FİLOZOFLAR NEDEN SEYAHATİ ÖNEMSER?

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Emily Thomas*

    Seyahatin en muazzam anları güzellik ve garabetten doğar.

    Robert Byron, Önce Rusya, Sonra Tibet (1933)

    Kim demiş filozoflar seyahat etmez diye! Bu yanlış düşüncenin en önemli öncüsü Sokrates belki de: Atina’nın surları dışına adımını atmamış; belki de Kant: O da doğum yeri Königsberg’in yüz kilometre ötesine bile geçmemiş. “Seyahat felsefesi” diye tabir edilen bir araştırma alanı henüz yok. Bu konu üzerine yayınlanmış bir kitap, üniversitede bir ders ya da düzenlenmiş bir konferans da yok.

    Bütün bunlara rağmen, birçok filozof seyahat etmeyi önemser. “Seyyah filozof” kavramı kadim bir kavramdır. Coğrafyacı-filozof Strabon, “dağlarda dolaşma” bağımlılarını “hayatın anlamını arayanlar” arasında sayardı. “En zeki kahramanlar birçok yer ziyaret edenlerdir” demişti, “çünkü şairler kentleri ziyaret etmeye ve insanların zihinlerini tanımaya büyük bir maharet gözüyle bakarlar.”[1]

    Bazı filozofların hayatı yollarda geçmiştir. Konfüçyüs, şimdiki Çin’in eyaletlerinde seyahat ederken yıllarını harcamış; efsaneye göre, onun çağdaşı Lao Tzu da öğretilerinin çoğunu sınırı geçerken yazmıştır. Descartes, Doğu Avrupa’da askerlik yapmış ve sonrasında âdeta bir serseri olmuştur. Thomas Hobbes, Margaret Cavendish ve John Locke da siyasi sürgündeyken Avrupa kıtasını gezip dolaşmıştır. 20. yüzyılda W. V. Quine, buharlı vapur ve uçakla 137 ülke ziyaret etmiş, Simone de Beauvoir da Çin’i ziyaret edip bir kitap yazmıştır.

    Filozoflar ayrıca seyahatin önemli olduğunu bizzat dile getirmişlerdir. Francis Bacon’a göre seyahat -iyi manada- kıyametin habercisidir. Jean-Jacques Rousseau’ya göre eğitim için esastır. Henry Thoreau da yabanda keşfe çıkıp yabanmersini toplarsak daha mutlu olacağımıza inanır.

    Seyahat ve felsefe aslında iç içedir. Seyahat, felsefi sorunlar ortaya koyar. Tanımadığımız insanlarla karşılaşmak bize insan zihni hakkında bir fikir verir mi? Mercanlar çürüyorsa Büyük Set Resifi’ni ziyaret etmek etik midir? Seyahat sadece insanı mı ilgilendirir? Bunun yanında, felsefe de seyahati etkilemiştir. Mekân felsefesi deniz seyahatini teşvik etmiştir. Yücelik hakkındaki felsefi fikirler, dağlara tırmanma ve mağaraları gezme dürtümüzü tahrik etmiştir. Bilim felsefesi sayesinde John Ray ve Charles Darwin gibi seyyah bilim insanları ortaya çıkmış ve her denizci en uzaktaki taşları, bitkileri ve gizemli nesneleri bulma sevdasına düşmüştür.

    Seyahat felsefesi diye bir şey yok, ama olmalı. Seyahat hakkında sorular sormak ve felsefenin seyahat olgusunu nasıl dönüştürdüğünü merak etmek, maceralarımız hakkında daha derin düşünmemize vesile olabilir. Bilirsiniz, herhangi bir şey hakkında derin düşünmek çok kıymetlidir; o şeyin değerini bilmemizi ve ondan keyif almamızı sağlar. Esasında bu yazı, beklenenin aksine, filozofların fildişi kulelerinde yaşamadığını gösterecek —çoğu filozof, rahat koltuk yüzü görmemiştir. George Berkeley, Fransız dağlarını geçerken kurtlarla dövüşmüş; Isaac Barrow ise Türkiye’ye gemiyle giderken korsanlarla çatışmıştır.

    Peki filozoflar neden seyahati önemser? 16. yüzyılda yaşamış Fransız filozof Michel de Montaigne’in bu soruya bir cevabı var. Montaigne İsviçre, Almanya ve İtalya’yı gezerek yirmi yıl geçirmiştir; 1580 tarihli Denemeler eserinde seyahat üzerine düşünceler saklıdır.[2] Ona göre, seyahat sayesinde dünyadaki farklılıkları ve çeşitlilikleri görürüz; seyahat, ruhumuzu devamlı “yeni ve bilinmez şeyleri” gözlemlemeye zorlar. Seyahat bize başkalığı gösterir.

    Tanımadıklarımızla temasa geçince başkalığı tecrübe ederiz; böylece başka şeylerin farklı ve hatta yabancı olduğunu hissederiz. En sevdiğim seyahat kitapları el değmemiş yerleri tasvir eder. Sara Wheeler’in Terra Incognita [Bilinmeyen Topraklar] eseri, Antarktika’yı keşfeder. Paul Theroux’nun Great Railway Bazaar [Büyük Demiryolu Çarşısı] kitabı Avrupa’yı, Orta Doğu’yu ve Asya’yı arşınlar. Eric Newby’nin A Short Walk in the Hindu Kush [Hindukuş’ta Kısa Bir Gezinti] çalışması ise Afganistan’ı yürüyerek geçmenin hikâyesidir. Bu hikâyeler, güçlü bir başkalık hissini beraberinde getirir. Wheeler, Antarktika’da bütün referans noktalarının kaybolduğunu belirtir. Theroux, bir kâse çorbayı tarif eder; içinde kedi bıyığı ve “makaron gibi görünen” bağırsak parçaları olduğunu söyler. Başgali lehçesinde yazılmış bir seyahat rehberinden alıntı yapan Newby, Afgan dağlarındaki günlük yaşamın ne kadar zor olduğunu ortaya koyar: “Bu sabah arazide bir ceset gördüm,” “Benim dokuz parmağım var, senin on,” “Bir cüce gelip benden yemek istedi.”

    Başkalık, seyahatler arasında çizdiğimiz ayrımları açıklayabilir. Seyahat demek hareket demektir; zaman içinde yer değişimi demektir. Yaşamımız küçük hareketlerle doludur. Yatak odasından mutfağa geçeriz, arkadaşlarımızı görmeye gideriz, köpeğimizi parkta yürüyüşe çıkarırız. Ama “seyahate çıkmak” dediğimizde daha büyük kavramlardan bahsetmiş oluruz: Wheeler veya Newby’ninki gibi seyahatler aklımıza gelir. Bakkala gitmekle Sahra Çölü’ne gitmek arasındaki fark nedir? Aile ziyaretiyle Botsvana macerası arasında nasıl farklar vardır?

    Günlük geziler ve seyahat gezileri arasındaki fark bir mesafe meselesi değildir. Seyahat gezilerinin çoğu uzun mesafe demektir; Wheeler, Theroux ve Newby gibi isimler binlerce kilometre kat etmiştir. Ama seyahat daima uzun mesafe anlamına gelmez. Samuel Johnson Journey to the Western Islands of Scotland [İskoçya’nın Batı Adalarına Yolculuk] eserini yazmak için birkaç yüz kilometre yol almıştır, Bill Bryson ise Lost Continent [Kayıp Kıta] eserini yazmaya kendi mahallesinde başlamıştır. Uzun geziler olsa da seyahat gezisi sayılmayanlar da vardır. Jules Verne’in Seksen Günde Devriâlem eserinde Phileas Fogg dünyayı dolaşır ama geçtiği memleketleri deneyimlemekten kaçınır, çünkü “yabancı ülkeleri kendi ırkına mensup kişilerin gözünden görmeye alışkın İngilizlerden biridir.” Günümüzden bir örnek verecek olursak, Londra’dan Hong Kong’a uçakla giden bir avukat düşünün, orada bazı toplantılara katılsın ve sonra tekrar uçakla geri gelsin. 10 bin kilometre kat etmiş olsa da bu gezi bir seyahat değil, günlük bir gezidir.

    Bence günlük geziler ve seyahat gezileri arasındaki fark seyyahın başkalığı ne kadar tecrübe ettiğinde saklıdır. Günlük geziler başkalığa pek kapı açmaz ama seyahat gezileri başkalığı tecrübe etmek için bulunmaz nimettir. Seyahat yazarları, tanıyıp bilmedikleri şeyleri olabildiğince tecrübe etmeye çalışırlar. İsviçreli maceracı Ella Maillart 1950’de verdiği bir röportajda yalnız başına seyahat etmeyi tercih ettiğini çünkü herhangi bir arkadaşıyla birlikte gittiğinde “Avrupa’dan bir parçanın ona eşlik ettiği” hissine kapıldığını söyler. Tepkileri öyle ya da böyle Avrupalı olacak ve bu da onları Avrupalı zihin kalıplarına hapsedecektir. Maillart, “Batılı bakış açımı unutup her adımda karşılaştığım yeniliğin üzerimdeki etkisini tamamen hissetmek istedim” diyor.[3] Günümüzde birçok seyyah eski usul seyahati tavsiye ediyor, başka bir diyara giderken cep telefonu, tablet ve bilgisayarlarınızı evde bırakın diyorlar.[4] Teknoloji bizi bir koza gibi sarmalar, hava durumu ve sosyal medya uygulamalarına hapseder. Hücresel veriye maruz kalmadan seyahat etme motivasyonu, kendimizi yenilikten mahrum etmeme isteğinden ileri gelir.

    İnsanlar başkalığı nerede ve ne zaman hissederler? Bu bizim kim olduğumuza bağlı. Her bir insan kendine özgü bir hafıza, arzu ve inanç kümesine sahiptir. Bir kişiye tanıdık gelen dil, yemek ya da mimari başkasına tanıdık gelmeyebilir. İşte bu yüzden seyahat kitaplarının yazarları kadar mekânları da önemlidir. Eğer bir buz bilimci Antarktika’da yaşadıysa ve bunun hakkında bir gezi kitabı yazdıysa elbette Wheeler’in Terra Incognita çalışmasından bambaşka bir şey ortaya çıkacak demektir. Onun deneyimi farklı olacaktır, çünkü onun için farklı olan şey farklı olacaktır.

    Montaigne, bir kişi için yeni olanın başka bir kişi için gündelik bir alışkanlık olduğunu okurlarına daima hatırlatır. Hafifmeşreplik. Baba katli. Bebek katli. Bazı toplumlar bunları lanetlerken diğerleri normal görür. Montaigne, tanımadığımız halkları “egzotikleştirmeye” karşı çıkar, onları tanıdık halklardan çok farklı göstermeyi istemez. “Yamyamlar” başlıklı denemesinde Montaigne, yamyamlık yaptığı söylenen Brezilyalı bir grup insanı tartışır. Bu faaliyetin ilk göründüğü kadar tuhaf olmadığını söyler, çünkü geçmişte Avrupalı askerler de kıtlık zamanlarında ceset yemişlerdi. Kadavralardan “faydalanmakta” hiçbir beis yok; Fransız işkence sanatından çok daha az “barbarca” nihayetinde. Montaigne, insanların yaşadığı ortamı betimlemeye devam eder; onların evlerini, danslarını, evliliklerini ve tanrılarını anlatır. Yaşamlarının bu veçheleri elbette Montaigne’in okurlarına tanıdık gelecektir, çünkü onların yaşamlarında da dans, evlilik ve ibadet var. Uzaklarda yaşayan bu insanlar hakkında Montaigne’in vardığı sonuç alaycıdır. “Bütün bunlar kulağa kötü gelmiyor ama en azından kısa pantolon giyselerdi hiç fena olmazdı.”

    Seyahat bize iyi gelebilir çünkü başkalık bizim için iyidir. Montaigne seyahatin faydalı olduğunu söyler: çünkü, yıkanmanın avantajlarını öğretir, evlilerin nefes almasını sağlar. Daha da önemlisi, başkasını tecrübe etmek zihinlerimizi geliştirir. Yeni ve bilmediğimiz şeyleri dikkate almak, bildiğimiz şeyleri yeniden düşünmeye ve ufkumuzu genişletmeye zorlar bize. Seyyah James Howell’ın 1642’de dediği gibi seyahatin semerelerinden biri de “eğlenceli fikirler ve binlerce farklı düşüncedir.[5]

    René Descartes’a göre bilinmeyeni tecrübe etmek faydalıdır. Başka halkların âdetlerini bilmenin bize yarar sağlayacağını söyler, çünkü böylece bizim âdetlerimize aykırı şeylerin “saçma ve akıldışı” olduğunu düşünmeyiz.[6] Âdetler, uzlaşımsal davranış biçimleridir. Örneğin İngilizler genelde patates kızartmasını bezelye püresiyle birlikte yer. Hollandalılar ise mayonezle. Taban tabana zıt bu alışkanlardan herhangi birine komik ya da akıldışı diyemeyiz. Seyahat sayesinde alışkanlıklarımızın en iyisi olmadığını anlarız; seyahat, bariz gibi görünen şeyleri soruşturmamızı sağlar

    Yirminci yüzyıl filozoflarından Bertrand Russell da seyahatin bize faydalı olduğunu söyler, ayrıca yurt dışında yaşamanın önyargıyı azalttığını da belirtir. Buna karşın Russell tüm yabancı geleneklerin yüceltilmesini pek tasvip etmez:

    “17. yüzyılda Mançular Çin’i fethettiğinde Çinli kadınların ayaklarının küçük olması, Mançu erkeklerinin de saçlarını iki yandan örmesi âdettendi. Kendi aptalca âdetlerinden vazgeçmek yerine bir de birbirlerinin âdetlerini benimsediler ve Çinliler 1911 devrimiyle Mançu egemenliğinden kurtulana dek saçlarını örmeye devam etti.”[7] Seyahat ve kültürel etkileşimi daima arzularız fakat saç örme gibi olaylara daima dikkat etmemiz gerek.

    Bazı filozoflar kendi araştırmalarını bir yolculuğa benzetir: Berkeley araştırmalarından biri için “uzun bir yolculuk” der; bu zorlu yolculukta “felsefenin vahşi labirentlerinden” geçer. İnsan Doğası Üzerine İnceleme eserinde David Hume, daha önce yaptığı ve yapacağı seyahatler üzerine düşünür. “Sanırım ben bir fırtınada gemisi alabora olmuş ve neyse ki sağ salim kıyıya vurmuş bir adam gibiyim, ama hâlâ aynı gemiyle denize açılma cüretim var, her ne kadar o gemi su almaya devam etse de.” Ama nihayetinde “sonsuzluğa açılan o engin okyanusta” maceraya çıkmaktansa “sağlam kaya” üzerinde kalmaya meyleder. Tıpkı seyyahlar gibi Berkeley ve Hume da kendi felsefeleri aracılığıyla âdeta yaban alemde yeni yollar bulmaya çalışırlar. Bilinmeyen —tanınmayan— bir âleme açılırlar ama buna değeceğini düşünürler. Zihinlerini zorlayıp yeni hakikatlerin peşine düşerler. Berkeley vardığı felsefi sonuçları gururla eve dönüş olarak tasvir eder. Şüpheci Hume kendinden o kadar memnun değildir, felsefi spekülasyonlarının çok soğuk ve zorlu olduğunu kabul eder, ama bu durum arkadaşlarıyla eğlenip onlarla tavla partileri yapmasına engel olmaz.[8]

    Montaigne’in zamanında bir yolculuğa çıkmanın günümüzdekinden daha kolay olduğu konusunda ne yazık ki şüpheliyim. Çünkü, 20. yüzyılda seyahati kolaylaştırmak için tasarlanan süreçler, önceki dönemlere nispetle başkalık mefhumunu epeyce törpüledi. Bunu açıklamak için isterseniz tarihçi Paul Fussell’ın kitabındaki bir iddiaya bakalım.

    Abroad [Yurt Dışı] başlıklı çığır açan kitabında Fussell, turizmi yerden yere vurur. Ona göre seyahat turizmden farklıdır. 18., 19. ve 20. yüzyılın başındaki şeye seyahat diyebilirdik. Keşfetmenin “öngörülemez” heyecanıyla “olduğu yeri bilmenin” keyifli turistik hissini birleştirebiliyordu. Fussell’a göre seyahatten eser kalmadı —varsa yoksa turizm. Fussell, turizmin köklerinin 19. yüzyılın ortalarına dayandığını tespit eder, çünkü tam da o zamanlar “Thomas Cook’un aklına parlak bir fikir gelmiştir, gezmek isteyen bir dolu insanı gemiye doldurup Kıtayı gezdirecektir.” Turistler artık “girişimcilerin keşfettiği” şeylerin peşindeydi, üstelik bu şeyler “kitlesel tanıtım maharetiyle” pazarlanıyordu. Fussell, Butlin Tatil Kampları ya da Fransız “Club Med” Tatil Köyleri gibi turistik kurumlardan bahseder; buralarda “giysi ve paranın yerini çıplaklık ve oyunlar alır.[9]

    Fussell, seyahat-turizm ayrımını 1980’lerde yaptı, ama çok sorunlu bir ayrım bu. Eğer Fussell haklıysa o zaman çoğu “seyyah” Avrupalı, zengin, beyaz ve erkek olmalıydı.[10] 21. yüzyılda çok uzun bir süre boyunca çok uzağa gitsek bile ona göre asla “seyyah” sayılmayız.

    Fussell’ın bu meselede haklı olduğunu düşünmesem de bir konuda hakkını yememek gerek: Bir Avrupalının Fransız tatil köylerinden birine gitmesine değil, Maillart’ın Taklamakan Çölü’nü geçerek Pekin’e ulaşmasına seyahat deriz elbette. Bu farklılık başkalıktan neşet eder. Tatil paketleri ve turizm köylerinde yabancı hiçbir şey yoktur. Kendi dilinizde bir web sitesine girip rezervasyon yapıyorsunuz, tatil köyüne giderken civardaki insanlara değil de telefonunuzdaki navigasyon uygulamasına danışıyorsunuz. Orada kendi ülkenizden insanlarla vakit geçiriyorsunuz. Kendi evinizde yediğiniz yemekleri sipariş ediyorsunuz. Seyahat, başkalığı tecrübe etmektir, ama bazı turizm mekanizmaları bunu baltalıyor.

    Montaigne’den bu yana dünya epeyce dönüştü. Seyahat yazarları “küresel homojenleşme” belasından yakınıyor, dünyada her yer aynı olmaya doğru gidiyor. Bill Bryson, ABD’deki herhangi bir yeri şöyle tasvir eder: “Yersiz yerler; eyaletler arası otoyolların kavşakları boyunca türeyip duruyor; moteller, benzin istasyonları, alışveriş merkezleri ve fastfood restoranlarından müteşekkil ışıklı adalar.”[11] Bu klişeler artık dünyanın her yerinde bulunabilir, genelde markalar da aynıdır: Best Western, Shell, McDonalds, KFC.

    Ancak, homojenleşmeden şikâyet etmek, düşündüğümüzden daha eski bir tarihe sahip. “Bütün başkentler aynı gibi” diye yakınıyordu Rousseau 18. yüzyılda, “Paris ve Londra bana aynı şehirmiş gibi görünüyor.” 19. yüzyılda John Stuart Mill de benzer kaygıları dile getirir: Avrupa, “olağanüstü karakter ve kültür çeşitliliğini kaybediyor” ve “her insanı aynı yapıyor.”[12]

    Eğer dünya homojenleşiyorsa seyahat esnasında yeni şeyler tecrübe etmek daha zor olacak demektir. Ancak bu o kadar da zor değil. Esas mesele, bildiğiniz şeylerden uzak durmak. Batılı insan, yoğun havalimanlarından, zincir restoran ve kafelerden uzak durup halkın içine ve çarşı pazara karışırsa bunu başarabilir. Maillart’ın dediği gibi, bilinmeyenden başlarsanız bir kâşif gibi cesur hissedersiniz, Paris’te “esprili” bir taksi şoförüyle ilk kez muhabbet ettiğinizde ya da “bozuk et kokan” bir yemek yemek için Tibet’te bir dağa tırmanma riskini göze aldığınızda bunu deneyimleyebilirsiniz.[13] Başkalığı bulmak bizim için zor olabilir ama bu kesinlikle imkânsız değil.

    Yeni Sorular

    Seyahat günümüzde hâlâ yeni sorunlar ortaya koyuyor. İklim değişikliğinden etkilenen yerlere “son şans turizmi*” gerçekleştirmenin etiği nedir? İnsan olmayan başka zihinlerin mahiyetini hayal edebilir miyiz? Uzay seyahati bizi nasıl etkiler?

    Seyahatin felsefeyi ileri taşıması gibi felsefe de bazen seyahat pratiklerine yeni soluk kazandırır. Çoğu zaman olduğu gibi yeni bir felsefi fikir belirli yerlere ya da belirli şekillerde seyahat etmeye teşvik eder. Örneğin, Amerikalı edebiyat araştırmacısı Marjorie Hope Nicolson’ın Mountain Gloom, Mountain Glory [Dağın Kasveti, Dağın Zaferi] eserinde işaret ettiği üzere 17. yüzyıldan itibaren gelişen yeni bir mekân teorisi bizi dağları ziyaret etmeye yönlendirmiştir. Bu “Mutlak” teoride, uzay Tanrı’nın enginliği ya da sonsuz mevcudiyetidir.

    Nicolson’a göre, insanlar bu sayede tıpkı dağlar gibi devasa, sonsuz manzaraları ilahi olarak algılamaya yöneldiler. Victoria dönemi düşünürü John Ruskin, Alplerden bahsederken “yeryüzünün yüce katedralleri” ve “kar sunakları” gibi ifadeler kullanır. Dağlar katedrale dönüştüğünde herkes onları ziyaret etmek ister.

    Aynı şekilde, Amerikalı filozof Henry Thoreau’nun Walden adlı eserinde ortaya koyduğu yaban felsefesi, tek başına yaban seyahati çılgınlığını başlatmıştır.

    Bilinmezin ne olduğu elbette size bağlı. İngiliz denizci James Cook için Alaska ve Avustralya “yeni” topraklardı; fakat oranın yerlileri tabii ki bu toprakları çok iyi bilir. Romalıların Suriye’de inşa ettiği yapılar Çinli kâşif Gan Ying’e yabancı gelecektir, Suriyelilere değil. Bazı yolculuklar dünya üzerinde kimsenin bilmediği yerlere yapılır: Son Doong Mağaraları, kar altındaki Antarktika dağları veya Ay ya da Mars.

    Filozoflar da kendilerinin bilmediği ama başkalarının iyi bildiği düşünce alanlarında keşfe çıkabilir. Ortaçağ Alman felsefesi ya da çağdaş Çin felsefesini araştırmaya başlasaydım ben de muhtemelen aynı tecrübeyi edinirdim. Filozoflar da aynı şekilde tamamen yeni düşünce alanlarına atılabilir. Felsefe ve seyahatin kesişimi bence bize bu imkânı veriyor, çünkü ikisi de insanların bilmediği şeylerin sınırlarına bakıyor.

    *Doçent, Durham Üniversitesi, Felsefe.

     

     

     

     

     

     

     

    ***

    Bu yazı, yazarın The Meaning of Travel: Philosophers Abroad (Oxford University Press, 2022) kitabından ve “Why philosophy is an ideal travel companion for adventurous minds” (The Conversation) makalesinden derlenmiştir.

     

    [1] Eric J. Leed, The Mind of the Traveller, (Basic Books: New York, 1991), 58-9.

    [2] Montaigne’nin 1845 yılı edisyonundan.

    [3] Ella Mailart, “My Philosophy of Travel” içindeTraveller’s Quest: Original Contributions

    towards a Philosophy of Travel, ed. M. A. Michael (William Hodge: London, 1950), 114–26.

    [4] https://www.lonelyplanet.com/travel-tips-and-articles/how-to-go-off-the-grid-when-you-travel/40625c8c-8a11-5710-a052-1479d276568e

    [5] James Howell, Instructions for Forreine Travell (1869), 74.

    [6] Descartes, The Philosophical Writings of Descartes, çev J. Cottingham, R.

    Stoothoff,ve D. Murdoch (Cambridge University Press: Cambridge, 1984), I.113–16.

    [7] Bertrand Russell, The Basic Writings of Bertrand Russell, ed. Robert E. Egner and

    Lester E. Denonn (Routledge: London, 2009), 67.

    [8] Bkz. Berkeley, Three Dialogues between Hylas and Philonous (London, 1713), önsöz ve Hume, A Treatise of Human Nature (London, 1739), I. Kitap, 457–8; 467.

    [9] Paul Fussell, Abroad: British Literary Travelling between the Wars (Oxford University Press: London, 1980), 38–41.

    [10] Bkz. Bohls, Elizabeth ve Ian Duncan, “Introduction” içinde Travel Writing 1700–1830: An Anthology (Oxford University Press: Oxford, 2005), xvi–xvii.

    [11] Bryson, Bill, The Lost Continent: Travels in Small Town America (Harper & Row: New York, 1989), 187.

    [12] J. S. Mill, On Liberty, Utilitarianism, and Other Essays (Oxford University Press: Oxford, 2015), 71.

    [13] Mailart, “My Philosophy of Travel”, 115.

    * Büyük Set Resifi’ndeki mercanlar gibi yok olma tehdidiyle karşı karşıya olan yerler veya şeyler için sunulan turizm şekli —çn.