İNSANIN KÖTÜLÜĞÜNÜN VE YIKICILIĞININ NEDENİ KORKULAR OLABİLİR Mİ?

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Ekrem Demirli

     “Hz. Musa yaşamayı sevdiği için kaçtı (korkan hareket edemez).”

    İnsan öteki canlılardan “düşünmek”, düşündüğünü düşünebilmek ve buradan hareketle ahlaki erdemleri seçebilmek ve temeddünü inşa etmekle ayrışır. İnsan hakkında verilebilecek en doğru hükümlerden birisi, hâli hazırdaki eylemleri bakımından olmasa bile amaçları ve kendisini harekete sevk eden dürtüleri bakımından “iyi”, başka bir ifadeyle en azından kötü olmadığı hükmüdür. İnsanın yönelimleri ve amaçları bakımından iyi olduğu hükmü kadim felsefede kısmen bulunurken dinlerin özellikle de İslam’ın ilkelerinden birisidir. Felsefe yapmayı “insanın gücü ölçüsünce Tanrı’ya benzemek” veya şeyleri olduğu hâl üzere bilmek şeklinde tanımlayan kadim filozoflar insanı kabiliyetsiz ve yetersiz kabul ettikleri ölçüde “insanlık” idealinden mahrum saymıştır. Din ise ilahi emirlerden uzaklaşma ölçüsünde insanı “kötü”, ilahi emre baş kaldırmada kendine bir kıymet atfetmesinden dolayı da zalim saymıştır. Bütün bunlara rağmen insan özünde iyi olmayı sürdürür; en azından âlemin gayesi ve varlığın “cilası” olan iyiler, insan türünden çıkmış, dünyanın iyiliği ve Tanrı’nın gayesi insanda temessül etmiştir. Büyük sufi Ebû Tâlib el-Mekkî “bu değirmen (varlık değirmeni, dünya) Adem’in nefesiyle döner” dediğinde dinin ruhunu teşkil eden insan kıymetini ve iyiliğini dile getirmiştir.

    İnsan hakkında böyle cümleler kurarken insanlık tarihinde yaşanan sorunlar, mutsuzluklar, yeryüzündeki adaletsizlikler, insan dünyasını çepeçevre saran kötülükler akla gelir ve bu müspet hükümleri “iyimser” safdilliğin sonucu gibi düşünmemize sevk edebilir. Vakıa insan bunca kötülük ve zulmün öznesi, bazen mağduru iken onun hakkında “iyi” ve “ahlaklı” şeklinde hükümler vermek anlamsız bir iyimserlik, dünyada olan biteni görmemekten neşet eden saflık olabilir mi? Bu sorun özellikle savaşların yıkımların arttığı evrelerde ciddiyetle sorulmuş, birçok insan insanların eylemlerine bakarak karamsarlığı insan hakkındaki konuşmaların zemini hâline getirir. Bertrand Russell “insanın ve dünyanın iyiliğinden söz edenler hayattaki yıkımlara bakmıyor mu?” derken birçok insanı büyük açmazlara düşürmüş bu yaklaşımı dile getirmişti. Düşünürün bunalımlar yaşaması, bazen intihara yönelmesi insan ve insanlık dünyası hakkındaki karamsarlığın neticesi olagelmiştir. O zaman şu soruyu sormak gerekir: Yeryüzünde bunca kötülük niçin vardır, insan “iyi” ise neden zülüm ve haksızlık olmaktadır?

    Böyle bir soruyu düşünürken insan hakkında dile getirdiğimiz birinci hükmü tespit sadedinde insanı kötülemenin kaynağını teşkil eden ezelî kötülük, kadim yokluk gibi kavramların, tarihsel olarak dinler ve güçlü metafizik gelenekleri önceleyen pagan yaklaşımların ürünü olduğunu hatırda tutmak gerekir. Söz konusu din ve felsefeler karamsar doğa, karanlık madde, kötümser varlık ve insan tasavvuru ortaya koymuş, dünyayı ve insanlığı çatışmaların hem mahalli hem de nedeni saymışlardır. Bu düşüncelerin etkisiyle kısmen Hristiyan teolojisi ile onu önceleyen Yahudilik, zulümleri insanın müstahak olduğu bela sayarak insanın kötülüğü fikrini tevarüs etmişti ve belirli ölçüde bu zanlar, Müslümanlar arasında da yayılmıştı. Bununla birlikte ana akım Müslüman düşünürler “olabilecek âlemlerin en mükemmeli” fikrini dünya hakkındaki hükümlerinin başına yazmış, bunun daha ötesinde ise hamd ve şükür üzere yaşamak ülküsünü dindarlığın ve doğru düşünmenin miyarı hâline getirmişlerdi. Bu bakımdan Heidegger’in düşünce ile teşekkür arasında kurduğu ilişkinin güçlü örneklerinin benzeri Müslüman düşünürlerce de tesis edilmiştir. Hayatın iyiliği ve insanın kemali üzerinde odaklanan yorumlar, günlük dili kurarak sıradan insanların bilgeliğini oluşturmuş, hayatın değer derinliğinin aynası olmuştur.

    Buradaki ana fikrin insanın esas itibarıyla iyi ve iyiliği isteyen varlık olması kabulü olduğunu söyledik. Hâl böyleyken insan neden kötülük yapar, yeryüzü neden haksızlık ve zulümle dolar? Hiç kuşkusuz akla gelmesi gereken en önemli saiklerden birisi insanın kendisi ve varlığı hakkındaki korkuları, bu korkuları yenmedeki acizliği ve yetersizliği, en nihayetinde ise insan düşüncesine korkunun hâkim olmasıyla ortaya çıkan bunalımlardır. Her insan kendi varlığını sevmek ve onu tutkuyla koruma güdüsüyle hareket ederken varlığını tehdit edildiğini gördüğü veya sandığı şeye karşı bir cephe geliştirir, ona karşı kendini korumayı amaç hâline getirir. Bu meyanda insanın bu amacına giderken “engel” teşkil eden kimseler veya şeyler yok edilmesi gereken düşmanlar olarak görülecek ve insan onlarla mücadele ederek büyük amacını gerçekleştirmek isteyecektir.

    Hiç kuşkusuz insan eylemlerinde bu noktada belirleyici olan saik, korkulardır ve korkular öteki insanları “düşman” veya rakip olarak telakki etmekle yıkıcılığı meşru hâle getirir: Benim varlığım ne kadar değerli ve ne kadar vazgeçilmezse, onun düşmanlarını yok etmek o kadar meşru ve o kadar elzemdir.

    Dindarlık ve Korkunun Aşılması

    İnsanlar için dinin en cazip ve vazgeçilmez yanı, korkuların en büyüğü olan “ölüm” sonrası hakkında bir hüküm, daha doğrusu korkularını aşabilecek bir bilgi getirmiş olmasıdır.  Madem insan kendi varlığına tutkuyla bağlıdır ve hareketlerini belirleyen şey varlığını koruma arzusudur, o zaman varlığını yitirmek, görece veya gerçek anlamda varlığını kaybetmek insanın en büyük korkusu olmalıdır. Bu bakımdan geçmişten beri insan üzüntüsünün en temel nedeni ölüm korkusu sayılmış, ölümü yenmek ideali, insanlığın açık veya gizli amaçlarının başında gelmiştir. Fakat açık bir şekilde başarısız kaldığı amacı olarak nesilden nesle taşınan bir yüke dönmüştür. Her insan ölümlü olmak korkusuyla doğar. İslam geleneğinde olduğu hâliyle, ölümlülük kulağına ilan edilerek dünyaya gelir, ölüm korkusunu bir ömür boyu bilincinin en derin kısmında taşır. Ölüm korkusunu yenememek, ölümden sonra ne olduğu hakkında bir fikir sahibi olamamak, insanın dünya hayatı içindeki ikincil korkularının temel nedenidir. Hiç kuşkusuz din ile insan ilişkisinin en güçlü kurulduğu nokta burasıdır: dindarlık ölüm sonrasından gelen haber üzerine kuruludur.

    Sokrates (Phaidon diyaloğunda) ölümün ruhun bedenden ayrılmasıyla varılabilecek bir kurtuluş ve mutluluk olduğunu söyledikten sonra yanındaki talebeleri sorar: Peki ölümden sonra ruhumuzun mutlu olabileceği bir yere gideceğini veya ruhumuzun varlığını sürdüreceğini nereden bilebiliriz? Doğrusu bu soru bir filozofun herhangi bir şekilde cevaplayabileceği bir soru olsaydı, felsefe insana gerçekten korkuları yenebilecek yolu göstermiş olurdu. Böylece korkularımızı yendiğimiz ölçüde ise dünyada kötü ve yıkıcı olmak hâlinden uzaklaşarak daha mutlu bir hâlde yaşama imkânı bulurduk. Fakat bu soru gerçekte felsefenin veya herhangi bir bilimsel disiplinin cevaplayabileceği bir şey değildir. Bu yönüyle Sokrates soruya her şeyin zıddından meydana geldiği şeklindeki yöntemle cevap vermeye çalışmış ama bu cevap yanındaki insanları iknada yeterli gelmemiştir. O zaman biz Sokrates’in ölüm sonrasını “ruhun mutluluk yurdu” olarak tasvirini en azından felsefenin imkânları veya günümüzde bilimin sınırları dahilinde kabul etme imkanından mahrumiyetin delili sayarak okuyabiliriz. Sokrates güçlü inancı –fikri değil– “ölümü” sevinçle karşılamış olsa bile, ikna olmayan insanlar ölüm hakkında korkmaya devam edecek, bunun sonucunda yaşarken ölüm korkusunu ağır bir yük olarak taşımaya devam edecektir. Bu meyanda ölüm sonrasını açıklama imkânı ve ihtimali ortadan kalktığı ölçüde korkular artacak, yıkıcılık, bedbinlik, sıkıntı ve gerilimler çoğalacak, dünya huzursuzluğun kaynağı hâline gelecektir. Dolayısıyla ölümlü olmak gibi ağır bir yükü yüklenmek, insan üzüntüsünün en büyük nedenidir.

    Din ise dikkatimizi en büyük korkumuzun nedenini teşkil eden “yok olmaya” karşı ölüm sonrasına çeker, ölüm sonrasında insanın var olacağı hâllerden söz ederek korkuyu izale etmek ister. Hiç kuşkusuz din de ölüm sonrasının kanıtlanma yolunu getirmez, buna imkân da yoktur. Fakat dindarlar gerçekte korkunun en önemli kısmının ölüm korkusu olduğunu bilerek dine yönelir, peygamberden ölüm sonrası hakkındaki açıklamayı dinler, dikkatlerini ölüm sonrasına verirler.

    Dinin ölüm sonrasında hayatın devam edeceği hakkındaki kabulü, ölüm korkusuna karşı bir çare olarak ortaya çıkarken dünyanın yükünü hafifletir, insanın dünya ile ilişkisini yıkıcı ve korkular üzerinden değil, erdemler üzerinden tesis etmesine imkân verir. Vakıa din için vazgeçilmez ilke budur: Ölüm sonrası hayat. Bazen ilahi kelamda dünyanın yaratılışı hatta dünyanın düzeni hakkında açıklama olsa bile, bunları “din” başlığı altında toplamanın yolu ahiret inancıdır. Haddi zatında tevhit yani Allah’ın kadir-i muhtar oluşuna inanmak, ahiret inancıyla tekemmül eder, bu sayede ahlak hayatı inşa eden bir ilkeye döner. Ahiret yurdu fikri ortaya çıkmışsa o zaman dinden söz edebiliriz, aksi hâlde din sıradan bir dünyevi felsefe sınırlarını aşmış olamaz.

    Bu durum yani dinin varlığını ve gerçekliğini ölüm sonrasındaki hayattan alıyor olması günümüzde ve geçmişte birçok eleştirinin konusu olagelmiştir. En azından insanın içindeki ölümsüzlük arzusu ile dinin ahiret yurdu cevabı arasındaki ilişki, dini insani bir duygunun hatta zaafın ürünü olarak görmeye yol açabilir. Fakat dinin bu sorunu kesin ve güçlü bir delille cevaplaması da dinin doğasına uygun değildir. O zaman ölüm sonrası hakkındaki inanç, peygambere itimat ve vahye imanın bir kanıtı olarak dindar insanların korkularını azaltmaya devam edecektir.

    Şimdi tekrar Phaidon’a dönebiliriz. Sokrates’e talebesi sorar: İnsanın ölümü bile mutluluk içinde karşılamasına yol açabilecek ruhunun ölüm sonrasındaki mutluluğu hakkında bir delil var mıdır? Daha doğrusu ruhun öyle bir âleme intikal edebileceğinin delili var mıdır? Böyle bir sorunun herhangi bir cevabı yoktur ve Sokrates bu soruyu cevaplarken başarısız kalır ama bununla beraber kendisi ölüm sonrası hakkındaki mutluluğunu yitirmez. Fakat sorunun ikna edici cevabı olsaydı, hiç kuşkusuz, korkular azalmış, dünya ve öteki insanlarla zihnin ilişkisi başka bir şekilde kurulmuş olurdu. Öteki insanları rakip veya “düşman” görmek yerine en azından onlara karşı bigâne kalınabilirdi. Buna mukabil ölüm hakkında ikna edici bir cevaba eremezse, insanın varlığı hakkındaki korkuları daha da artacak, sürekli bir korku içinde yaşayacak, bunalımlar insanın kaderi olacaktır.

    Dinin insana ölüm korkusunu yenebileceği cevabı anlattığını söyledik fakat bunu kanıtlamaz veya kanıtlaması imkân dahilinde değildir.  Eldeki yegâne delil –o da inanmakla ilgilidir– vahiy ve peygamberin verdiği bilgiye inanmaktır. Buna bir de peygamberi takip eden velilerin aktardığı tecrübeler, özellikle ölüm sonrası hakkındaki keşifler ve rüyalar eklenir. Bunun dışında bir delil ise söz konusu değildir. O zaman insan bunlara inandığı ölçüde insanın korkuları özellikle de en büyük korkusu olan “ölüm korkusu” azalacak, bunun sonucunda ise dünyayla ilişkisi müspet bir yolla kurulma ihtimali kazanacaktır.