BİR KURBAN HİKÂYESİ
Mustafa Hakan Alvan
Yıl 1778, İstanbul Şehzâdebaşı’nda Kurban Bayramı arifesinde bir erkek çocuğu gözlerini dünyaya açar. Ailesi, doğan evlatlarına kurban kavramının sembol ismi olan Hz. İsmail’in adını verir.
Bilindiği üzere Hz. İbrahim’in uzun yıllar çocuğu olmamıştı. Hz. İbrahim de ellerini açıp rabbine “Yâ Râb bana salihlerden olacak hayırlı bir evlat ver” diyerek yalvarıyordu. Kısa bir zaman sonra Hz. İbrahim’in bir oğlu oldu ve adını İsmail koydu. Gün geldi Âlemlerin Rabbi, Hz. İbrahim’den oğlunu kurban etmesini istedi. Bunun üzerine Hz. İbrahim oğlu İsmail’e “Canım oğulcuğum rüyamda seni kurban ettiğimi görüyorum” dedi. Hz. İsmail babasına “Babacığım sen ne emrolunduysan onu yap. Beni buna teslim olarak sabredenlerden bulacaksın” dedi. Bunun üzerine Hz. İbrahim oğlu İsmail’i kurban etmek üzereyken gökten bir koç indi ve Hz. İbrahim oğlu yerine inen koçu kurban etti. Bu olaydan sebep Hz. İsmail, Allah’a teslimiyetin sembol ismi oldu.
Biz tekrar İstanbul’da Kurban Bayramı doğan küçük İsmail’e geri dönelim. Müslüman her çocuğa yapıldığı gibi İsmail’in de kulağına ezan ve kamet okunarak ismi kondu. Yani İsmail, bir frekans okyanusu olan âlemlerin ilk düzenli melodisini ezan ve kamet sözleri eşliğinde işitti. Tabiatındaki sıra dışı müzik kabiliyeti bu duyuşla harekete geçen küçük İsmail, yaşadığı muhitin küçük bülbülü oluverdi. Allah tarafından kendisine emanet olarak verilen müzik kabiliyetini dünya zevk ve menfaatleri için kullanmak dururken küçük İsmail, Allah ve Resulünün aşkını tercih ederek dervişliğe soyundu. Yani nefsinin heveslerini “kurban” ederek ilk tercihini yaptı.
Allah’ın ilminde var ettiği hikmete dair bir ilim olan bestekârlık nimeti, genç derviş İsmail’de açığa çıktı ve Derviş İsmail bu sahada eserler vermeye başladı. Genç derviş İsmail’in bu eserleri, zamanın müzik dehalarından biri olan Sultan’ın kulağına kadar gitti. Kendisine “Dervişliği bırak saraya gel” teklifi geldiğinde reddederek Allah’ı dünyaya tercih etmeyi şiar edinmiş olan Derviş İsmail; kurbanın ne demek olduğunu bir kez daha gösterdi.
Belli bir kemâle ulaştığında ise Allah’ın kendisine emanet olarak verdiği musiki nimetini en üst seviyede temsil edebilmek için daha önce teklif edilen Padişah’ın yanında bulunma davetini kabul etti. Bu süreçte her insan gibi o da ailesini kurdu ve evlat sahibi oldu. İki evladı küçük yaşta vefat edince İsmail’in Allah’ı dünyaya tercih etme imtihanı tekrar etti. Derviş İsmail bu imtihandan da tevekkül ve teslimiyetle çıkarak “Kurban İsmail’i” ayakta tutmayı başardı. Bu esnada içinde bulunduğu devletin en üst mevki olan saray hayatıyla birlikte dervişlik hayatının muhiti olan dergâhına da özen ve denge içinde devam etti. Ürettiği musiki eserleri hem dünyevi hem de uhrevi ihtiyaçlara cevap verdi. Çünkü onun inandığı inanç sistemi “Dünyasını ahiretine, ahiretini dünyasına tercih eden bizden değildir” kaidesini ortaya koymuştu. Derviş İsmail, bu prensip ile kendisinin müzik dehasını ortaya koyan öylesine üretken bir hayat sürdü ki yaşadığı kültür havzasında müzik; onun adıyla eş anlamlı kullanılmaya başlandı.
Gün geldi, devlet anlayışında musiki; hikmet ilminin bir zuhuru olmaktan çıktı. Dünyevi ölçülerde imrenilecek bir hayat süren Derviş İsmail Efendi, devletin bu tercihi karşısında yine Allah’ı dünyaya tercih ederek içinde bulunduğu konforu terk etti. Devletin başı olan Sultan’dan müsaade alarak Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in fiziken hayat sürdüğü kutsal topraklara doğru yola çıktı. Bu yolculuğunda da musikinin hikmet pınarından en güzel örnekleri öğrencilerine meşk etmekten geri durmadı. Kutsal topraklardaki vazifesini tamamladığı gün olan 10 Zilhicce’de, yani doğduğu günde, Rabbinin emaneti olarak taşıdığı canını, musiki ilmine karşı üzerine düşen sorumluluğu tamamlamanın huzuruyla teslim etti. Tüm ümmetin en kıdemli annesi olan Hz. Hatice’nin ayak uçuna defnedilerek “Cennet annelerin ayakları altındadır” nimetine vâris oldu. Yani; Kurban İsmail, emrolunduğu gibi görevini tamamladı.
Türk musikisinin deha ismi olan Hamâmîzâde İsmail Dede Efendi Hazretlerinin hayatına farklı bir açıdan yaklaştığımız bu yazımızdan sonra, Dede Efendi’nin biyografisini sizlere takdim ederiz…
Hamâmizâde İsmail Dede Efendi, 10 Zilhicce 1191’de (9 Ocak 1778) İstanbul Şehzadebaşı’nda doğdu. Babası, Cezzâr Ahmed Paşa’nın mühürdarı olan Süleyman Ağa, annesi Rukiye Hanım’dır. Doğumu Kurban Bayramının ilk gününe rastladığı için kendisine İsmail adı verildi. Babasının aynı zamanda hamam işletmeciliği yapmasından dolayı “Hamâmîzâde” diye anıldı. Küçük İsmâil, Hekimoğlu Ali Paşa Camii bitişiğindeki Çamaşırcı Sıbyan Mektebinde tahsiline başladı. Sıbyan mektebinde sesinin güzelliğiyle dikkatleri çeken küçük İsmail, bu okulların ayrılmaz bir parçası olan ilahi korosunda ilahicibaşı oldu. Bu dönemde ilk musiki derslerini Uncuzâde Mehmed Emin Efendi’den aldı.
Tahsilinin ardından kâtip muavini olarak devlet dairesinde göreve başladı. Aynı yıllarda Yenikapı Mevlevihane’sine düzenli olarak gidip gelerek buradaki musikişinaslardan istifade etti. Maneviyata olan istidadı dolayısıyla, aynı zamanda bir musikişinas olan dergâhın şeyhi Ali Nutkî Dede’ye 20 yaşındayken intisap ederek Mevlevî dervişi oldu. Derviş olduktan kısa bir süre sonra, Mevlevîlikte zor bir karar olan bin bir gün sürecek “çileye”[1] girdi.
Derviş İsmail Efendi çilesinin ikinci yılında babasını kaybetti. Bu arada babasının işlettiği hamamı sattı. Annesinin hakkı olan payı verdikten sonra kendisine düşen mirası dergâha bağışladı. Bu günlerde bestelediği, “Zülfündedir benim baht-ı siyâhım” mısraıyla başlayan bûselik şarkısı musiki çevrelerinin dikkatini çekti. Üslûp itibariyle çok farklı olduğu için eserin bestekârını merak eden zamanın musikişinas padişahı Sultan III. Selim Han, İsmail Dede’yi saraya çağırdı. Saray görevlileri Yenikapı Mevlevihanesi’ne gelerek dergâhın şeyhi Ali Nutkî Dede’den izin istediler, bunun üzerine Şeyh Efendi: “Derviş İsmail çile döneminde dergâhtan ayrılması ancak akşam namazından önce dönmesiyle mümkün. O vakte kadar geri getirirseniz gidebilir” dedi. Bu iznin ardından derviş İsmail Sultan’ın huzuruna götürüldü. Bûselik şarkısını dinleyen Sultan, takdirlerini bildirdi.
Derviş İsmail 20 Şevval 1215’te (6 Mart 1801) çilesini tamamlayarak “dede” unvanını aldı. Bu tarihten sonra musiki sanatımızın en büyük ismi Hamâmîzâde İsmail Efendi artık Dede Efendi olarak anılacaktı. Ardı ardına gelen güzel bestelerle adını iyice duyurmaya başlayınca Sultan III. Selim Han kendisini saray fasıllarında görevlendirdi. 1802 yılında saraylı Nazlıfer Hanım’la evlenmesinden sonra dergâhtan ayrılarak Akbıyık Mahallesi’nde kiraladığı bir eve taşındı. Artık Dede Efendi’nin hayatı Topkapı Sarayı, Yenikapı Mevlevihanesi ve evi arasında geçiyordu. 1804’te şeyhi Ali Nutkî Dede’yi, bir yıl sonra ilk çocuğu Sâlih’i kaybetti. Oğlunun vefatı üzerine “Bir goncafemin yâresi vardır ciğerimde” sözleriyle başlayan bayâtî murabba bestesiyle duygularını dile getirdi. 1808’de annesi ve hemen ardından hâmisi III. Selim vefat etti; 1810’da ikinci çocuğu Mustafa’yı da kaybetti.
İyi bir musikişinas olan Sultan II. Mahmud Han devrinde sarayla münasebetleri gelişerek devam etti. 1812’de sultanın sohbet arkadaşı anlamına gelen “musâhib-i şehriyârî”ler arasına alındı, bir müddet sonra da müezzinbaşılığa getirildi. Ayrıca bizzat Padişah tarafından Murassa İmtiyaz Nişanı ile mükâfatlandırıldı. Sultan II. Mahmud Han’dan sonra tahta geçen, Sultan Abdülmecid Han döneminde de görevlerine devam etti. 1842’de Sultan Abdülmecid Han tarafından kendisine Ahırkapı civarında bir konak hediye edildi. Bugün Dede Efendi Evi diye bilinen ve ziyarete açık olan yer bu binadır.
1826’daki Yeniçeriliğin kaldırılması ve ardından Saray’da Batı müziği orkestrasının kurulmasıyla gelişen süreçte kendi musikimizin önemi gitgide azalmaya başlamıştı. Saray’da kendi musikimizin ikinci plana atılmasıyla buradaki görevinin bittiğini düşünen Dede Efendi, padişahtan izin alarak talebeleri Dellâlzâde İsmâil ve Mutafzâde Ahmed efendilerle birlikte Hac yolculuğuna başladı. Yol sırasında Kutbünnâyî Osman Dede’nin unutulmaya yüz tutan mi‘râciyesini bu talebelerine meşk etti. Kutsal topraklara vardığında son eseri olan, sözleri Derviş Yunus Hazretleri’ne ait şehnaz ilahisini besteleyip talebelerine meşk etti.
Yürük değirmenler gibi dönerler
El ele vermişler Hakk’a giderler
Gönül Ka’besini tavâf ederler
Muhammed’in kösü çalınır bunda
Semada melekler kanat açarlar
Önde bir kılavuz Hakk’a uçarlar
Mü’minler üstüne rahmet saçarlar
Muhammed’in kösü çalınır bunda
Dervîş Yûnus ider görün n’oldu bana
Aşkın muhabbeti dokunur cana
Aklını başına devşir dîvâne
Muhammed’in kösü çalınır bunda
Hac farizasının en önemli rüknü olan Arafat vakfesini yaptıktan sonra yakalandığı kolera hastalığından dolayı doğduğu gün olan 10 Zilhicce 1262 (29 Kasım 1846) tarihinde Mina’da vefat etti. Mekke’deki Cennetü’l-muallâ’da Hz. Hatice’nin ayak ucuna defnedildi.
Hem ‘’kurban’’ kavramı ekseninde hem de biyografisiyle hayatını farklı bir pencereden gördüğümüz Dede Efendi, başta yedi adet Mevlevi âyîn-i şerîfi olmak üzere beş yüzden fazla eser bestelemiştir. En klasik formlardan halk türkülerine kadar geniş bir yelpazeyi içeren bu eserleriyle Dede Efendi, dünya var oldukça gök kubbemizde emsalsiz bir yıldız olarak daima parlayacaktır.
[1] Çile: bir Mevlevî dervişinin dergâhın özel bir odasında bin bir gün boyunca uzlette kalmak, mümkün olduğu kadar dergâh dışına çıkmamak ve vakit namazlarının farzlarını dergâhın cemaatiyle eda etmek suretiyle bir dönem geçirmesidir. Bu dönemi başarıyla geçiren derviş, “Dede” olarak anılmaya başlanır.