MUHTEMEL SEYAHATLERİN EN MÜMKÜNÜ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Selman Bayer

    Evliya Çelebi meşhur Seyahatname’sinde “Her an Cenâb-ı Barî’den, dünyada sıhhat-i beden, seyahat-i tâm, ahir nefeste iman ricasında idim” şeklindeki o manidar cümlesinde “seyahat” ifadesini kullanırken alelade bir seyahatten söz etmiyordu. Osmanlı kültürünün tartışmasız en renkli siması olan Çelebi’nin nüktedanlığı ve zekâsı yanında bilgeliği de göz kamaştırıcıdır çünkü. Elbette bu cümlede de aynı bilgelikle arzı endam ettiğini idrak edersek “seyahat-i tâm” ifadesinin bugünün turistinin anlayabileceği şekilde mükellef bir gezi, tam bir seyahat, geniş bir dünya turundan daha derin manalarla kullandığını da fark edebiliriz.

    Seyahat en basit anlamıyla farklı amaçlarla bir yerden bir yere yolculuk etmek manasında kullanılır. Kubbealtı Lügatinde “şehirden şehire, ülkeden ülkeye yapılan yolculuk, uzak yerlere yapılan gezi” manasıyla tarif edilen seyahat kelimesi birbirini tamamlayan birçok farklı anlama sahiptir. Mesela, İslam Ansiklopedisi’ne göre “suyun yeryüzünde sürekli akması” anlamındaki seyh kökünden türeyen seyahat (siyâha) “yürüme, gitme; insanların arasını bozmak için ortalıkta dolaşma; kendini ibadete verip ruhban hayatı yaşamak için yeryüzünde gezip dolaşma” manalarını da içerir. Görüldüğü gibi kelime geniş bir anlam dünyasına sahiptir. Elbette bu geniş anlam dünyasına dayanarak seyahatin insan için olduğu ve insanın kendi seyrinde büründüğü hâllere göre muhtelif anlamları kuşandığı söyleyebiliriz.

    Bütün canlıların sudan yaratıldığı bir âlemde kısa ya da uzun, keyfî ya da zorunlu, bilinçli ya da bilinçsiz seyahat eden insan kelimenin “sürekli akan” manasıyla birlikte düşünüldüğünde ilginç bir çağrışımın muhatabı hâline gelir. Bu süreklilik yalnızca yapısal bir zorunluluk değil, aslında razı olunması gereken bir göçebelilik hâlinin veciz izahı gibidir.

    Kur’ân-ı Kerîm’de geçtiği anlamıyla da mezkûr anlam ya da hâl zenginliğini karşılar seyahat ifadesi. Tevbe suresinde putperestlere hitaben kullanılan bu ifade yine aynı surede başka bir yerde “sâihûn” şeklinde geçer ve Allah’ın hoşnutluğunu kazananların övgüye değer niteliklerinden biri olarak zikredilir. Yine İslam Ansiklopedisi’nde nakledildiğine göre “sâihûn” kelimesinin “sâimûn” (oruç tutanlar) anlamında da kullanıldığı, Hz. Peygamber’in kelimeyi bu mana ile açıkladığı, Hz. Âişe validemizin de, “Bu ümmetin seyahati oruçtur” dediği rivayet edilmektedir. Bu rivayetlerden yola çıkarak seyahat edenlerin karşılaştıkları zorluklara; oruca benzer meşakkatlere katlandıkları için bu şekilde isimlendirildiği aktarılmıştır. Dahası şarkiyatçıların bir kısmı da aynı rivayetlere dayanarak “sâihûn” kelimesinin Hıristiyanlıktaki manastır ve keşişlik tecrübesine benzer bir tecrübeyi işaret ettiğini iddia ederler. Bu iddiaya dayanarak da gezgin dervişliği temellendirirler.

    Kelimenin çağrışımlı anlamlarına psikolojinin kavramsal çerçevesini de ekleyerek daha modern bir yorum yapılabilir. İnsan olabilmek, insanlığının hakkını verebilmek için maddi manevi konfor alanının terk edilmesi gerekliliğini vaz ediyor gibidir bu ifade. İnsanın kemale ulaşması, olgunlaşmasına paralel Allah’ın hoşnutluğunu kazanmasının da ancak konfor alanını terk edecek bir macera sonrasında mümkün olduğunu anlarız.

    Seyahate dair ifadeler ve yorumlar zinciri ciddi bir literatürdür. Kehf suresinde anlatıldığı şekliyle Hazreti Musa’nın hakikat bilgisine ulaşmak için yanında bir gençle birlikte seyahate çıkmasını anlatan kıssa da bunlardan biridir. Kuşeyrî, “sâihûn” kelimesini “Allah’tan başkasını müşahedeye yönelmekten kendilerini alıkoyanlar, Allah’tan başkasına hizmet etmeyi kendilerine yasaklayanlar ve yalnız Allah ile olup O’na güvenenler” anlamında kullanması da aynı listeye dahil edilebilir. İslam Ansiklopedisi’nin kaydettiğine göre Kuşeyrî, aynı kelimeyi “ibret almak için yeryüzünde seyahate çıkanlar” veya “varlığın sırlarını kavramak amacıyla kalp dünyalarında seyahat edenler” şeklinde açıklayanların bulunduğunu da kaydeder. Ben de yazımda bu son tarif bağlamında bir hattı takip etmeye çalışacağım.

    Seyahatin dünya tarihinin her aşamasında olduğu gibi bugün de birçok anlamı yüklenerek dolayımına devam ettiği aşikârdır. İlmî olduğu kadar keyfî, bireysel olduğu kadar toplu seyahatlerle dolu bir hareketliliğin yaşandığı günlerdir bugünler. Kavimler göçünü andıran büyük göçlerin olduğu kadar eski mistik seyahatlerin modernleştirilmiş ve sekülerleştirilmiş versiyonu olan salaş seyyahların da aşındırdığı yollarla dolu dünya. Peki, bütün bu çeşitliliğe rağmen başta çizilen kavramsal çerçeveye uygun bir seyahat mümkün müdür?

    Bir soru olarak kendinden başlamayan her türlü yolculuk dünyanın bütün cevaplarına ulaşsa da yine ve daha büyük bir soru olarak kendinde biter. Soru insanın genişlemesinin sırrıdır. İnsan, anda yaşar ama insanı süreç inşa eder. Sürece kast eden insana kast eder. Sürecin kendi irrasyonalitesinde, sıkıcılığında, meşakkatinde ve hiç akla gelmeyen ikramlarında insanın demi gizlidir. Sürecin hakkını veren insan anı idrak eder. İnsanın “olma” süreci ister örgün bir öğretim olsun ister sıradan bir seyahat her zaman aynı titizlikle arzı endam etmelidir. Bir hâdis-i şerîfte “Doğru soruyu sormak zekânın yarısıdır” buyurulur. Bu hakikatten mülhem doğru soruyu sormak yolun yarısıdır da diyebiliriz. “Beden yalan söylemez” denir. Beden bu dünyada kendi evindedir. Evinde olanın yalana ihtiyacı yoktur. Kendini kandırmaz. Çünkü evde kalmaya devam etmek için doğruyu söylemesi gerekir. Ruh ise bu dünyaya konuktur. Burada başlayıp burada bitmeyecek bir ana anlatı olarak farklı hikâyeler, hususiyetler içerir. Eğer prospektüsüne uygun kullanırsanız ruh da yalan söylemez. Söyleyemez. İşte asıl seyahat beden ve ruhun birlikte yapacağı bir yolculuktur. Nereye gittiği, nereye varacağından ziyade, nasıl gittiği mühimdir. Çünkü an burada kıvama gelir, hâle gelir, hakikatine kavuşur.

    Bugün seyahat denilince akla ilk gelen kavram turizmdir. Kavram öylesine mütehakkimdir ki kavramın icadından çok evvel var olan fakat kendi kavramsallığını oluşturamamış birçok tarihî seyahat usulü de turizme inhisar edilmektedir artık. Aslında birbirleriyle hiç uyuşamayacak gibi görünen iki kavramın izdivacıyla oluşturulmuş inanç turizmi buna örnektir. Burada yalnızca kavramsal bir tahakküm değil topyekûn bir değişimin izlerine de rastlanır. İnsan hangi seyahat türüne meylederse meyletsin bu tahakkümden kurtulamaz. Hâliyle uluslararası bir tedarik zincirinin taşınması hassas ya da kırılabilir üretimleri olarak bir mal gibi seyahat eder. Karşılaştığı bütün etkileşimler, yaşadığı tecrübeler ve kültürel dönüşümler nihayetinde turizmin katı tekelinden geçer. Cemil Meriç daimî ve cazip bir televvün hâlini andıran düşünme sürecinde “izm”lerin en kötüsünü seçerken çok cömert davranıyor ve hangisinin daha kötü olduğu hususunda bir türlü net karar veremiyordu. Bugün yaşasaydı, aynı televvün hâlinden kurtulmanın coşkusuyla “izmlerin en kötüsü turizm” diyebilirdi sanki. Çünkü turizm başından beri insan için olduğunu anlatmaya çalıştığımız seyahat unsurunun bütün manalarını ve tarihini gasp edip onu tekelleştirmiş ve dönüştürmüştür. Bu dönüşümün insanın kendisine ve dünyaya bakışını da tahrif etmesi kaçınılmazdır.

    Seyahat insan ruhunun sükûnet bulmasının yollarından biridir. Modern dünyada insan evinde değildir. Artık meskûn değildir. Göz meskûn mahalde tahkim olur ve görüşünü genişletmek, derinleştirmek için arar yeryüzündeki ayetleri. Yeryüzünde Allah’ın ayetlerini görmek göz sahipleri içindir. Bugün hâkim anlamıyla seyahat insanın kendisiyle karşılaşmasını engellemek için uydurulmuş dünyanın en renkli ve heyecanlı labirentidir. Bu labirentin dünya genelinde kabul edilmiş adı da turizmdir. Gastronomik, kültürel, ticari, akademik ya da başka herhangi bir insani unsurun merkeze alındığı seyahatlerin hepsi bütünlüğünden uzaklaştırılmış ama o bütünlüğün yokluğu hissini bir türlü defedememiş çağın sakinleştirici ilaçlarıdır. Sakinleştiricilerin genel hedefi insanı toplumsal anlamda dengede tutabilmektir. Sistem emri altına aldığı insanların asıl yakıtı olan hıza intibak etmesi için onları böylesi sakinleştiricilerle uyumlu ve dengede tutar, tahkim eder. Hâlbuki sükûnet uyum ve dengeden çok daha fazlasını içerir. Bu anlamda hâlden hâle, meskûn mahalden muhtelif mahalle gitmek insanın kendisini tanıması için mühim bir imkândır. Bakmaya, görmeye ve düşünmeye olanak sağlar. Fakat bugünün yersiz yurtsuz insanı bakacak ve görecek bir başlangıç noktasından mahrum bırakılmıştır. O da bu yoksunlukla telaşlı bir arayışa meftun olmuştur. Bu telaş onun görüşü kadar düşüncesini de bulandırmıştır.

    Düşünce ehlikeyiftir. Aceleye gelmez. Zihinde birdenbire parlayarak husule gelmesi aceleciliğinden değil ana dair bir sırrı taşımasındandır. Telaş düşüncenin ve ancak düşünceyle tahkim edildiğinde kendisini tamamlayan insanın en büyük düşmanıdır. İnsanlık tarihi boyunca bizzat Din ya da muhtelif öğretiler tarafından ısrarla sükûtun tavsiye edilmesini bu zaviyeden de okumak ilzam eder. Düşünce dile döküldüğünde tebdil-i kıyafet dolaşmaya niyet eden bir sırdır. Sır histerik bir ketumiyet delisi değildir. Sır Odyseus’unu bekleyen Penelope’dir. Bu bağlamda, en temel hususiyeti telaş, acele, hız olan bu çağın seyahat anlayışı aracılığıyla Allah’ın ayetlerini okumak insanın dünya hayatının içerisinde belli belirsiz yerlere konan dinlence tesislerindeymiş gibi hakikatle teması kadardır. İnsan bakar, görür ve kendini bir dahaki dünyevi maneviyat durağı ya da günah çıkarma kabini ya da geçici arınma merkezine kadar yenileyecek enerjiyi alıp yoluna devam eder. Oysa “ayet” geçici bir şifre değil düşüncenin zamansız bahçesine giriş için tahkim edilmiş virddir. Vird tekrar edilendir. Tekrar ise keyfine düşkün düşüncenin temrinidir.

    Bugün okuryazar coğrafyasının yazılı olmayan kuralları müthiş bir tahakküm aracıdır. Her şeyden haberdar olma, bir mesele üzerine yazılan bütün külliyatı takip etme ve sektörün görünmez rahipleri tarafından yapılan güncellemeleri izleyerek farklı alanların külliyatlarına da aşina olmak iddiasıdır. Oysa insan dert ettiği meseleye dair bir düşünce ya da kavramsal temele sahip olduktan sonra kendi hayati serüvenine paralel kendine mahsus bir düşünce geleneği oluşturabilir. Buna üslup denilir. Seyahat de böyledir. Bugün bitmeyen bir gevezelik gibi peş peşe yapılan reklamlarla farklı yerler görmek, farklı şehirler, ülkelere seyahat etmek, farklı deneyimler yaşamak salık verilir. Oysa böylesi bir seyahat hiçbir zaman okumayacağın kitaplardan müteşekkil devasa bir kütüphane imar etmek gibidir. İnsanı havaya sokar, geçici bir özgüven kazandırır. Ama aklı başında olmak için ayaklarını sağlam basacağı bir zemin fikrinden de uzaklaştırır. Turizmin büyüsü buradadır. İnsanı doğasından uzaklaştırır. Turizme göre kendine çeki düzen veren mekânlar bütün doğallığıyla da arzı endam etse neticede sentetik bir iletişimin unutulmaz muhatabı olmaktan öteye gidemez. Kaldı ki turizmin devlet otoritesinin taşrasında kalabilmiş sivil inisiyatifle şekillenen türlerinin de vurguladığı bu hassasiyet meselenin iki muhatabından yalnızca birinin bu bilinç düzeyine ulaşmasından dolayı yine asıl patrona hizmet edecek bir türbülansa girmekten kaçınamaz. Yani alternatif aslını tahkim eder. Yalnızca, bireysel tecrübelerin keşfine müsaade edebilen bir seyahatin de irapta mahalli yoktur artık. Bütün bu tahakkümden kaçabildiği ölçüde, büyünün tesirinden emin olduğu ölçüde yokluğa mahkûm olacaktır. Çünkü o kendinde başlayıp kendinde biten bir tecrübedir ve çağımız tarafından ya yok sayılır ya da sistemin kutsallığına bir şirk olarak addedilir.

    O hâlde bu büyüden kurtulmanın yolu nedir? Büyüyü idrak etmek ve kendine doğru giden yolda ısrar etmek. Bunun için de dünyayı dolaşmak, ilginç, egzotik yerler keşfetmek, yeni insanlar görmek ve insanın bu dünyaya dair heyecanını perçinleyen deneyimlere meyletmeye gerek yoktur. Kendine gidebilmek birkaç adımla mümkün olabilir. Kültür-sanat eleştirisi sitesi olan E-skop’ta Ranciere’in bir yazısında geçer: Ranciere Yuhanna İncil’inden bir yolculuk hikâyesi anlatır burada. Meşhur mucizevi balık yakalama hikâyesidir bu. Havariler balık tutmaya çıkarlar. Sabaha kadar tek bir balık bile yakalayamazlar. Güneş doğmak üzereyken bir ses duyarlar. Ağlarını kayığın sağ tarafına atmalarını söyleyen bu sese uyarak bir sürü balık yakalarlar ve mutlulukla o sesin Rabbin sesi olduğuna inanırlar. Ranciere bu hikâyeyi şöyle yorumlar: “Bu, Kudüs’ten Tiberya’ya uzun mesafeli bir yolculuk değildir. Fakat bize tam da, seyahatte teorik açıdan bahis konusu olanın ne olduğunu gösterir. Uzak diyarları ve egzotik âdetleri keşfetmek değil, bir ‘ora’dan bir ‘bura’yanın haritalamasını şekillendiren küçük bir hareket yapmak. Bu haritalama, sözcüklerle bedene bürünmenin ve etle/bedenle anlam yaratmanın, anlamlı olmanın ilave yolu, yani insani yoludur.”

    Seyahat insanın kendini keşfi ve tahkimi demektir. Seyahatte insan yalnızca konforundan değil aynı zamanda yüklerinden de arınır. Yalnızca seyahat boyunca lazım olacağını düşüneceği eşyayı alır. Bu seçim onun ferasetinin ve yolculuğa dair bilincinin de ilk göstergesidir aslında. O sair dünyevi eşya, teçhizat insanın dünyadan ve kendi yüklerinden ne kadar arınmak istediğini ya da arınmak konusunda ne kadar samimi olduğunu gösteren veriler barındırır. O hâlde bir yerden bir yere gitmenin ancak insanın kendisine çıkar yolu bulmakla hakikatine kavuşacağını düşünürsek bunca seyahat literatürü üzerine yeniden ve yıkıcı olmaktan korkmadan düşünmekte fayda vardır. Seyahat insanın kendini keşfi ve tahkimi içindir diyorsak bunu yapmak durumundayız.

    Seyahat bir meskûn mekân olan dilin de terkidir aslında. Dilin kendi özüne dönmesinin bir serüvenidir. Maceraya çağrının çağlar aşan hakikati bunu dile dayatır. İnsan da buna pek insanca cevap verir. Dili bir süreliğine basitleştirir, ta ki dönene kadar. Dönünce dil yeniden o eski tumturaklı ve nefis dolu hâline irca eder. Oysa hakiki seyahat dönüşüyle birlikte yalnızca bedende ve ruhta değil dildeki ağırlıklarından da kurtulmuş bir insanı müjdeler. Seyahatten yorgun dönmek aslında bu yüklerden kurtulamamış olmanın göstergesidir. Bu da seyahatin asıl amacına ulaşamadığını gösterir. Bugün turistik amaçlı seyahatin en yaygın yan etkilerinden biridir bu yorgunluk. İnsan eğer kendine dönecekse cevamiü’l-kelim kandilinin kendi karanlığını bütün sadeliğiyle aydınlatması ve içindeki düzensizliği tanzim etmesini de beraberinde getirir. Getirmek zorundadır. Oysa seyahatten dönenler çok daha geveze olur. Bilgeliğe ulaşması gereken seyyah malumatfuruşa döner. Yediğini, içtiğini ya da tahrif edilmiş hâliyle gözünün gördüklerinden başka bir şeyi anlatamaz. Bu da asıl terk etmesi gerekenleri hâlâ terk edemediği anlamına gelir.

    Her seyahat bir hicrettir. Kanımca, İslam’ın en önemli iki anı Hazreti Peygamberin tecrübe ettiği dikey ve yatay olarak tanımlayacağımız iki ayrı seyahattir. Biri Miraç yolculuğudur diğeri ise Mekke’den Medine’ye hicret. İlkini yorumlamak haddim değildir. Lakin ikincisi için söyleyebileceğim birkaç söz var. Resul-i Zişan Efendimiz hicrete çıkarken yanına sadece tek bir dostunu alır. Bir tane dostu, sevdiği, arkadaşı yoktur ama yol için gerekli olan kadarıyla yetinir. Ya da yolun, yolculuğun ilzamıyla yalnızca en iyi dostunu alır. Bu yolun birtakım tercih ve fedakârlıklar gerektirdiğini imler yola çıkmaya niyet edene. Basit bir yol arkadaşlığı meselesinden öte bilinçli bir tercih vardır burada. İkincisi ise yol için seçtiği rehberin temsil ettiği manadır. Mesela Müslüman bir rehber tercih etmez. En iyisi kimse o olsun der ve güvenlik zaafı doğurma ihtimaline rağmen bir müşriki seçer rehber olarak. Bu kendi karakterine ve meskûn mahal tercihlerine bina edilmiş konfor alanına karşı yolun risklerini tercih edebilecek bir üst bilinç, bireyi aşan evrensel bir ahlaka teslim oluş hâlidir. Üzerine düşünülmesi gerekir. Diğer yandan akıl kadar doğanın diline açık olmak ve strateji de mühimdir hicret yolculuğunda. Her yolculuk bir strateji gerektirmez elbette ama insan aklın ve şahsiyetin rehberliği olmadan bir adım dahi atamaz. Bu da seyahatin mana, ruh itibariyle değil madde ve akıl itibariyle de ne kadar büyük bir yolculuk anlamına geldiğini gösterir. Onun büyüklüğü de yola, menzile ya da muhtelif deneyimlere göre değil yola çıkana göre belirlenir.

    Batı aydınlanmasının tarihinde mühim bir yer teşkil eden bir “Grand Tour” geleneği vardır. Bu seyahat benzer şekilde başka seyahatlerin de aydınlanma ve kimlik bağlamında değerlendirilmesinin önünde engel teşkil etmez. Benzerlik iyimser bir anarşinin alanında olduğunda zihni açar, fakat totaliter bir metnin zabitleriyle birlikte okunduğunda komplekse yol açar. İslam’ın büyük yolculuğundan Batı’nın mühim bir dönemini başlatan “Grand Tour”a geçerken tam da bu bilinç ve dikkatle geçtiğimi not etmek isterim. Başta söylediğimiz seyahat insanın farklı hâllerine göre biçim ve anlam yüklenebiliyorsa bu ikisi arasındaki farkın hâlden hâlde girebilen insanı merkeze aldığımızda mukayese imkânı olduğunu söyleyebiliriz. “Grand Tour”un Batı insanını değiştiren hususiyeti aslında burada anlatılan seyahat kavramının dönüşümünü ilişkin aşamaları da göstermesi açısından mühimdir. Çünkü o dönemin Grand Tour seyyahları, bugünün turistlerinin ilk ataları olarak görülebilir. “Grand Tour”un kabesi olan Roma’ya varmış her seyyah bu yolculuğu tamamlamış olmanın ve Roma’da bulunmuş olmanın göstergesi olarak birtakım nesnelerle dönmek zorundaydılar. O dönemde, aslında resim hiyerarşisinde henüz alt sıralarda olan manzara resimleri alan yolcuyla bugünün magnet alarak evine dönen turisti arasındaki akrabalık da açık bir şekilde görülebilir. Gidilen yerden bir hatıra almanın görülen etkileyici bir rüyanın gerçekliğine dair inancın devam edebilmesi için rüyadan sonra da varlığını devam ettirecek nesneye benzer bir yanı var sanırım. Rüyasını sadece kendisine değil de başkalarına da ispat edebilecek güvenilir, saygın bir delil olan nesne aynı zamanda rüyayı görenin/oraya gidenin güya “kutsanmışlık” alameti olarak da okunur. Bu tip nesnelerin evin en görülür taraflarında sergilenmesi aslında insanın, yüzeysel bir kürasyonla, kendi içindeki düzenin tahrif edilip kendi dışına taşınan bir müzeye dönüştürülmesinin göstergesi değil midir? Dahası, bu seyahatin yan etkisinin murat edilen şifanın yerini almış olduğu gerçeğini gözler önüne sermez mi? Bu da bizi birbiriyle mukayese etme cüretinde bulunduğumuz iki farklı seyahat örneğinin isimleri üzerinden yeni bir çıkarım yapma imkânı sunar. Hicret’in meşakkatli sadeliğiyle “Grand Tour”un steril gösterişi arasındaki fark seyahatin kavramsal dönüşümü ya da çözülümü arasındaki farkı da imler görünmektedir.

    İnsan kendinden uzaklaştıkça çözülme başlar. Kendisine bakarken birçok hayati ayrıntıyı kaçırır. Varlığında boşluklar oluşur. O boşlukları doldurmak için farklı yollara tevessül eder. İnsanın kendi büyüklüğünü kendisine araç ya da hizmet olarak verilen nesnelerde aramasının tarihi çok eski olabilir. Seyahat imkanları geliştikçe büyüklük gibi değer insandan imkana doğru yönelir gibidir. Bu da insanın kendisinden uzaklaşmasına sebep olur. Çünkü başta da belirttiğimiz seyahat eğer konfor alanını terk etmekse burada konfordan vazgeçemeyen bir anlayış olduğu ortadadır. Hayatın kolaylaştırılması insanın tekamülünde önemli bir rolü olan meşakkatin ortadan kaybolmasına sebep olur. Bu da insandaki boşlukların artmasını sağlar. Mesela modern teknolojinin imkânlarıyla bir yerden bir yere gitmek kalınca bir kitabı atlayarak okumak gibidir. Bilgisayar oyunları mantığıyla bakarsak görev tamamlanmış ama orada olana/ orada senin için olana hiçbir zaman ulaşılamamıştır. Görev tamamlanmış ama kalbin tatmini eksik kalmıştır.

    Modern dünya insana öylesine düşkün görünür ki onun kendine ait olması gereken boş zamanını dahi düzenler. Bir planlama histerisiyle onun hayatını kolaylaştırma vaadine sarılır ve onu bir robota dönüştürür. Modern çağ insanın ayaklarını yerden keser. O zavallıysa bunu mutluluk olarak yorumlar. Oysa ayaklarını yere basmak tecrübi bir aklın ve bilgeliğin getirisidir. Ruh, varoluş kendini böyle güvende hisseder ve dünyayı böyle tanır. Vaktiyle ilk defa bir apartmana girecek olan âmâ bir mevlithanın hikâyesini dinlemiştim. Merasim esnasında kulağını yere doğru dönüp ayaklarını ritmik olarak yere vurduğunu fark eden refakatçisi başta musikiye uyum sağladığını düşünmüş. Fakat merasim bitip baş başa kalınca kendisine bu durumu soran arkadaşı meselenin bambaşka bir şey olduğunu fark etmiş. Meğerse bu âmâ mevlithan hayatında ilk defa bir apartmana girdiği için o apartmanın nasıl bir şey olduğunu anlamak maksadıyla ayaklarını yere vuruyormuş. İşte varoluş da içinde olduğu, olacağı dünyayı böyle tanımlar. Ayaklarını yere basarak, sabitleyerek. Belki de ritmik bir şekilde ayaklarını vurarak.

    Bugün ayakları yerden kesilen insanın kendi hakikatini idrak etmesinin önünde mecazi bir körlük olduğu aşikâr. Farklı ve mücehhez teknolojik araçların seyahat maksadıyla insanın hizmetine sunulması ve hatta onlarsız bir seyahat tecrübesinin mümkün olamayacağına dair örtük vaazı bir de buradan okumalıyız. Kolaylık insanın kendisine olan mesafesini artırır. Yolu ne kadar uzatsa da, süslese de aslında onu ortadan kaldırır. Tekdüze bir hatta hapseder. Oysa insanın kendisine giden yolun rotası sürekli değişir. Yol uzar, kısalır, kıvrımlanır, kesilir, uçuruma varır, yokuşlara vurur. Yol ya da varış bir tatmindir. Ancak dönüşle tahkim edilir. Bugün bu unutulmuştur. Dönüş yoktur artık. Örneğin savaşa gitmek savaştan dönmekten çok daha dünyevidir. Küçük cihattan büyük cihada dönüşü vurgulayan hadis-i peygamberî de “insanın dünyaya karşı savaşması teselli, kendisine karşı savaşması sonu gelmez bir işkence” diyen Kierkegaard’ın sözü de aynı manaya gelir. İnsan savaşa şehvetle, heyecanla gider, savaştan aklıyla, kalbiyle döner. Kazanılmış ya da kaybedilmiş bir zafer aklın farklı yönlerini harekete geçirir sadece. Yoksa dönüş kendinedir ve bu akılla olur. Fakat varılan bir menzilde varmanın tatminiyle yetinmeden başka bir menzilin heyecanıyla kuşanmak dönüşü bulandırır, dönüşteki hikmetin sıhhatini gölgeler. O hâlde bu muhtemel bulanıklığın önüne geçmek için yola devam etmek ve niyet edilen menzile ulaşmak elzemdir. Mesafenin net olmadığı yerde mesafeler aşmanın durmakla akrabalığı çok muhtemeldir. Burada da insanın kendi meşrebi, kendisini ve dünyayı okuyuş tarzı devreye girer. Mesafenin olmadığı yerde fitne vardır. Mesafe yolda değil insandadır. O mesafe de ancak kendine gidilince, dönüş idrak edilince hakikatini ortaya çıkarır. Onun için de dünyayı dolaşmak kadar, belki de ondan daha çok, bir buradan bir oraya yürümekte ısrar etmek yeterlidir.