PLATON EDEBİYATTAN NEDEN BU KADAR KORKUYORDU?

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Selman Bayer

    Sezai Karakoç Hatırat’ında Elâzığ Maden’de geçen erken çocukluğunda yaşadığı bir anısından söz eder. İki yaşındadır. Evde yalnızdır. Salondayken birdenbire yarı karanlıkta cinlerin sökün ettiğini fark eder. O kadar kalabalıktılar ki korkar, şaşırır. Kadınlar, çocuklar, epey renkli ve süslü elbiseler giymişler. Çalgılar, eğlenceler içinde düğün yapmaktadırlar. Şairin hatırladığına göre gelin götürmektedirler. Karakoç hatırasını naklettikten sonra devam eder. “Ahmet Hamdi Tanpınar ilk sanat zevkini, Elazığ Maden’inde, iki üç yaşlarında, bir kış günü pencereden gördüğü kar yağışı olarak algıladığını söyler. Ben de, ilk sanat algılarımı Maden’de aldım diyebilirim… Tanpınar’da kar yağışı, bende cinlerin düğünü, sanatın şiirin ilk ipucu olsa gerek. Nitekim sonra okuduğum, içinde cin adı geçen şiirler, hiç de bana yabancı gelmemişti…”

    Joseph Campbell’a göre “Korku ana rahmindeki fetüsün ilk deneyimidir. Korku, ben diyen ilk şeydir.” Bir doğumu andıran bu süreç sonrasında benlik ortaya çıkar elbette ışıkla birlikte. Hint mitolojisinden Genesis’e kadar bütün klasik metinlerde önce korku vardır. Arzu ve ışık sonra gelir. Işık, aydınlanma korkudan sonradır. Benliğin serüveni böyle başlar. İnsanın hikâyesi yani…

    Korku aklımızın dünyaya dair ilk önyargısıdır. Dünyanın ve kendimizin sınırlarını korkarak hissederiz evvela. Akıl bu hissi ustalıkla işleyen bir sarraf gibidir. Akıl söz konusu olduğunda önyargı bir bilgi biçimidir. Önyargı akil insanın kerametidir. Akıl kemale erdikçe bu önyargı da perçinleşir ve zamanla temkin ve tedbirle halvet olur. Mahiyeti ve tesiri değişir. Lakin insan ömrü hayatı boyunca bu korkuyla yaşar. Çoğu zaman olguları ve şeyleri evvela korkuyla idrak eder. Sonrasında ışık yani aydınlanma gelir. İdrak gerçekleşir. Dünya hayatının sırrı olan denge de bu sayede mümkün olur. Bu yalnızca insanın kişisel gelişiminde değil dünyayla kurduğu ilişkide de aynı şekilde seyreder. İnsan hakikatle olan ilişkisinde değil bizatihi edebiyatla kurduğu ilişkide de böyle bir süreci tecrübe eder. Hâliyle bazı şeylerden korkuyor olması onun karşılaştığı bilgiye karşı önyargısıdır. Önyargı bir eskizdir, provadır. Dünyayı ve şeyleri ölçüp biçerken insan önyargısını kullanır.

    Korku anlamın önündeki şifredir aynı zamanda. Akıl bu şifreyi çözerek anlamaya başlar. Zor olan, anlaşılması gereken hususların korkusu daha fazladır. Felsefe, sanat, bilim ve edebiyat bu hususların en meşhurlarındandır. Karmaşıklaştıkça, ifade gücü arttıkça, derinleştikçe korkusu da artar. İnsan aklının, ancak belirli bir terbiyeden geçerek, muhatap olduğu edebi eserin mahiyetine paralel bir bakışa sahip olarak anlayabileceği bir derinlik vardır edebiyatta. Felsefe, sanat ve bilimle paralel bir şekilde sürdürür seyrini. Hâliyle bunlar arasındaki akrabalık sahihtir. İnsan çağın ruhuna göre şekillendiği gibi bütün bir felsefe, sanat, bilim ve edebiyat da bu ruhtan azade değildir. Bunların arasındaki akrabalık ya da kendi içlerindeki derinliğin anlaşılması için gayret ve hemdem olmak icap eder. Burada gösterilen ihmalkârlık ya da aylaklık korkunun dağılmasına, bulanmasına ve bakışı bulandırmasına sebep olur. Korku anlamın önünde şifreyken bu ihmalkarlık neticesinde anlamın üzerini örten perdeye dönüşüverir.

    Bilindiği gibi Platon Devlet adlı eserinde, bir kısmıyla da olsa şiire karşı net bir tavır ortaya koyar. Hayalindeki ideal devletin sınırları içerisine yalnızca belirli bir türde şiir yazan şairlerin alınması gerektiğinde ısrar eder. Bu da Platon’un özelde şiirin genelde edebiyatın büyük bir kısmına mesafeli olduğunu gösterir. Ehlinin malumu olduğu üzere şiir o dönem edebiyatın kuşandığı tek kaftandır. O yüzden yazının geri kalanında şiir yerine edebiyatı kullanmayı tercih edeceğim.

    Burada Platon gibi büyük bir filozofu enine boyuna teşrih masasına yatıracak değilim. Hem yazarının bu büyük filozof hakkındaki sınırlı bilgisi hem de yazının imkanları buna müsaade etmez. Burada yalnızca Platon’un Devlet adlı eserinde sanata karşı tutumunu merkeze alarak bir izahata girişeceğim. Dahası, Platon’un edebiyata olan mesafesini, korkusunu genelde edebiyata yönelik tutum ve korkunun bir temsili olarak almaya çalışacağım. Çünkü Platon mezkûr kitabında şiiri tartıştığı kısımlarda tefrik ve temyiz kabiliyeti olan bir bilgenin ötesinde, tuhaf bir şekilde fazlasıyla tutucu ahlak komiseri gibi arzı endam eder. Bu tavır onun büyüklüğü nispetinde kendisinden sonraki süreçte, bugüne kadar uzanan bir tartışmanın fitilini de ateşlemiştir. Yazının başlığında provakatif bir biçimde “korku” ifadesini kullanıyor olmamın sebebi de budur.

    Peki Platon şiire neden bu kadar mesafelidir ya da başlığın izinden giderek aynı soruyu şöyle soralım: Platon şiirden/edebiyattan neden bu kadar korkar?

    Platon’un Devlet kitabı ömrünün son döneminde yazıldığı için olgunluk dönemi eseri olduğunu hatırlatarak başlayalım. Daha erken dönemlerde şiire/edebiyata bakışında çok daha geniş mezhepli olduğu ehlinin malumudur. Fakat Devlet, tabiri caizse, onun şaheseri ve bütün varlığının hakkıyla tezahür ettiği bir eserdir. Diğer yandan duygusal olarak da ayrı bir önemi vardır. Sokrates’in trajik ölümü sonrasında ve onun haksızca yargılanıp idam edilmesine karşı yazılmış bir kitaptır. Sokrates’in görkemli bireyselliği ve kayıtsız bilgeliğiyle Atina’yı uyandırmaya çalıştığı bir dönemde sistemin kendisine tehdit olarak algıladığı bir insanı kurban etmesi sahip olduğu dünyevi düzene çeki düzen verme girişimidir. Her kurban beraberinde bir korku getirir ve geride kalanlar için hakikatin dilini revize etmeyi gerekli kılar. Platon her ne kadar cesurca bir girişimde bulunsa da ve hatta Atina demokrasisini doğrudan hedef alsa da neticede kendi ideal devletini tasarlarken bu korkunun tesiriyle hareket eder ve her türlü düzeni tehdit etme potansiyeli taşıyan “bireyselliği” şiir üzerinden törpülemeye çalışır.

    Platon edebî üslubunun zirvesi sayılabilecek bu eserinde yönetilenlerle yönetenler arasında ontolojik ve hatta ideolojik bir mesafe olması gerektiğini savunur. İdeal yönetim biçiminin ve bunun rehberliğinde insanlığın ihtiyacı olan huzur ve mutluluğun izini süren Platon üstadı Sokrates’le olan diyaloglar biçiminde tasarladığı eserinde sanattan ahlaka birçok meseleyi teşrih masasına yatırır. Edebiyata karşı fazlasıyla müşkülpesent ve pragmatik bir yaklaşıma sahip olduğu görülür. Onun pragmatizmi Devlete hizmet eden bir pragmatizmdir. Hâliyle edebiyatı bir araç olarak gördüğü ortadadır. Aslında edebiyatın ya da topyekûn sanatın araçsallaştırılması kaçınılmaz bir süreçtir. Bu araçsallaştırmanın ardındaki saiktir asıl önemli olan. Mesela şiiri bir araç olarak görürken ne Hazreti Mevlânâ’nın geniş gönlüyle ve şiiri özgür bırakan kalenderliğiyle arzı endam eder ne de Sezai Karakoç’un şairliği boyunca muhataralı bir ilişki yaşadığı şiire karşı gösterdiği o bütünsel hürmet ve gayrete sahiptir. Ne de 20’li yaşlarda şiiri bitiren Rimbaud’nunkine benzer kayıtsız bir vazgeçişe gönül indirir.

    Bilindiği gibi, Hazreti Mevlânâ şiir için “Şiir benim neyime, ben yanımdakiler sıkılmasınlar diye şiir söylerim” buyurur ve şiire bakışını ve mesafesini vazıh bir şekilde göstermiş olur. Karakoç ise hem yaşadığı çağın hem de kendi televvün hâlinin etkisiyle daha netameli bir ilişki yürütmüştür şiirle. Kendisine bahşedilen büyük şiirin ağırlığı altında ezilmiş ve çoğu zaman ondan kaçmaya çalıştığını itiraf etmiştir. Rimbaud ise kendi hakikat arayışında bir yere kadar epey güvendiği şiire dair ciddi bir hayal kırıklığı yaşamış ve bunun neticesinde ondan yüz çevirip ve kendini hayata bırakmıştır. Oysa Platon bunların hepsinden farklıdır. Edebiyatla kurduğu ilişkide hep bir düşünürün kibirli özgüveniyle arzı endam etmiştir. Kuramın saygın konağında hem bilgeliğe ulaşmış hem de erk sahibi olmayı arzulayan bir filozof olarak şiire ideolojik bir neşter vurma ameliyesine girişmiş ve edebiyatın sahiciliğine müdahalede bulunmaya cüret etmiştir. Oysa ne Mevlânâ ne Rimbaud ne de Sezai Karakoç’ta şiire yönelik Platon’unkine benzer tutucu bir tavır görürüz. Bu tavrın yokluğunu her üç ismin de, kelimenin ilk anlamıyla bir düşünür olmadığına hamledebiliriz elbette. Lakin bu hem kolaya kaçmak hem de düşünceyi haddinden fazla itham etmek olarak okunabilir. Her üç isim de, mutlak farklılıkları olmasına rağmen, düşüncenin kendinden emin, mütehakkim kisvesiyle değil edebiyatın mezhebi geniş hoşgörüsü ve kuşatıcılığıyla temayüz ettiğini söyleyebiliriz. Her üçü de kendi bireyselliği çerçevesinde edebiyata olan yönelimlerini yorumlamaya gayret etmiş fakat genel bir kaidenin inşası ve ilzamından uzak durmuşlardır. Oysa Platon bireyselliğin çok ötesinde bir çoğulluktan konuşmuştur hep. O yüzden de Platon’un pragmatizmi net bir şekilde düzenin yanında hizalanan bir “korku”nun emrindedir.

    Platon’un edebiyata yönelik tutumu, edebiyatın akıl karıştırıcılığı ve “yalan”dan besleniyor olmasındandır. Gerçeğin hemen paralelinde ve çoğu zaman ona kendince sadakat göstererek anlatılan hikâyelerin bütünü olan edebiyatın “yalan” ya da kurgu tarafı tarih boyunca hep tartışma konusu olmuştur. Edebiyatın bu özelliğiyle insanı gerçeklikten uzaklaştırdığına ve hatta bakışını bulandırdığına dair tezler sürekli tekrar edilegelmiştir. Belki de bunun ilk kayıtlı örneği olan Devlet adlı eserinde Platon yalanı hakikatin örtülmesi ve gerçeklikten uzaklaşmanın bir ifadesi olarak görür. Fakat enteresan bir şekilde bu “yalan”ın yalnızca yönetilenler için tehlikeli olduğunu ve onlara yasaklanması gerektiğini söylerken yönetenlere büyük bir imtiyaz tanır. Bu da Platon’un hiyerarşisindeki adaletsizliği gözler önüne serer. Oysa Sokrates’ten tedris ve tevarüs ettiği bilgeliğin tam tersidir bu. Sokrates tabiri caizse hakikate edilgen bir tavırla ulaşmanın ustasıyken Platon etken bir pozisyon alır. Bu da onun edebiyata bakışındaki bulanıklığın ideolojik bir aidiyet sebebiyle olduğu düşüncesini getirir akıllara.

    “Acaba yalan bazı hâllerde zararsız olur mu? Kim ne zaman yalan söyler de kötü bir şey yapmış sayılmaz? Düşmanlarımıza yalan söylersek, ya da dost bildiklerimizin çılgınlıkla, bunaklıkla kötü bir şey yapmalarına engel olmak için yalana, bir ilaç, bir çare diye başvurursak, yararlı olmaz mı bu? Masallarda da ne olduğunu bilmediğimiz bir eski gerçeği, bize en uygun gelen biçime sokmakla, yalanı yararlı kılmış olmuyor muyuz?” sorularına Platon’un cevabı nettir. Yalan şifa veren bir ecza olabilir ama bu eczayı kimin kullanacağı hususuna dikkat edilmesi gerekir. Yukarıda da zikrettiğimiz gibi “yalan”ın tekeli ve tasarruf hakkı yöneticilere aittir. Yani kendileri edebiyata bulaşmasalar da kimin ne şekilde edebiyat yapacağına bir tek onlar karar verirler. “Tanrılar büyücüler gibi biçim değiştirmezler; yalan yanlış sözler ve işlerle bizi aldatmaya kalkmazlar” diyen Platon, tuhaf bir şekilde, Tanrı mesabesine koyduğu yöneticilere bu hakkı tanır.

    Peki Platon’un yöneticileri ne tür bir edebiyata izin verir ya da tahammül edebilirler? Elbette ki ideal devletinin selametini tehdit etmeyen bir edebiyata. Mesela ideal devletin çocuklarına yönelik masallarda yalan caiz olabilir. Ya da onlar büyüdüklerinde, ideal devlete yönelik bir endoktrinasyon kapsamında, hamasi bir edebiyatın katkısı kaçınılmaz olacaktır. Fakat onun haricindeki bütün kafa karıştırıcı hususlar edebiyatıyla birlikte kapı dışarı edilmelidir.

    Platon’un bu yaklaşımı tarih boyunca kendi takipçilerini, yorumcularını da yaratmıştır. Burada geniş bir külliyatı sıralayacak değiliz elbette. Başta da ifade ettiğimiz edebiyata duyulan genel korkunun bir temsili olarak kullanıyoruz Platon’u. Hâliyle onunla başlayan ama onu aşan geniş bir zemini gözleyerek devam edeceğiz yazımıza. Burada temel husus Platon’un ideal devletin selameti için yalan ve kurgu demek olan edebiyata yönelik mesafesidir. Oysa gerçekle yalan arasındaki ilişki hakikatle hurafe arasındaki ilişkiye benzer bir seyir takip eder çoğu zaman. Hurafelere yönelik aşırı titiz bir sterilizasyon faaliyeti yürütürseniz hakikat de zedelenir. Yani yalan çoğu zaman gerçeğin tahkim edilmesi için en gerekli ihtiyaçlardan biridir. Hikâye yani edebiyat da burada girer devreye. Cervantes’in Don Kişot’u Dulcinea’nın varlığına dair şüpheleri, “Dulcinea’nın yaşayıp yaşamadığını, hayalî olup olmadığını Tanrı bilir; bunlar sonuna kadar incelenecek şeyler değil,” diyerek savuştururken bu durumu anlatıyordu aslında. Don Kişot’taki kalender tavır Platon’da yoktur mesela. Ya da anlattığı hikâyelerin gerçekten yaşanıp yaşanmadığını soran bir çocuğa Haham’ın verdiği cevabı hatırlayalım: “Gerçekten yaşanıp yaşanmadığını bilmiyorum ama hepsi doğru!” Platon bu ayrımı da yapamaz gibi ya da yapmak istemez gibi görünür. Platon edebiyata dair korkusunu izhar ettiğinde bu “doğru”yu ıskaladığını fark ederiz.

    Diğer yandan tarih Platon’dan bugüne uzanan çizgide herhangi bir edebî eserin tesiriyle insanlığa ya da Platon’un ideal devletine zarar verecek bir insan ya da topluluğu kaydetmedi. Edebiyatın herhangi bir sabıkasının olmaması onun henüz reşit olmadığı anlamına geldiği zamanların olduğu kadar bugün artık elden ayaktan düşüp eğlenmek için bakıma muhtaç bir konumda olmasından da kaynaklanıyor olabilir. Fakat şunu en iyi Platon bilir ki, işlenmemiş suç ya da muhtemel bir tehlike her zaman barışın hanesine yazılır, kaosun değil. Ve kaosu önceleyerek muhayyileye sınır koyan ruh da korkunun ağırlığı altında ezilen bir düşüncedir. İnsanın aklına ister istemez şu geliyor: Acaba Platon hedef aldığı Atina demokrasisiyle o dönemin edebiyatı arasında otantik bir bağ görüp edebiyatı da hedef tahtasına mı koymuştu?

    Bu soruyu başka bir yazıda değerlendirmek üzere geçip konumuza dönelim.

    Edebiyatın geniş ihatası karşısında hayret eden sıradan insan kendisini uyaran yüce Platon’a Sancho’nun vaktiyle Efendisine dediği gibi “Ben bu felsefelerden anlamam ama ben de herkes kadar ruha sahibim,” diyebilir. Bu da düşüncenin çoğu zaman tenezzül etmediği ya da aşinalık kesp etmediği ama edebiyatın bir şekilde kendisine vatan kıldığı ve bu sayede katkısı sağladığı gündelik hayatın özgür agorasında gerçekleşir. Siyaset tarihinden biliyoruz ki, yapısal olarak kaosu ve düzensizliği de çağrıştıran bu özgür agora yöneticileri her zaman tedirgin etmiş ve onların içine korku salmıştır.

    Baumann Siyaset Arayışı adlı kitabında “resmî korku” diye bir terkipten söz eder. Bu bizatihi yönetenlerin korkusudur. Kendilerine yarattıkları muğlak alanın ve elbette kendi özgürlüklerini tahkim etmek için, sınırlarını genişletmek maksadıyla bu resmî korkuyu devreye sokar yöneticiler. Baumann “resmi korku”yu açıklamaya devam ederken bir yerde Bakhtin’e başvurur. Bütün dünyevi iktidarların “kurucu uğrağı,” der Bakhtin, “şiddet, bastırılma, yalan, dehşet ve tebaanın korkusudur.” Ona göre, “her türlü iktidarın hukuk üstü suçu” budur. Yine Baumann’dan öğrendiğimize göre Hirschkop bunu şöyle yorumlar: “Siyasi korkunun özü, özgül bir tehlike tehdidinden duyulan kaygıdan çok, kişinin başkası karşısında yaralanmaya tamamen açık olduğu hissidir.” Bu açıdan resmî korku, prototipi olan kozmik korkunun kopyasıdır. Ancak kozmik ebeveynin gayet rahat bir biçimde elde ettiği şeyin, resmî evladı tarafından dikkatle işlenmesi gerekir. Platon’un edebiyata mesafesi (elbette edebiyatın büyük bir kısmına) bu resmî korkunun ilk ideoloğu olduğunu gösterir.

    Korku aslında önemli bir duygudur. Bir yerden bakıldığında aklın erdemidir. Fakat aşırıya kaçıldığında içindeki tehlike uyanır ve dengeyi bozar. Sinema tarihinin en kült filmlerinden biri olan Yıldız Savaşları’nın Master Yoda’sı bir yerde “Korku karanlık tarafa açılan patikadır. Korku öfkeye yol açar, öfke nefrete, nefret de acıya,” derken bu durumu anlatıyordu. Meşhur Alman Yönetmen Reiner Werner Fassbinder’in Korku Ruhu Kemirir isimli filmini hatırlayalım. Bütün film korkunun abartıldığında nasıl bir tehlikeyi doğurduğunu gözler önüne sermek için serimlenmiştir. Ya da Shakespeare’in meşhur eseri Hamlet’e bakalım. Hamlet’te Laertes Ophelia’ya söyler: “O hâlde dikkat et, korku güvenliğin yatağıdır.” Korku yığınları, güvenlik yalanıyla ikna etmek için kullanılan en kullanışlı dildir. Korku da edebiyat gibi olumlu yanları kadar olumsuz yanları da olan bir kavram, his, yaşama aracı. Bu anlamda Platon kendine fazlasıyla güvenen bir filozof olarak edebiyatın iyi yanlarını korkunun kötü yanlarına kurban etmiş bir engizisyoncu gibi görünür maalesef.

    Devletinin temelini yalana başka bir deyişle masal, efsane ve inançlara dayandıran Platon, öznel bir yaklaşımla her türlü yalana değil kendi devletine uygun yalanlara müsaade edecektir. Söz konusu sansür, Platon’un devleti açısından bir ölüm kalım meselesi gibidir: “Evet öyleyse her aklına gelenin uydurduğu masalları çocukların dinlemesi doğru mudur? İleride edinmelerini istediğimiz düşüncelere aykırı şeyleri duymalarına göz yumacak mıyız? – Hayır.” Bu yüzden Platon, devleti tahkim edecek yalanları kontrol etmekten yana zerre taviz vermeyecektir. “O zaman ilk işimiz, masalcıları kollamak olacak. Masalları güzelse, bırakacağız söylesinler. Kötüyse yasak edeceğiz. Anaları, dadıları kandırıp, çocuklara yasak ettiğimiz masalları anlattırmayacağız. Çocukların bedenlerinden önce, güzel masallarla ruhlarını yoğurmalarını isteyeceğiz. Bugün anlatılan masallara gelince çoğunu atmalı.”

    Hülasa edebiyat, Platon’a göre mübalağanın, yalanın ve kaosun yatağıdır. Edebiyatın başındaki demir yumruğun gevşemesi doğrudan devletin temellerinin gevşemesi manasına gelir: “Bizim ülkemizde senin cinsinden insanlar yok, olması da yasak. Böylece başına kokular sürer, çelenkler takar, onu başka ülkeye yollarız. Bize daha ağırbaşlı bir şair gerek, deriz. O kadar hoş olmasın zararı yok, ama bize yararlı/uygun masallar söylesin,” derken kendi başına özgürce yaşayıp devam eden bir edebiyatı değil bir propaganda sanatını tarif ettiği açıktır.

    Edebiyatın, diğer birçok şey gibi, kendi içinde barındırdığı tehlikelere dair uyarılar hep yapılmıştır. Mesela Risaletpenah Efendimiz Muallaka şairlerinden Lebid için “Lebid’in şiirinin şerrinden Allah’a sığınırım,” dediği rivayet olunur. Ya da “Kelimeleri büyü gibi kullanmayınız,” gibi ifadelerde aynı endişenin tezahür ettiğine şahit oluruz. Fakat bizzat İslam Peygamberi topyekûn bir yasak ya da önleyici bir kanun maddesi teklif etmemiştir hiçbir zaman. Temsil ettiği hakikate dair otoritesinden şüphe edilmeyen biri olarak böyle bir teklif yapsaydı kimse şaşırmazdı herhâlde. Oysa aksi yönde birçok örnek mevcuttur. Hazreti Ömer Efendimize isnat edilen bir söz vardır mesela: “Ey insanlar divanınız olan cahiliye şiirine sarılın, çünkü ondan Kuran’ın tefsiri, kelamınızın manaları vardır.”

    Evet, edebiyatın, en az din, düşünce, sanat, bilim kadar yapısal bir tehlike, hâliyle bir korku unsuru barındırdığı aşikardır. Yani bu dünyadaki her şey gibi onun da tehlike arz eden bir potansiyeli vardır. Evet, çok yüksek bir oranda olmasa da edebiyatın da ölümünüze sebep olma ihtimali vardır. Fakat bu alışveriş yaptığınız markette yazar kasanın patlaması ihtimalinden, devletin güvenliğinizi sağlamakla yükümlü olduğu bir cep telefonundan dolandırılma ihtimalinden, liyakatsizlik kaosunun olduğu bir ortamda maddi ve manevi anlamda sakat kalabilme ihtimalinden çok daha düşüktür. Yani cep telefonundan kötü hastalığa yakalanan bir influencer görme ihtimali, roman vesilesiyle kötü yola düşmüş bir melek görme ihtimalinden daha fazladır. Hatta o ihtimali de, çok büyük oranda, yine edebiyatın ürünlerinde görürsünüz.

    İmam-ı Rabbani’ye isnat edilen, farklı kaynaklarda hadis olarak da rivayet edilen, “Hasenatü’l-ebrâr seyyiatü’l-mukarrebîn” yani “İyilerin bazı güzellikleri, bazı sevapları Allah’a daha yakın olan bazıları için günah sayılabilir” manasına gelen bir kelam-ı kibar vardır. İnsan hayatı boyunca bir tekâmül süreci yaşar. Belirli bir hâldeyken yaptığı ve makul görünen eylemler, iyilikler daha yüksek bir mertebeye çıktığında sakıncalı ya da abes görülebilir. Edebiyat da insan için böylesi bir hâlin tezahürüdür. Bir zamanlar kendisine iyi gelen müziğin, kitabın, şiirin belirli bir yaştan sonra aynı insan için kıymetini kaybetmesi hayatın ve kemalin gereğidir. Fakat insanın bizatihi yaşadığı bu biricik tecrübeyi genele şamil etmeye kalkışması mukadder tuzaklardan biridir. Platon da bu tuzaktan muaf değildir. Erken dönemlerinde çok daha müsamahalı göründüğü edebiyata kemale erdikçe mesafeli olması onun biricik tecrübesindendir. Fakat bunu kuramlaştırıp bir tahakküm aracına dönüştürmesidir problem olan. Çünkü Platon’un kendi yaşadığı tecrübeyi başkasına haram kılması manasına gelir ki hiçbir öğreti böylesi bir emri uygun görmez. İşte Platon bu anlamda kemale erişmiş ama o kemali hazmedememiş görünmektedir. Tabiri caizse kemalin giriş holünde takılı kalıp geleni gideni denetleyecek bir ahlak komiserliğine soyunmuştur. Bugün insanlığın kendisinden çok şey öğrendiği Homeros, Eskilos, Sofokles gibi büyükleri dahi kendi devletinin sınırlarına kabul etmeyen bir ahlakçı olarak kalmaya rıza göstermiştir. Edebiyatı, ulaştığı kemale bakılırsa, bu kadar ayrıntılı bir şekilde zihnini meşgul etmemesi gereken ideal devletin insafına terk etmiştir. Hatta onun yalnızca elitleri için kurulmuş ve yalnızca yönetici elite özgürlük ikram eden sofrasına meze etmiştir. Bu anlamda, biraz da provakatif olmayı göze alarak söylersek, Platon Goebbels’in ilk ve en gelişmiş atası olabilir.

    Diğer yandan, insan, Platon’un, edebiyatın kendi seyri neticesinde ulaştığı seviyeyi görebilseydi muavvizeteyni kendisi icat ederdi demekten kendini alıkoyamıyor. Dahası, Mevlânâ, Rimbaud, Sezai Karakoç vb. birçok büyük isim Platon’un eleğinden geçip onun kurduğu şehre giremezdi muhtemelen. Neyse ki insanlık da edebiyat gibi Tanrı’nın kendisine verdiği özgürlüğü –günah işleme özgürlüğü de dahil– kimselerle paylaşmama konusunda hep ısrarcı olmuştur.

    Başta da söylediğimiz gibi eğer hakikat önce korku sonra ışık olarak tezahür ediyorsa korkunun haddinden fazla abartılması ışığın yayılmasına mani olacaktır. Korkunun aklın erdemi olması kendisinden sonraki ışığa teslim olmasındadır. O halde Platon aklın erdemi olan korkuyu aklın önüne koyarak bakışı bulandırmıştır. Düşüncenin kudretli alanındaki yetkinliğini suiistimal ederek edebiyatın sınırlarını çizmeye kalkmıştır. Platon’un edebiyata yönelik korkusu, büyük bir düşünür olarak buna dair ileri sürdüğü tezler tarih boyunca tartışılmıştır. Bu tartışmalar çok ciddi üretimlere vesile olmuştur. Fakat bu tartışmaların ve bütün bu tartışmaların temelinde korku ve endişenin paralelinde edebiyatta kendi seyrine devam etmiş ve en az düşünce tarihimizdeki eserler kadar nitelikli eserlerin ortaya çıkmasına zemin teşkil etmiştir. Edebiyat “yalan”ın ve kurgunun ustası olarak insanlığın hallerini anlatmak konusunda müthiş başarılar kaydetmiş, şiirden romana, öyküden denemeye kadar birçok farklı türde insanı tahkim etmek ve ona hayatı katlanılabilir ve anlaşılabilir kılmak konusunda vazifesini yerine getirmiştir. Herhâlde insanlık var olduğu müddetçe de bu vazifesini yerine getirmeye devam edecektir. Çünkü “yalan” olup olmadığına bakmadan, insanın her türlü hâlini kayda geçiren hikâyeleri anlatmak insanın en eski tesellisidir. Zaten Three Thousand Year of Longing filminde söylendiği gibi hikâyelere başvurmaktan başka ne yapabiliriz ki?