibi kelimelerimiz de var, bunlar da çok güzel kelimelerdir. Yabancılaştırma önemlidir. Bir şey vardır ve oradadır, ama yabancı bir vasfa bürünür veya Hegel-Marx geleneğindeki yabancılaşma kavramını alın; Almanca “fremd” o kadar zengin ki, bazı şeyleri ayırt etmek gerekiyor ve ben de bir şekilde bununla uğraştım. Yabancı hakkında düşündüğünüzde, her şey değişir. Bir dil olsun, coğrafya olsun, savaş olsun, her şey. Yabancı, her şeyi değiştiren tuz gibidir.

     

    Fenomenolojinin geleceğinde yabancı konusu sizce yer tutacak mı? Edebiyat, müzik, sanat ve başka kültür öğeleri çağdaş bir yabancı idrakine nasıl katkıda bulunabilir, (yabancının) fenomoloji(si) için ne önem arz etmektedir?

    Yabancı, dediğim gibi, bir dürtü veya bir gerekliliktir. Yabancı bir sıfat değildir. “Bu yabancıdır” diyemem, ama yabancı her zaman yeniden başlayan bir şeydir, tıpkı yorgunluk gibi. Evet, daha önce yorgundunuz, dün de yorgundunuz. Şimdi aniden yorgunsunuz; ağrı da öyle, ya da uyku, uyanıyorsunuz ve tekrar uyuyorsunuz. Bu harika bir şey.

    Edebiyat benim için çok önemli. Proust çok büyük bir yazar. Ben tam bir Proust okuruyum. Romanının ilk cümlesi şöyle: “Uzun süre geceleri erkenden yatmaya gittim.” Ve ardından uykuya dalma meselesi gelir. Uykuya dalma ve uyanma: Uyanırken, masa aniden ortaya çıkar ve her şey yavaş yavaş ortaya çıkar, sanki dünya yeniden yaratılıyormuş gibi. İlk iki sayfa böyle başlar. Roman, uykuya dalma ve uyanma ile başlar. Bunlar aslında temel bir tür yabancılaşma deneyimleridir ve sadece uzmanları değil, hepimizi etkiler. Fenomenoloji ilk olarak günlük olanı sıra dışı olarak görmeyi dener. Buna uyanmak ve uyumak, açlık ve susuzluk da dahildir. Pascal şöyle der: Adalet açlığı. Açlık sadece fiziksel olarak yeme isteği değildir, bu temel bir dürtüdür. Bunlar, genelleştirilemeyen kesintilerdir ve her zaman yenilerdir. Bir yemek kültürü vardır. Türk mutfağı, İtalyan veya İspanyol mutfağından farklıdır. Ama yine de canlı tutulması gereken temel bir dürtü vardır.

    Fenomenoloji, bir metaforda neyin tanımlandığını bulma denemesidir. Yeraltı suyunu düşünün. Yeraltı suyu nedir? Yeraltı suyu, her şeyin altında olan şeydir. Hepimiz toprakta, su üzerinde yaşıyoruz. Yeraltı suyu, bir şeyin başladığı yerdir. Yabancı, sürekli müdahale eden veya bir şeyin öylesine uykuya dalmaması için canlı tutulması gereken temel bir deneyim gibidir. Kültür uyuyabilir: Bu, Nietzsche’nin en çok korktuğu şeydi. O, “kiliseler var ama kimse içeri girip dua etmiyor” der. “Belediye binaları var ama artık toplantı yapmıyorlar.” Bunlar, hâlâ ayakta duran boş evlerdir, bir kültür sürekli kendini tekrarlarsa uyuyabilir. Yunanistan bir zamanlar Atina’ydı ve Avrupa ekseninde dünyanın merkeziydi denilebilir. Bugün Yunanistan güzel bir ülke, ama kimse onun Paris veya Londra ile karşılaştırılabilir bir dünya merkezi olduğunu söylemez. Yani bir kültür uyuyabilir. Ben de Yunanistan’da, Selanik’te bulundum, ama hayal kırıklığına uğradım çünkü bunu canlı tutmamışlardı. Platon ve Aristoteles’in ardılları bunlar diye düşündüm, bir şekilde bir hareket olması lazım. Ama bazı konularda o kadar geleneksel konuştular ki, Yunanca Avrupa’daki diğer dillerden biri gibi bir lehçeydi sanki. Selanik’teydim, Stagira’daydım, Aristoteles’in doğduğu yer, Aristoteles’in evi oradaydı, kayanın üzerinde. Tüylerim diken diken oldu. Aristoteles buradan geliyordu. Çoğu kişi bu gerçeği tarih kitabından bilir, ama Aristoteles’in bir zamanlar olduğu bir yerde fiziksel olarak durmak, bu başka bir şeydi. Bir kültürü –bu yabancı meselesiyle de ilgili– nasıl canlı tutabilirsiniz, uykuya dalmaması, kendini sadece tekrar etmemesi için ne yapabilirsiniz?

    Kendini şaşırtmaya izin vermek, yabancının ethos’udur. Mesele sadece bilmek değil, zaten bilirsin bir şeyler, zaten tanırsın. Ama sonunda bir tür bir can sıkıntısı ortaya çıkar ve şiddetin çoğu sadece can sıkıntısından kaynaklanır. Sıkıldıklarında kavga ederler. Yabancı, canlı kalmak anlamına da gelir, kendini çeşitlendirmek, içinde yenilikler keşfetmek. Felsefe dışında edebiyat benim için her zaman büyük bir rol oynar. Edebiyat, benim için sürekli tekrar eden bir düşünceye karşı bir uyanış işlevi görür ki böylece şaşırtıcı olan canlı tutulur. Bu ise yabancı ile ilgilidir.

    Ben resimleri izlemeyi çok severim, bu nedenle müzelere çok sık giderim ve zaten yakınlarında oturuyorum. Ordnung im Zwielicht [Alacakaranlıkta Düzen] adlı kitabımda on resmi arkaya koydum ve onlardan alıntılar yaptım. Bu, yazının bir tür yabancılaştırılmasıdır, zira her zaman bilinenin içinde kalamazsınız, sürekli zaten bildiğinizi tekrarlayıp biraz değişiklik yapmazsınız bu olmaz, aksine şaşırtıcı bir şeyler eklemelisiniz. Bu şey de edebiyattan gelebilir, resimden gelebilir, müzikle yapmak ise zor.

    Müziği böyle alıntılayamazsınız, ama sanat benim için felsefe kadar önemlidir. Farklı sanatlar belirli deneyimlere erişim yollarıdır, çünkü sanatlar her zaman belirli bir deneyimi özellikle yoğun bir şekilde işler. Sanat bende büyük bir rol oynar. Farklı disiplinlerden, özellikle resimden, müzikten ve edebiyat beni çağırır. Sonra bir şeyler belirir. Burada yabancılık her zaman temel bir bakış açısıdır benim için. Dinlemek, yapılan bir şey değildir, sesler size gelir. İşte benim yazılarımda her zaman hareket ettiğim yabancılık atmosferi budur. Bu yüzden yazılarım büyük çeşitlilik gösterir, çünkü yan alanlara da girerler. Birçok kişi çok dar bir alanda başlar. Örneğin Habermas, o da Münih yakınlarında yaşıyor; kişisel olarak da takdir ettiğim biri, ama onunla gülünmez ve müzik yapılmaz. O iyi argümanlar sunar, bir politikaya sahiptir ve gerçekten bunu da çok iyi ifade eder, ama kavramsallaştırma öncesi deneyimi tamamen dışarıda bırakır. Koklama, tatma, görme, dinleme… Duyuları tamamen dışarıda bırakır. Onunla bazen buluşuruz ve hayvanat bahçesindeki iki farklı tür hayvan gibi bakışırız, zebra ve aslan gibi. Yani birbirimize saygımız ve bir tür sempati var, ama aslında birlikte yapamayız, çünkü çok farklı şeyler yapıyoruz. Ona değer veriyorum, ama fenomenolojide rol oynayan birçok şeyi dışarıda bırakıyor. Bence fenomenoloji yapan çoğu kişinin duyuları eksik, onlar için mesela gülmenin bir anlamı yok. Benim büyük bir heyecanla tekrar tekrar üzerinde durduğum fenomenoloji, bu deneyimlerin çeşitliliğini canlı tutar ve bir yöne ya da diğer yöne daha fazla gidebilir, ama her zaman hareket hâlinde olan bir deneyimdir. Helmut Plessner’in Lachen und Weinen [Gülmek ve Ağlamak] kitabını düşünün: gülmek ve ağlamak yanıtsızlığa/yanıtlanamazlığa verilen bir yanıttır. Ağlamak bir yanıt değildir. Ağlamak sızlanmak, şikâyet etmek değildir. Ağlamayı, “yanıtsızlığa verilen yanıt” olarak adlandırır. Acı gelir ve ağlarsınız. Bu da bir yanıttır. Fenomenolojide böyle düşünen birkaç kişi daha var, Merleau-Ponty ve Ricœur de dahil, aslında hepsi büyük kişiler. Almanya’da da Plessner ve tabii ki Husserl. Husserl’i geç keşfettim. Okulda o kadar akademik bir şekilde okuduk ki onu, sıkıcıydı. Kavramları daha sonra kendim yeniden öğrendim, Fransa’da onu yeniden keşfettim. Husserl’i, kavramlarını takdir ediyorum, ama onu kendiniz için yeniden keşfetmeniz gerekiyor.

     

    Yabancılık, yabancılık deneyimi veya yabancı deneyimi, deneyimin sınırı olarak ölmekle ve ölümle nasıl bir ilişki içindedir? Yıllar boyunca ölüm anlayışınız nasıl değişti ve bunu yerli-yabancı kavram çifti ile nasıl ilişkilendirebiliriz?

    Eğer sondan başlarsak, ölüm aslında doğumla paraleldir. İnsan bir bilgisayar değildir, dijital değildir, 1-0 mantığıyla işlemez, iki durumlu, canlı veya ölü değildir. Şimdi makine çalışıyor; sonra nabız artık atmıyor, yani ölü, artık başka bir durumda. Durum böyle değildir. Ölmek bir geçiştir. Bu nedenle tüm büyük yazarlar şöyle düşünür: Ölmek yaşamın bir parçasıdır. Ölüm kefaretle yaşanır. Bu, İtalyan şair Ungaretti’nin bir dizesi. Ölüm şimdi mevcut. Bir gün öleceğimizi biliriz: memento mori. (Burada [huzur evindeki] yaşlı insanları gördüğümde, bu pek kolay değil elbette.) Bu, yaşamın bir parçasıdır, onun sınırıdır. Bunu son aşama olarak sınıflandıramazsınız, ama ölüm her zaman beklemede durur. Yaşlandıkça, sonlulukla barışık yaşarsınız. Anı daha fazla takdir edersiniz çünkü sonsuza dek sürmeyeceğini bilirsiniz. Gençken, hep böyle devam edecek diye düşünürsünüz. Büyük ebeveynlerimin ölümüne tanık oldum ve bu hayatımda da bir rol oynadı, ama bunu yine de hayata entegre edemezsiniz, çünkü bu şekilde hayatın içindeki beyaz sayfalar gibi olurlar, ama yine de bir rol oynarlar. Kendi ölümünüz ile yabancının ölümü de farklı şeylerdir. Bunu bastırmadan ve ölümsüz gibi yaşamadan nasıl yaşarsınız? Ama bir gün biter. Bunun da sonlu olduğunu bilirsiniz.

    Fenomenoloji bağlamında soru şu: Ölümün yaşamdaki yeri nedir ve bununla nasıl başa çıkılır? Dinî soru şudur: Ölümü canlı olarak yaşarsınız. Fenomenolojik soru ise şudur: Bu temel fenomenin hayattaki yeri nerededir? Ölümle yaşam biter mi bitmez mi, vs. değildir soru, onun yerine şudur: Ölüm yaşamı nasıl değiştirir? Bu her zaman, ölümün yaşamın içinde bir yeri olduğu anlamına gelir. Bu fenomenolojik soru, bence güçlendirilmesi gereken bir sorudur. Şiddet de aynı şekilde. Hayatın içinde şiddetin yeri nerededir? İyi midir kötü mü? Nasıl ortaya çıkar? Şiddet gündelik hayatta ortaya çıkar. Ve gündelik hayat benim için çok önemlidir, çünkü kökler çoğu zaman gündelik hayattadır. Şiddet, birinin diğerini selamlaması veya selamlamaması ile başlar. Her zaman büyük eylemler ve büyük şeylerle başlamaz.

    Gündelik hayatta, rayından çıkan bir şey, değişen bir şey olur. Şiddette mesele, bunun gündelik hayatı nasıl etkilediğidir. Levinas şöyle bir formül kullanır: Etik “après-vous madame” (önden buyurun madam) ile başlar, yani başkalarına, diğerine öncelik vermek. Etiğin kökleri bu tür gündelik biçimlerdedir; selamlaşma biçimleri de bu nedenle sadece selamlaşma biçimleri değildir. Svabya’da bazen sokakta yabancıları da selamlarsınız. Genel olarak şehirde selamlaşılmaz. Daha çok selamlaşmak zorunda kalırsınız. Ama bazen Svabya’da birisi selam verir. Bunun etkisi fark edilir. Selamlaşmanın bir ritüel olduğunu söylemek ise başka bir şeydir. Askerde, selam vermek zorundasınızdır ve bu zaten önceden belirlenmiştir. Ama sahici etik aslında gündelik olanda başlar. Nasıl selamlaştığınız, birbirinize nasıl dikkat ettiğiniz, gözettiğiniz önemlidir. Bu aşağıdan yukarıya etiktir, yukarıdan aşağıya değil. Dil de, aşağıdan yukarıya başlar, birbirimizle nasıl konuştuğumuz önemlidir. Fenomenoloji, aşağıdan yukarıya doğru bir felsefedir, Husserl’in formülü budur. Fenomenoloji deneyimde başlar, bir şey dile gelir veya biriyle karşılaşırsınız, keşfedersiniz, selam verirsiniz, onun gelmesine izin verirsiniz. Bu tür gündelik felsefe, gündelik sosyoloji, bence çok önemlidir. Her şey, cinayet veya katliamla, hep büyük eylemlerle, devletin eylemleriyle başlamaz, gündelik hayatta başlar. Ben bir Wittgenstein hayranıyım. O, tamamen gündelik olanla başlar. Orada bir bardak su vardır, nokta. Kendimi tanımıyorum. Basit bir cümledir bu. Kendimi tanımıyorum, peki orada ne var? Yani bu benim için felsefedir. Deneyim, sorgulanan, anlamı olan, kuralları olan ve tekrarlanan bir şeye dönüşür. Ama aslında her zaman daha öncesi vardır. Bu nedenle, sonradan başlanır. Sürprizler her zaman önceden vardır. Sürprizlere dikkat etmek gerekir. Çoğu insan birçok şeyi basitçe görüp geçer, hiç dikkat etmez, çünkü zaten ne istediklerini bilirler, yani bir hedefi takip ederler; sürpriz, daha önce görmediğiniz bir şeyin gelmesine izin vermek anlamına da gelir. Bence, yabancılık fenomenolojisi aynın zamanda sürpriz olmasına izin vermenin fenomenolojisidir. Sürpriz, bence felsefede çok önemli bir motiftir.

     

    30’dan fazla kitap ve pek çok makale yazdınız. Yazmak istediğiniz başka bir şey var mı? Yeni projeleriniz var mı?

    Yeni bir kitap yolda. Tübingen’de verilen Leopold Lucas ödülünü kazandım. Ödül konuşmasının adı “Ethos’un Pathos’tan Doğuşu” idi. Bu Almanca ve İngilizce basılacak kitabımın adı. Onun dışında notlar almaya devam ediyorum. Belki gülecekseniz ama etrafında dönüp durduğum yeni kavram “bırakmak” (lassen). Yapmak ve bırakmak ne demektir? Birine bırakmak, birini bırakmak, yapıp bırakmak… Bunlar üzerine yazacağım gibi duruyor. Yani bırakmak şu anlama da gelir: Ben yapmıyorum ama maruz da kalmıyorum başkasına. Bu pasiflik değil, çünkü bırakmak bir anlamda da bir şeyin gelmesine izin vermektir, örneğin düşüncelerin gelmesine izin vermek. Şu anda bunların üzerine düşünüyorum. Bırakmak aynı zamanda bir tür dikkat biçimidir. Bir ihtimal bunun üzerine yazacağım ama bilmiyorum. Belki vazgeçerim. Daha önce hiç sipariş üzerine yazmadım, hep kendiliğinden ortaya çıktı. Başlıklar da öyle. Bazen başlıklara şaşırıyorum. Neden şu değil de bu başlık? Mesela neden kitabın adını Alacakaranlıkta Düzen koydum? Bunu anlatmalıyım. Paris’teydim. Fransızca bir tabela vardı: “entre chien et loup”, köpek ve kurt arasında demek. Bu Fransızca alacakaranlık anlamına gelir. Köpek mi kurt mu belirsizdir. Bir de bir Doğu Alman tiyatro oyunu vardı: Alacakaranlıkta (Im Zwielicht). Bunun iyi bir başlık olacağını düşündüm. Böylece kitabın başlığı ortaya çıktı. Kitaptaki ilk imge Goya’nın bir resmi. Bir beyefendi eğilmiş, bir kurdun karşısında dileniyor. Ama kurt mu köpek mi tam belli değil. Genel olarak işler bende böyle gelişiyor. Bir de sürekli yazarım. Belki bir tavsiye olarak da alabilirsiniz bunu, yatağımın yanında neredeyse her zaman bir kâğıt parçası bulundururum. Akşam veya gece aklıma bir şey gelirse, bu beni rahatsız eder, sürekli düşünürsem uyuyamam, yazmam gerekir. Belki de özel bir şey değildir, o zaman bir süre sonra atarım. Ama belki de iyi bir fikir vardır. Fikirler ben istediğimde değil, kendi istediklerinde gelir. Kierkegaard’ın basit bir ifadesi var: “Nulla dies sine linia,” yani şu anlama gelir: “Yazıp çizmediğin bir gün olmamalı.” O da sürekli yazmıştır. Bu belki biraz abartı, ama bir noktada şimdi felsefe yapacağım diyemezsiniz. Saat yedi oldu, şimdi kapatıyorum, diyemezsiniz. Düşünme rüyada da devam eder. Bu, felsefede, edebiyatta ve sanatta çok benzerdir. Genellikle, belki sonra kullanmayacağım notlar alırım, ama bir kitaba başladığımda, önden zaten birçok notum olur. Bir proje değil, aklıma gelen şeylerdir bunlar. Bir konu üzerine davet edildiğimde ilk yaptığım şey, doğrudan aklıma geleni yazmaktır. Bu sizin kontrolünüzde değildir, özgürlüğünüz yoktur, bir fikri zorlayamazsınız, yoksa gelmez. Bir şey geldiğinde ise minnettar olmalısınız. Bazen gelir, bazen gelmez. Başlangıcı yakalamalısınız. İşte o zaman başlangıç yapılmıştır bile. Başlangıç, ben başlamadan önce başlar. Belki rüyada başlar. Düşünceleri henüz yeni gelişen gençlere tavsiyem şudur: Bir şeyin gelmesine izin vermek ve gelen şeye dikkat etmek gerekir, sadece yapılması gerekenlere ve görevlere değil. Bu da önemlidir, ama tamamen farklı bir şeydir. Bu yüzden aklıma hep bu tür fikirler gelir. Almanca “Einfall” –akla bir şeyin gelmesi– kelimesini İngilizceye çeviremezsiniz, Fransızlar “une idée qui vient” derler. Bir fikir gelir. Einfall kelimesi şöyle ifade edilebilir: Bir şey gelir, sanki bir akın veya baskın gibi. Bu harika bir kelimedir. Bir fikir gelir, aklıma düşer. Bana doğru düşer. Ben düşmem, bir şey aklıma düşer. Bunlar benim dikkate ilişkin fenomenolojimin temel hareketleridir. Bir şey aklıma gelir ve aynı şekilde, bir şeyi fark ederim. Yabancı bir odaya girersiniz ve dikkatinizi çeken nedir? Örneğin bir resim. Bu ise kendiliğinden olmaz. “Einfallen” (akla bir şeyin gelmesi) ve “auffallen” (dikkatini çekmek) pathos’la ilgilidir. Sonra ne yapılacağı farklıdır, ama başlangıç sizin elinizde değildir. Başlangıç gelir. Bu benim temel inançlarımdan biri. Bir şey geldiğinde de minnettar olmalısınız. Bu kendi başınıza üretmediğiniz bir şeydir, o gelir. Gelmek çok önemlidir. Bu benim fenomenolojiye dair genel çerçevemdir. Bir şeyin kendini göstermesi, gelmesi, dikkat çekmesi. Böyle şeylerin de çalışılması gerektiğini düşünüyorum; sadece yönelimsellik gibi kavramlarla sınırlı kalmamalı, deneyimi güçlü kılmalı.

    Daha yapacak çok şey var aslında. Son olarak şunu söyleyeceğim: Benim için modern çağın en büyük yazarları Husserl ve Bergson. Bu yazarlarda deneyim kavramı çok önemlidir. William James ve Wittgenstein’ı da sayabilirim. Deneyim onlarda da merkezdedir. Deneyimde her zaman bir şey size doğru gelir; yalnızca yeni ya da farklı olduğu için değil, beni şaşırttığı ya da korkuttuğu için ya da her ikisi birden. Hayret ve korku olmadan yapılan bir felsefe, skolastik bir felsefedir, akademik bir felsefesidir. Bu yapılabilir, doğru şeyler de çıkarılabilir; mantık hayret olmadan yapılabilir, esas ilginç ve ciddiye almak gereken ise, doğru olanı mutat bir şey gibi yapmayı bırakmakla başlar. Hayret asla doğru veya yanlış değildir, o gelir. Bu benim felsefi arka planım. Bu nedenle Platon ve Sokrates başlangıçta benim için çok önemliydi. Sokrates etrafta dolaşıp her şeye hayret ediyordu. Ben Sokrates üzerine doktora yaptım. O etrafta dolaşırken, “bu haksızlık” diye işitiyor.  “Ah, haksızlık mı? Peki, bununla ne demek istiyorsun?” Sokrates çok basit şeyler yapıyordu. Bir savaşta birileri için “cesur” diyorsun. O da diyor ki “cesur nedir? Ölümden korkmadılar mı yani?” İşte böyle başladı. Çok yalın şekilde ele alıyordu. İşte buradan da erdem öğretileri ortaya çıktı. Ama başlangıçta sıradan sahneler vardı. Bu yüzden ilk dönem Platon diyalogları sahnelerle başlar. Bunu aynı zamanda kendi öğretim materyalime dönüştürdüm. Felsefede bunu sürdürmelisiniz, okurken bile, sizi şaşırtmasına izin vermelisiniz. Benim vasiyetim işte bu.

    Çok teşekkür ederiz. Bu söyleşi bizim için büyük bir onur oldu.

     

     

    [1] Berhard Waldenfels, Reisetagebuch eines Phänomenologen: Aus den Jahren 1978–2019, Ergon Verlag, Baden-Baden, 2020.