DÜNYAYA MENZİL OLARAK BAKABİLMEK: MEBDE VE MEAD BİLGİSİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Ekrem Demirli

    “Dünya bir köprüdür, köprüde ev yapılmaz.” İbnü’l-Arabî

    “Herkes yolcudur, herkes sâliktir.” Sadreddin Konevî

    Her şeyin hâlden hâle girerek var olduğu fâni ve “vefasız” dünyada insanlar, sürekli ölümsüzlük üzerinde düşünmüş, varlığını yitirmenin korkularını aşmak üzere bekanın ve kalıcılığın yolunu aramışlardır. Felsefe tabirinin anlamını ortaya çıkartan şey, insanın Tanrı yani ölümsüz olmadığının farkına varmasıyla kendisine ölümsüzlük ve iktidar bahşedecek olan hikmetin peşinden gitmesidir. Menkıbeye göre tıbbın kurucusu Lokmân Hakîm en nihayetinde ölümsüzlük iksirini arıyordu. Her derdin devasını bulan hakîm ölümsüzlüğe çare bulamamış olsa bile, insanlar “ölümsüzlük iksirini” bulmaktan umut kesmemiş, edebiyatta, düşünce ve sanat ürünlerinde sürekli bu temayı işlemişlerdi. Din, insanlara âb-ı hayâtı ahlak ve Allah’a iman olarak tanıtınca, içimizdeki yaşama sevgisi ölümü yenmenin yolunu bir ölçüde bulmuş oldu. Bu itibarla dinin insanlara vadettiği en önemli mesele, ölüme karşı hayatı, geçiciliğe karşı bekayı, yok olmaya karşı varlığın yolunu gösterebilmiş olmasıdır. Bu sayede insan fâniliğe ve geçiciliğe karşı düşünce geliştirmiş, ölüm korkusunu aşmanın yollarını aramış, ölümlülük ve geçicilik korkusu hiçbir zaman ortadan kalmamış olsa bile, fâni dünyanın kabul edilebilir bir yorumunu ortaya koymak istemiştir.Bu yorum haddizatında dünyanın başı ve sonu hakkındaki güçlü inançlar üzerine kuruludur.

    Dinî düşünce için dünya bir menzildir, insanın uzun ve meşakkatli yolculuğunun zorunlu merhalelerinden biridir. İnsan da dünya gibi fâni ve geçicidir; lâkin hikâyesi dünyada başlamayan ve daha önemlisi burada bitmeyen varlıktır. Böyle bir bakış açısı hiç kuşkusuz varoluşa yolculuk, dünyaya ise yolculuğun menzillerinden biri olarak bakmak demektir. Dünyaya “menzil” diyebilmek ise insan için var olma umudunu korumak, ölüm korkusunu yenerek hayatı, ölüme üstün kılmak demektir. Dinin insanlar için vazgeçilmez olmasının en önemli nedeni budur: Ölüme karşı hayatı üstün tutmak, (isterse cehennemde ceza görecek olsun) yok oluşa karşı varlığa inanmak ve hayatın ölümü yendiğini onlara anlatmak.

    Hayat bir yolculuktur veya yolculuğun menzillerinden biri olan yolculuğun başının ve sonrasının insan için bir anlamının olması gerekir. İşin bu kısmında metafizikçi düşünürler, dünyanın ve evrenin var oluşuyla paralel bir şekilde insanın kadim var oluşunu tartışmaya başlamışlardır. Burada “kadim” tabirini daha çok bedensel varlığı önceleyen aklî ve ruhsal var oluş gibi düşünmek yeterlidir. Meselenin bu kısmı iki temel düşünceyi ihtiva eder: Birincisi tasavvuf edebiyatında kurucu bir tema olarak işlenmiş olan insan için “mebde” ve beden öncesi var oluş fikridir. İnsan için mebde fikri, dünyanın var oluşunu önceleyen bir yorumla insanın Tanrı’nın gayesi olması düşüncesine dayanır. Bu meyanda insanın var oluşu ve yolculuğun başlangıcı “elest” yani her insanın var olmazdan önce Tanrı’yı tanıdığı, onunla aşina olduğu bir zeminde ve zamanda var oluşudur. Bu düşüncenin en nefis yorumlarından biri Mevlânâ tarafından dile getirilen “sazlık ve kamış” hikâyesidir. Sazlıktan yani asıl vatanından kopan kamış dünya yolculuğunu ıstırapla ve acılarla ikmal ederek olgunlaşmış bir hâlde yurduna dönmek için mücadele eder. Gerçekte kamışın hikâyesi tam anlamıyla bir yolculuk hikâyesi olduğu gibi onun üzerinden bütün varlıkların bilhassa da insanın hikâyesi yolculuk ismini almaya daha elverişlidir. Burada yolculuğun bir noktadan tekrar aynı noktaya doğru dairesel bir seyir takip ettiğini görürüz. Üstelik yolculuğun hemen bütün metafizikçilerce kabul edilmiş bir amacı vardır: Olgunlaşmak, yani kuvve hâlindeki yetkinliğin bilfiil yetkinliğe dönüşmesiyle insanın gerçek insan hâline gelmesi; daha doğrusu Tanrı’nın isim ve sıfatlarının aynası olmasıdır. Bu yorumla insanın yolculuğu kendi hazlarını ve kendi kabiliyetlerini aşan bir anlam kazanarak kozmik bir ilkeye, daha çok da metafiziksel bir araca döner. Onun varlığıyla Tanrı iradesini gerçekleştirecek, bilinme arzusunu tamamlayacaktır. Bunun yolu ise insanın çekebileceği türlü ıstırap, vatandan ayrılık, yolculuk sıkıntıları, Mevlânâ’nın ifadesiyle “yanmak” ve “pişmek” olabilir. Yûnus Emre’nin şiirinin ana temasını teşkil eden “aşk” ise bu öncesel ve ezelî -fakat Tanrı’nın varlığı gibi kadim değil- var oluşun ve bu yolculuğun neticesi olarak ortaya çıkar. Aşk, belli belirsiz bir arayışın ifadesi değil, bilinen-unutulan, daha çok da ayrı düşülen kökene ve vatana dönmenin sebebi olan bir hâldir. Bu yönüyle aşkın düşüncenin ana kavramı hâline gelebilmiş olması, yolculuk fikriyle yakından ilişkili olduğu gibi her şeyden önce yolculuğun başıyla ilgilidir. Bu itibarla aşk ileriye veya belirsiz bir noktaya doğru değil, muhakkak başa yani ilkeye ve asla doğru bir dönüşle ortaya çıkar. Aynı zamanda aşk, cebrî bir tahrik ile insanın bütün arayışlarını ve yeryüzü serüvenini -bilinçli veya bilinçsizce- şekillendiren kurucu ilkedir. Fuzûlî’nin “Aşk imiş ne var ise âlemde” dediğiyle, “Her şey aşktan var oldu” diye tabir edilen aşk, hareketin ilkesi kabul edilir. Yûnus Emre’nin, Niyâzî Mısrî’nin şiirinde de aynı tema işlenir ancak hepsine kaynaklık teşkil eden başka büyük bir isim ise İbnü’l-Fârız’dır. İbnü’l-Fârız’ın meşhur mısraı olan “Biz üzüm kütüğü yaratılmazdan önce sarhoş idik” cümlesi yolculuğun kurucu ilkesini anlatır. Aynı zamanda bu kurucu ilke var olmanın büyük hazzını, insanın payına düşen ihsan ve lütufları teşhir eder. Yolculuğun başlangıcı mutlak bir birlik, Tanrı ile aşinalık ve onun tecellisi karşısında sarhoşluk hâli olmalıdır. O zaman felsefi geleneklerin bir kısmındaki başlangıçtaki kaos veya karanlık anlayışının yerini burada mutlak bir ittihat, aydınlık ve var oluş alarak başlangıcı müspet bir dille yorumlar. Bütün tasavvuf edebiyatının üzüm ve sarhoşluk üzerine kurulu olmasının nedeni, ezeldeki bu ilk sarhoşluk; başka bir anlatımla dünya hayatının ortaya çıkardığı meşgale ve yorulmalara karşı bilinçlilik hâlinin korunma fikridir. Üzüm karşısında buğday ise bu hâli yaşarken nedenini unutmanın ortaya çıkardığı bir daralma hâlindedir: Bir şey bizi harekete icbar ediyor; fakat bunu anlamak mümkün olmuyor! Mevlânâ buna buğday, yani dünyevî amaçlarla sarhoş olmak, sürekli dünyanın peşinden koşarak yolu ve yolculuğu ihmal etmek derken dinî düşüncede bunun ismi, yolunu yitirmek anlamında dalâlet olacaktır. Daha sonra Şemseddin Sivâsî aynı temayı “engür suyu yaratılmadan sarhoşluk” ile anlatırken bu düşüncenin tasavvuf edebiyatı içinde işlenişine dikkatimizi çekmiş oldu. İbnü’l-Arabî metafiziği ise yolculuğu, insanın Tanrı tarafından ilk düşünülen ve son var olan varlık olması fikriyle anlatır.

    Peki bütün bunlar ne anlama geliyor? Modern dünya için bir şey ifade etmiyor bu düşünceler, bu açıktır. Öyle ki dinî ve metafiziksel düşüncenin modern dünya ile ilgili yegâne çelişkisi de burada ortaya çıkmıyor. Esas ve daha büyük sorun ise meselenin ikinci kısmı, yani ölüm sonrasıyla ilgilidir. Dünya bir menzil veya köprü ise köprünün ikinci ayağının dikkate alınması gerekir. Vakıa dini “din” kılan esas ilke, ölüm sonrası hakkındaki inanç olduğu gibi dindarlığın özünde ölüme meydan okumak, hayatı savunmak ve hayata inanmak, madde ve terkibin oluşturduğu geçiciliğe karşı bekayı ve mutlak var oluşu savunmak vardır. Bu da tam olarak ölüm sonrasıyla ilgili inançlarda ortaya çıkar. Burada tekrar “inanç” diyoruz çünkü buna inanmanın yolunda herhangi bir kanıtlama yolu söz konusu olmayacaktır. Fakat yine de bu ölüm sonrası inancın da baştaki inanç gibi müspet ve olumlu bir ilke üzerinden inşa edildiğini hatırda tutmak gerekir. Başka bir anlatımla dinî düşüncede ölüm sonrası inanç, dünyayı anlamlandıran, onu boşaltmak veya yıkmak yerine, sahici bir şekilde inşa ve imar eden bir anlamda ortaya çıkar.

    Bir dini herhangi bir felsefeden ayıran temel özellik başlangıç hakkındaki açıklama ve kanaat olamaz. Dini ayrı kılan husus hiç kuşkusuz ölüm sonrası hakkındaki yorumudur. Din ölümü reddetmez, ölümü merhale sayarak ölüm sonrasını açıklayarak insan hayatını büsbütün kuşatır. Her ne olursa olsun dinin insanlık hayatındaki yerini güçlendiren en önemli husus burasıdır. İnsan nereye gideceği hakkındaki bir inançla dünyanın ölümlülüğü ve insanın fâniliğinden yıkıcı neticeler çıkartmayarak müspet bir ahlâk inşa edebilme yolunu keşfeder.

    Şimdi bu istikamette tekrar başa dönebiliriz: Dünyanın sonlu ve insanın ölümlü olmasının sonuçları ne olabilir? Hiç kuşkusuz bunun en temel sonucu insanın bedbinliği, ümitsizliği ve ümitsizliğin yol açabileceği hareketlerdir. Dünyanın fâniliğinin insan ve zihin üzerindeki yükünü alabilecek yegâne şey, hayatı insanın büyük yolculuğunun parçası gibi telakki edebilmekten geçiyor. Hayat bir yolculuk olduğuna göre, dünya iki büyük yer arasındaki bir köprüdür ve bu nedenle İbnü’l-Arabî’nin dediği gibi “Köprüde ev yapılmaz.”

    Metafizikçi düşünürler dünyayı uzun ve meşakkatli bir yolculuk dâhilindeki menzillerden biri sayarak ölüm korkusunu aşabilmenin yolunu ararlar. Fakat zaman içinde bu düşüncenin çok daha da güçlendiğini yeni yorumlarla zenginleştiğini görmemiz mümkündür. Bâyezîd-i Bistâmî “Allah’tan geldik, Allah’a dönüyoruz” mealinde ayet-i kerime okunduğunda “Peki şimdi neredeyiz?” diye sorunca dünyanın yani menzilin ne olduğunu daha derinden düşünmek gerektiğini söyledi. Gerçekten de menzilin mahiyeti nedir ve menzile nasıl bakmak gerekir? En azından sürekli “yolculuk” temasının işlendiği bir düşüncede ihmal edilen yer, gurbetin anlamı olacaktır. Gurbet neresidir ve sazlıktan kopan kamışın geldiği yer anlamsız bir yer midir? Bu soru dünya ile insanın ilişkisini kurmak bakımından hayatî ehemmiyete sahip bir düşünce olarak görülebilir. Bu yönüyle dünyaya salt bir gurbet olarak bakanlar insanın dünyaya yabancılığını işlerken dünyadan uzaklaşma, zahitlik gibi fikirleri benimsemişlerdir.

    O zaman yolculuk fikrinin yıkıcı olmasa bile, dünyayı anlamsızlaştıran yönünü fark ederiz: Dünyaya menzil demek, dünyayı değersizleştirmek, hayatı anlamamak, var oluşun bir merhalesini keşfedememek demektir. Hâlbuki dünya bir menzil ise aynı zamanda dünya insanın yetiştiği bir okul, insanı terbiye eden ve onu gerçek insan kılan bir terbiye yeri hâline gelir. Birçok mistik gelenekte olduğu gibi tasavvufun bir döneminde ihmal edilen şey, bir okul olarak dünya, insanı yetiştiren ve terbiye eden bir mürebbi olarak hayat anlayışıdır. Bu itibarla söz konusu geleneklerde ve düşüncelerde dünyanın hakkının yenildiğini söylemek, bu tespit üzerinden dünyaya ve dünyeviliğe yeni bir gözle bakarak yolculuğu yeniden tahlil etmek ise metafizikçilerin meselesiydi. Çünkü dünyaya menzil demek, onu değersizleştirmek için değil, kadrini ve kıymetini anlayarak hayatı yeniden inşa ve imar etmek içindi. Başka bir anlatımla buğday ve beden hazları üzerine kurulu bir dünyadan insan zihnini ve ruhunu imar eden bir mürebbi çıkartmak için yolculuk tabiri ortaya çıkmıştı. İbnü’l-Arabî “Dünya en çok haksızlığa uğrayan annemizdir.” derken dünyanın itibarının iade edilmesini en açık savunan düşünürlerden birisi olmuştu. Dünya bir menzil ve insanı terbiye eden bir okul ise o zaman hem dünyanın hem de dünya içindeki varlıkların bu yolculuk dâhilinde konumlandırılması gerekir.

    Dünya bir okuldur ve insanı terbiye eder. O zaman dünyaya bir öğrenme yeri olarak bakmak, bilgeliği orada öğrenmek, hayatın her merhalesini zihnin ve ahlakın geliştiği bir yol olarak görmek, yolculuk fikrinin istilzam ettiği bir netice olmalıdır. Bunun yanı sıra dünyanın içinde yaşayan varlıklar, yolculuğun bir parçası olarak bir tür kardeşlikle birbirine bağlanırlar. Bitkiler yani insanoğlunun halası ve yakın akrabaları olarak dünyayı doldururlar. Bitkilere saygı, çevreye aşina olmak, yolculuğun en önemli adaplarından biri olarak insanın kendisini tanımasının bir merhalesidir. Hayvanlar ise zaten insan için daha yakın akrabadır. İnsanın tanımında geçen “hayvan” veya “canlı” tabiri onu geniş bir familya ile akraba kılarken kendisini ayrıştıran özellik, üstünlükten daha çok sorumluluk ve sınırlılık anlamı taşıyan düşünme faaliyetidir. Bu sayede insan yolu, yolculuğu düşünür; kendisine ve her şeye bir yolcu olarak bakar, en nihayetinde ölümle birlikte yolculuk yeni bir evresine ulaşır.