MODERNİTENİN EŞİĞİNDE: NICOLAUS CUSANUS ve ÖNEMİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Taha Cem Aydın*

    Felsefe tarihinde Hegel ile birlikte felsefe tarihinin yeni bir anlam kazandığı söylenebilir. Hatta sadece felsefe tarihi değil genel olarak tarihin felsefeyle ilgili bir durum olduğu karşımıza çıkmaktadır. Hegel sonrası felsefede tarihe bakış birçok alanda kaçınılmaz bir hâle gelmiş, tarihselci olsun olmasın birçok düşünür bir yüzünü tarihe dönmüştür. Bu suretle bir tarih çağı başlamış ve sosyal, dinî, felsefi, siyasi tüm olgu ve düşüncelerin tarihini inceleme akımı başlamıştır.

    Bu akımdan elbette modernite ve modernlik kavramları da nasibini almıştır. Modernitenin bir sonucu olarak doğmuş olan tarihsel ilgi bu sefer onu doğuran koşulların tarihine girişmeye başlamıştır. Felsefe sahasında modernitenin başlangıcı da bu girişimin ilgilendiği başlıca temalardan birisi olmuştur. Cusanus işte tam da bu ilginin odağına oturan bir şahsiyet olarak karşımızda durmaktadır. Modernitenin kendisini tanımlamak başlı başına bir iş olsa da odağa alınacak temalar çerçevesinde bu konuyu ele alabiliriz. Felsefi açıdan bakıldığında insan ve evren arasındaki ilişkinin düşünceye tekrardan konu edilmesi, bireysellik ve insanın birey olarak ele alınması, doğal haklar ve yurttaşlık fikirleri gibi hususlar görülebilir. Öte yandan bilim ve matematik açısından ise fizikteki alan-mekân tartışmaları, nesnelerin matematiksel bir sistem içerisinde ele alınması, ölçü ve ölçüm fikri, madde ve malzeme tartışmaları, limit ve sonsuzluk-sınır sahasındaki gelişmeler kendisini gösterir. Bu temaların izleri, kimisi güçlü kimisi silik bir şekilde olsa da Cusanus’un eserlerinde görülebilir. Örneğin Öğrenilmiş Cehalet Üzerine adlı eserinde Cusanus’un sonsuzluk ve sınırsızlık hakkındaki düşünceleri modern dönemde matematikte ortaya çıkan limit kuramına; fizikteki mekân tartışmalarına ve maddenin neliğine; insanın bilme açısından sınırlılıkları ve imkânı fikrine ilham kaynağıdır denilebilir. Öte yandan Katolik Ahenk Üzerine kitabı doğal hak, sivillik, yurttaşlık gibi siyaset felsefesinin temel kavramların yeniden düşünülmesine yol açmış; Tanrı’nın Sureti Üzerine ve Gizlenen Tanrı Hakkında eserleri ise Tanrı karşısında insanın konumunun yeniden düşünülmesine ve bireysellik fikrine kaynak sağlamış olabilir. Dolayısıyla bu tema izlerinin bulunmasından mütevellit Cusanus’un eserleri modernitenin kökenini düşünen düşünürler tarafından başvurulan bir kaynak olmuştur.

    Bu konu hakkında yoğun bir literatür oluşmuş ve çokça tartışılan bir mesele hâline gelmiştir. Tartışmaları üç kısma ayırabiliriz: Uzmanların tartışmaları, filozofların tartışmaları ve bilim tarihçilerinin tartışmaları. Öncelikle uzmanların tartışmalarından başlayalım.

    Yeni-Kantçı bir filozof olan Ernst Cassirer, yazmış olduğu Rönesans Felsefesinde Birey ve Evren (Individuum und Kosmos in der Philosophie der Renaissance) başlıklı kitabında bu meseleyi ele alır. Jacob Burckhardt’ın meşhur eseri olan İtalya’da Rönesans Kültürü eserinden esinlenen Cassirer, kitabın felsefi boyutu ihmal ettiğini belirterek kendi eserinde bu meseleyi öne çıkarır. Cassirer kitabında Cusanus’u çeşitli temalar itibariyle ilk modern filozof olarak anar. Sonsuz varlık ve sonlu var olanlar arasındaki gerilimi tüm derinliğiyle ve insanın bilme imkânlarıyla düşünmekle Cusanus, Cassirer tarafından ilk modern filozof olarak isimlendirilir.[1] Cassirer’in bu iddiası ve Cusanus üzerine kitabında yapmış olduğu araştırmalarla birlikte Cusanus’un ismi tekrardan felsefe sahnesine çıkar. Temel soru ise şu şekilde sorulmaya başlanır: Cusanus modern bir filozof muydu? Bu soru birçok uzmanın ilgilendiği bir soru olmuştur. Örneğin Jasper Hopkins, Dermot Moran ve Clyde Lee Miller bu sorularla uğraşan yakın bir tarihte yaşamış uzmanlardan bir kaçıdır.

    Filozofların tartışmalarına ise güzel bir önek Löwith-Blumenberg tartışmasıdır. Kanaatimizce bu tartışma Cusanus’un bir değer ve anlam arz ederek neden tekrardan gündeme geldiği konusunun önemli bir ayağını oluşturmaktadır. Yukarıda bahsettiğimiz gibi tarihsel ilgi onu oluşturan koşullara odaklanmıştır. Bu ilgi belki başlarda inceleme ve araştırma sahası olarak karşımıza çıksa da Karl Löwith ile birlikte işin rengi değişmiştir. Carl Schmitt’in Siyasi İlahiyat’ta kurmuş olduğu “Modern devlet kuramının bütün önemli kavramları dünveyileştirilmiş ilahiyat kavramlarıdır,”[2] cümlesindeki iddianın bir benzeri de Karl Löwith tarafından ileriye sürülmüştür. Löwith, Tarihte Anlam başlıklı eserinde tarihsel düşünceyi yaşadığı dönemden başlatarak geriye doğru işletir. Şöyle der Löwith:

    Yunan tarihçiler büyük siyasi olayları merkeze alarak pragmatik bir tarih yazmışlardır; Kilise Babaları Yahudi kehanetinden ve Hıristiyan eskatolojisinden, tarihüstü yaratım, vücut bulma ve tamamlama olaylarına odaklanan tarih teolojisini geliştirmişlerdir; modernler, teolojik prensipleri sekülerleştirerek ve onları sürekli artan sayıda ampirik olgulara uygulayarak özenli bir tarih felsefesi tertip etmişlerdir.[3]

    Bu ifadelerden hareketle Löwith’in kitapta ele aldığı temel tez, tarih felsefelerinin sekülerleştirilmiş teolojiler olduğudur. İncelemesinin nihayetinde ise tarih felsefesinin mümkün olmadığı ancak tarih teolojisinin mümkün olduğu iddiasına varır.[4] Modern düşünce her ne kadar kendisini dünyevi olarak tanıtsa da esasında Yahudi ve Hıristiyan doğa anlatılarına ve eskatolojilerine varlığını borçludur. Bunun farkında olmayarak modernitenin kendi varlığını ileri sürmesi ise gayri-meşru bir durum doğurmaktadır.

    Löwith’in gayrimeşruluğa varan tezlerine karşı bir cevap Hans Blumenberg’den gelmiştir. Blumenberg The Legitimacy of the Modern Age başlıklı kitabında Löwith’in tezlerini eleştirmiştir.[5] Blumenberg’e göre ilerleme ve özgürlük gibi kavramlar modern çağa ve moderniteye ait ve özgündür. Modern çağın alametifarikası Orta Çağ’ın öteki-dünyasallığından kurtulup dünyasallığa kavuşmasıdır. Bu tezini işlerken Blumenberg Modern Çağ ile Orta Çağ arasında Cusanus’u Orta Çağ filozofu olarak niteler. Blumenberg Cusanus’un çabalarını görür ancak bunları “boşu boşuna orta çağ sisteminin içsel dağılışına karşı savaşmak” olarak tanımlar.[6] Üstelik Cusanus hiç de sanıldığı gibi Copernicus sisteminin erken bir habercisi de değildir. Bu ayrım ve farkları ele alırken Blumenberg tarihsel olaylar arasında belirli geçiş ve dönüşümleri ifade etmek amacıyla çığır (epoch) kavramını kullanır. Modern Çağ ve Orta Çağ arasındaki çığırda Cusanus, Blumenberg’e göre Orta Çağ tarafında kalır çünkü modernitenin felsefi ifadesi ve düşünme biçiminin en temel kalıbı hermenötiktir.[7] Blumenberg ilk modern filozof olarak Bruno’yu önerir. Tartışmaya Cusanus hakkında bir kitabı olan hocası Gadamer de dahil olur ve şunları söyler: “Blumenberg, antik ve skolastik düşünce mirasının tamamını dönüştüren ve yeni biçimde ele alan Cusanus’u anlamakta başarısız olmuştur.”[8]

    Cusanus ismi sadece tarih ve felsefede değil aynı zamanda bilim alanında da yankılanmıştır. Örneğin Koyré Kapalı Dünyadan Sonsuz Evrene[9] adlı kitabının ilk bölümünü Cusanus’a ayırır ve birçok açıdan Copernicus sisteminin erken bir habercisi olarak ele alır. Benzer biçimde Ivor Leclerc The Nature of Physical Existence[10] başlıklı kitabında Cusanus’u sonsuzluk ve madde düşüncesini radikal bir şekilde değiştiren bir figür olarak tasvir eder. Galilei ile başlayan matematiksellik düşüncesi, More’un doğa ve Tanrı anlayışı, Newton’ın özellikle mekân anlayışı bu düşünürlere göre Cusanus izini taşımaktadır.

    Bu kısa anlatımın ardından Cusanus’un bunca ilgi ve tartışmayı nasıl üzerine çektiği sorusu akla gelebilir. Cusanus’un böylesi önemli bir tartışmada merkezî konumda olmasının belki birçok sebebi olsa da iki tanesinin ayırt edici niteliği haiz olduğunu söyleyebiliriz: Yaşadığı dönem ve yazdığı eser. Yaşadığı dönem itibariyle (1401-1464) Cusanus çok tartışmalı da olsa Orta Çağ’ın son yıllarında ve modern dönemin ilk yıllarında yaşamıştır. Bu itibarla geçiş dönemi filozofu olarak, yukarıda yer verdiğimiz gibi, nitelendirilmiştir. Yazdığı eser itibariyle ise Cusanus’un yazmış olduğu De Docta Ignorantia (Öğrenilmiş Cehalet Üzerine) adlı eseri filozof ve düşünürlerin modern tema olarak değerlendirdiği birçok temaya yakın düşünceler barındırmaktadır. Örneğin evrenin matematikselleşmesi, sayının ontolojik bir konum alması, öznellik ve bireysellik gibi modern döneme ait olduğu iddia edilen düşünme biçimlerinin benzerlerini Cusanus’un eserinde görebiliriz. Bu nedenle Öğrenilmiş Cehalet Üzerine adlı eserin genel yapısına kısaca değineceğim.

    Öğrenilmiş Cehalet ve Sonsuzluk

    Cusanus’un Öğrenilmiş Cehalet Üzerine adlı eseri temelde üç kitaba ayrılır. Her bir kitap farklı bakış açılarından sonsuz (infinitum) kavramını ele alır. Her üç kitapta da kendisini gösteren temel tema Cusanus’un sonsuzluk düşüncesini ele alırken “kendisinden daha fazlası düşünülemeyen” maksimum ve “kendisinden daha azı düşünülemeyen” minimum kavramsallaştırmalarıdır. Bu kavramsallaştırmalarla birlikte Cusanus, sonsuzluk fikrinin bir izahının verilebileceğini düşünür. Bu düşüncenin özünde sonsuz maksimum-minimum gerilimi içerisinde ele alınarak mutlaklık durumuna bireyleri dışlamayan bir şekilde yükselir. Problemin fazlalık ve azlık kavramları ile alınmasının sebebi Cusanus’un maksimum’un idrak edilemez olduğunu ve ancak kavranılamayan bir tarzda düşünülebilecek, akledilebilecek olduğunu ifade etmesidir. Bu suretle de birey, sonsuz olan Mutlak Maksimum’a onu bilmediğini bilmeye başladığı surette yaklaşabilir. Bu ise öğrenilmiş cehalet öğretisinin kendisidir.

    Cusanus’un gözünü diktiği temel problem mutlak olduğu surette sonsuz olanın, ki Cusanus buna Tanrı diyecektir, nasıl anlaşılacağı problemidir. Çünkü sonsuzluk mutlak olarak ortaya konulduğu takdirde kendisinden başka bir şeye izin vermeyen bir yapıdadır. Ayrıca, sonsuzun şeyler ile ilişkisi düşünüldüğünde Aristotelesçi gelenek itibariyle bilfiil olması durumu da mümkün değildir. Sonsuzun katı, nüfuz edilemeyen, mutlak olması Parmenides’in düşüncesini andırırken sonsuzun sadece imkân ve bilkuvve bağlamlarına hasredilmesi de Aristoteles’i çağrıştırmaktadır. Cusanus bu iki pozisyonu Yeni-Platoncu bir perspektiften bir araya getirmek ister. Bu nedenle de eserinde Parmenides, Platon, Aristoteles ve Plotinus gibi Yunan filozoflarının ve Hıristiyan Yeni-Platoncularının etkisi görülür. Peki Cusanus tabiri caizse bu cendereden nasıl çıktığını düşünmektedir?

    Cusanus, kitabında incelemesini matematiksel bir tarzda yürütür. Birinci kitap genel olarak Maksimum ve Minimum kavramsallaştırmaları, oran-orantı, öz-nispet (essentia-ratio) gibi temalara odaklanır. Matematiksel metaforlar ve benzetmeler yardımıyla Cusanus, Maksimum’un biricik olan doğasının temelde üçlü olduğunu ve üçlülüğün de birlik arz ettiğini göstermeye çalışır. Çizgi, üçgen, çember ve küre tasvirleri üzerinden Maksimum Birlik’in (unitas maximum) üçlü olduğunu ifade eder. Bu üçlü yapı Cusanus’un zihnindeki dinî düşünceden de ileri geliyordur zira Hıristiyan inancındaki Teslis düşüncesinin izleri güçlü bir şekilde kendisini göstermektedir. Bu itibarla bakıldığında Birliği üçlü bir yapıda olan Maksimum, yani Tanrı, sonsuzdur. Ancak bu da yukarıda değindiğimiz problemlere temas eder: Böylesine mutlak ve biricik olan sonsuz nasıl olacak da oluşa, dinî bir terimle de ifade edilirse yaratılışa, tabi şeylerle etkileşime girecektir? Cusanus bu problemi aşmak adına sonsuz ile sınırsız ayrımına gider. Sınırsız (interminatum) belirli bir biçimde çokluk arz eden şeylerin ontolojik karakterini tanımlar. Sınırsız her zaman sonsuza dayanır ve sınırsızın mekânı da evren olur.

    Cusanus sonsuz ve sınırsız arasındaki etkileşimi açılma-katlanma (explicatio-complicatio) terimleri ile ifade eder. Maksimum kendisinde tüm her şeyi -imkânları, yoklukları, gelecekte olanlar da dâhil olmak üzere- katlı bir şekilde bulundurur. Bu katlı bulundurma durumu itibariyle esasen Mutlak Maksimum birlik arz eder. Bir şeyi olması, oluşa gelmesi ise Maksimum’un açılması ile sağlanır. Açılma ve katlanma fiilleri kendilerini eserde birçok farklı hususta gösterir. Örneğin Cusanus sayının esasen Bir’in açılması olarak anlaşılması gerektiğini ifade eder. Öyle ki Bir, tüm sayıları kendisinde katlı bulundurur. Ancak II. Kitaba geldiğimizde Cusanus Maksimum’dan yani sonsuz alandan evrene yani sınırsız mekâna geçiş söz konusu olduğunda açılma ve katlanma fiillerine ek olarak daralma (contractio) fiilini ele alır. II. Kitap bu itibarla Maksimum’dan hareketle evrenin nasıl anlaşılması gerektiği ve nasıl bir ontolojik statüye sahip olduğunu inceler. Mutlak Maksimum’a dayanması itibariyle evren de maksimumdur ancak bu evrenin maksimumluğu özel, hususi bir maksimumdur ki Cusanus onu daralmış Maksimum olarak ifade eder. Daralma fiilini anlamak için Cusanus’un birlik düşüncesindeki Bir’in yapısı anlamak gerekir. Cusanus, eserde sadece bir iki kere değinse de Bir’in dopdolu, yoğun (abundantia) olduğunu belirtir. Bu açıdan bakıldığında daralma, çok yoğun olan Bir’den şeyin meydana gelmesini imler. Kısaca, daralma fiili sonucunda bizler bir şeyi tecrübe ederiz; evrendeki bir şeyin var olma koşulu sonsuz ile kurduğu daralma ilişkisidir. III. Kitapta ise Cusanus bu kavramsallaştırmalardan hareketle Tanrı ve Evren arasındaki münasebeti sağlayacak olan bir vasıtanın olması gerektiğini iddia eder ve bu vasıtanın İsa Mesih olduğunu iddia eder.

    Bu açılardan bakıldığında Cusanus’un eseri şu yenilikleri sağlar: Ontolojinin sayı esasında matematikselleşmesi, Hıristiyan inancındaki dünya karşıtlığının yerini evrenin meşruiyetinin alması, dünyasallaşma, aşkınlığın dikey olarak değil de Tanrı’nın tezahürlerin arkasında olması olarak anlaşıldığı yatay bir şekilde anlaşılması, ilişkisel bir mekân ve merkez anlayışı, nesnenin doğasından ziyade mekanına atıfta bulunulması. Cusanus, felsefe tarihinde müstesna yerini bu yeniliklerle edinmiştir. İlaveten, Cusanus’un dinî düşünce itibariyle matematiksel-felsefi bir eser kaleme almış olması da felsefe tarihi açısından da ilgi çekicidir. İşte tam da bu ilgi Cusanus’un tekrardan gündeme gelmesine sebep olmuştur.

    Sonuç olarak dinî bir düşünce içerisinden, zihninde siyasi bir menzili gözeterek eserlerini kaleme alan Nicolaus Cusanus felsefi, tarihî ve bilimsel alanlarda günümüzle irtibatı kurulabilecek birçok fikrin öncüsü olarak görülebilmektedir. Cusanus’un düşüncesi dikkatlice incelendiğinde teolojik bir düşünme biçiminin nasıl felsefi sonuçlar doğurduğu ve belki de kendisinden sonra felsefe tarihini nasıl dönüştürdüğünü aşikâr kılacak niteliktedir. Bu suretle din, felsefe ve bilim arasında zannettiğimiz kadar uzak bir ilişkinin olmadığı anlaşılabilir ve yeni konumları itibariyle bizlere nasıl ufuklar açacağı merakla beklenebilir.

     

    *İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi, Felsefe Bölümü.

     

     

    [1] Ernst Cassirer, Rönesans Felsefesinde Birey ve Evren, çev. Emre Can Ercan (Bursa: Verka Yayınları, 2018), 21.

    [2] Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat: Egemenlik Kuramı Üzerine Dört Bölüm, çev. A. Emre Zeybekoğlu (Ankara: Dost Kitabevi, 2020).

    [3] Karl Löwith, Tarihte Anlam, çev. Caner Turan (İstanbul: Say Yayınları, 2012), 37.

    [4] Murat Şamil Şen, “Tarihin Anlamı ve Karl Löwith”, Teklif Dergisi, sy 13: Tarih (2024): 189.

    [5] Hans Blumenberg, The Legitimacy of the Modern Age, çev. Robert M. Wallace, 7. bs (Massachussetts: The MIT Press, 1999).

    [6] Blumenberg, 175.

    [7] Michael Edward Moore, Nicholas of Cusa and the Kairos of Modernity: Cassirer, Gadamer, Blumenberg (New York: Punctum Books, 2013), 72.

    [8] Gadamer’den aktaran Moore, 73.

    [9] Alexandre Koyré, From the Closed World to the Infınite Universe (Baltimore: The John Hopkins Press, 1957).

    [10] Ivor Leclerc, The Nature of Physical Existence (London: George Allen & Unwin Ltd, 1972).