RAMON LLULL’DA TASAVVUF ETKİSİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Selman Dilek

    Düşünce tarihinde “tasnif” uğraşılarının ideolojik bir teşebbüs olduğuna dair eleştiriden ne kadar kaçsam da her seferinde yeniden yüzleşmek zorunda kalıyorum. “Batı öncesi” birikimin nasıl konumlandırılacağı meselesini bir tarafa bırakalım, Hristiyan düşünce tarihinin yazımı dahi, hangi gelenek perspektifinden değerlendirildiği ile doğrudan ilişkili. Yaklaşım farklılıklarının arkasına saklanmış olan ideolojik tutumlar, kültürel kimlik tartışmalarında kendini ele veriyor. Örneğin günümüzde hâkim algı, Batı medeniyetinin Yunan ve Hristiyan köklerinden neşet ettiği iddiasını savunuyor. Hâlbuki Antik Yunan’ın Batı tarihinin kurucu unsuru olduğu iddiası, modern bir tasavvurdan ve hatta kurgudan başka bir şey değil. Zira aksini iddia etmek de mümkündür: Hristiyan Orta Çağ’ının Antik Yunan karşıtlığı üzerine inşa edildiği de ileri sürülebilir. Yahut yine karşıtlık üzerinden entelektüel bir mesele hâline gelmiş olan İslamiyet’i de Batı tarihinin bir evresi olarak yorumlamak mümkün olabilir. Dolayısıyla kültürel aidiyetlere dair tanımlar, tarih yorumlarındaki farklılaşmaların arkasında başka etkenler olabileceğine işaret ediyor. Yaklaşımları özellikle “ideoloji” olarak yaftalamamın sebebi, aslında temelde tarihsel sınıflandırmaların, doğal akışın dışında özneleşen aydının kendi tutumunu dışa vurmasından ve her ideoloji gibi temelde bir kurguya dayanmasından kaynaklanıyor.

    Batı’yı kendi tarihsel akışının dışında bir gerçeklik olarak konumlandıran Müslüman aydının da, o artık pas tutmuş aynaya yeniden bakması gerekiyor, zira benzer bir ideolojik zafiyete yakalanmış durumda. Akdeniz kültürlerini Arap dilinin imkânları çerçevesinde yeniden telif edebilmiş olan İslami birikimin varisleri, “Batı medeniyeti” hakkında Antik Yunan’ı kök, İslam’ı ise karşıt kültürler olarak konumlandırarak aslında benzer bir yanılgıya düşüyor. Bu düştüğü yanılgı da garip bir şekilde muhafazakâr Batılı aydının İslam’ı dışlayan tutumuyla örtüşüyor. Zira Batı’yı İslam’dan ve İslam’ı da Batı tarihinden ayrıştıran yaklaşımlar aynı nedenlerden hareket edip, güya farklı sonuçlara ulaşıyorlar. Yanlış bir tasavvurun doğru bir neticeye varmasını bekleyemeyiz.

    Sınıflandırma sorunuyla yazıya başlamamın sebebi, Ramon Llull’un Batı düşünce tarihinde nasıl konumlandırılacağı tartışmasına ve aslında düşünce tarihinde asıl sorunun kategorize etme teşebbüslerinden kaynaklandığına dikkat çekmektir. Ramon, yaşamında ve eserlerindeki çeşitlilik nedeniyle, İslam algılarındaki çeşitliliğin en açık örneklerinden birisidir. İslam’a yaklaşımdaki farklılıklar Batı tarihinde bütüncül bir İslam algısı olmadığını, zira “farklılaşmanın” düşünce tarihinin temel bir vasfı olduğunu ve böylece Batı-İslam ilişkilerine dair verilen peşin hükümlerin ne kadar tutarsız olabileceğini göstermektedir.

    Farklı Yansımalarıyla Ramon Llull’un Yaşamı

    Günümüzün meşhur tatil beldelerinden Mayorka Adası üç yüzyıl Müslüman hâkimiyetinde kaldıktan sonra 1229 yılında Aragon Krallığı tarafından ele geçirildi. Bu “karşı-fethe” katılan bir şövalye ailesine mensup olan Ramon, Mayorka sarayında sanatkâr olarak yetiştirildi. 1260’lı yıllarda, öğreti ve yaşamından etkilendiği Fransiscus’un izinden giderek, manevi arayışlara yöneldi ve çeşitli vizyonlar yaşadı. Bir tezahüründe Hz. İsa kendisini dinî hizmete adamasını emretti. Üniversite tahsili için yola çıktığında, Dominikan Başüstadı Pennafort Paris’te sapkınlığın hâkim olduğunu söyleyerek, üniversite yerine manastır hayatına yönelmesine teşvik etti. Manastır eğitimine başlasa da, Hristiyan dünyadaki düşünce farklılıklarının neden olduğu ayrışmalardan rahatsızlığı ve sapkın fikirlerle mücadele arzusu Ramon’u felsefe okumaya sevk etti. Bu arzusunu Pennafort ile paylaşmış olmalı ki, hemen bu görüşmeden sonra Ramon Arapça öğrenmeye başladı. Zira Pennafort Arapça eserlerin Latinceye çevirisinde etkili isimlerden birisidir.

    Nedense çağdaş araştırmalar bu konuyu ihmal etmektedir ve Ramon’un misyonerlik maksadıyla Arapça öğrendiğine ikna olmuştur. Hâlbuki misyonerlik maksatlı Arapça tahsili için (günümüzde de olduğu üzere) birkaç yıl yeterli olmalıdır. Ramon dokuz yıl Arap bir müderristen ders almıştır ve sonrasında kaleme aldığı eserler, eğitimin içeriği hakkında bilgi vermektedir. Örneğin ilk kaleme aldığı eserlerden birisi Gâzzâlî Mantığı ve yine felsefeye giriş mahiyetinde Tefekkür Kitabı’dır. Arap müderris Gâzzâlî’nin filozoflar ile mücadelesi hakkında onu bilgilendirmiş olmalıdır, ki o da benzer bir teşebbüse hazırlanmaktadır. Ramon, Paris üniversitesini ele geçirdikleri iddia edilen filozoflar ile karşılaşmaya girişmeden önce, Arapça felsefe ve kelam eserlerini inceleme imkânı bulmuştur.

    Arap müderrisin öldürülmesinden sonra İslam felsefe ve ilahiyatına dair okumaları bırakarak, Randa Dağı’nda inzivaya çekilir. Hz. İsa ona tekrar görünür ve dünyanın en iyi kitabını kaleme almasını emreder. Bu kitap hem Katolik inancını sarsmaya yönelik içeriden müdahalelere hem de dışarıdan gelen tehditlere karşı Hristiyanlığı müdafaa etmelidir. Bir taraftan felsefi sapkınlığın önlenmeyi ve Hristiyan dünyanın fikrî bütünlüğünü sağlamalı ve diğer taraftan Müslümanların Hristiyanlığın inanç öğretilerini kabullenmesine hizmet etmelidir. 1270’li yıllarda Miramar’da Arapça eğitim veren bir manastır açar ve “Ars” olarak isimlendirdiği kitabını yazmaya başlar.

    1305’te uzun süredir planladığı felsefi münazaraları gerçekleştirmek üzere Paris’e gider. Fakat üniversitede konuşmasına müsaade edilmez, Sanatlar Fakültesinde Aristotelesçi ve İbn Rüşdçü olarak itham edilen hocalar Ramon’a beklediği ilgiyi göstermezler. Bunun üzerine öğrencilerin kaldığı manastırlarda Ars brevis kitabından dersler vermeye başlar. 1311’de Vienne Konsili’nin hazırlanmasına destek olur ve başta Kral olmak üzere aristokratları üniversitelerdeki sapkınlık karşısında tedbir almaya ikna eder. Böylece Paris Sanatlar Fakültesindeki hocalar tasfiye edilir, felsefe dersleri yasaklanır ve kütüphanelerden eserler kaldırılır. Münazara ile ikna edilemeyen filozofların akıbeti mahkeme tarafından yargılanmak olmuştur. Vienne Konsili’nde dört üniversitede Arapça öğretimin başlatılmasına yönelik Papalığın kararının arkasındaki isim de Ramon’dur. Hem Arapçadan eserlerin Latinceye aktarılması hem de Araplara yönelik misyon çalışmaları için dil öğrenimini gerekli görmektedir.

    1310’lu yılların başında ise Ramon bir mistik olarak karşımıza çıkar. Birçok manevi hâller yaşadığını iddia etmekte ve kendisini inançsızların Hristiyanlaşmasına adamaktadır. Mağrib şehirlerini dolaşır, farklı Müslüman toplulukların ve bilhassa sufilerin içerisinde kalır. Ezoterik şiirler ve hikâyeler kaleme alır. 1311 yılında Tunus Sultanının huzuruna çıkar ve Arapça kaleme aldığı eserlerini takdim eder. Sultanın huzurunda sufiler ve ulema ile münazaralara katılır. Paris’te bulamadığı imkân Tunus’ta karşısına çıkmıştır. 1316 yılında Tunus’tan dönüşü esnasında öldüğünde (veya öldürüldüğünde), Arapça, Latince ve Katalanca iki yüzden fazla eser geride bırakmıştır. Ramon yaşamının farklı safhalarında, kendi çağının tüm meseleleriyle yüzleşmek zorunda kalmış ve hemen her yüzleşme safhasında farklı bir portre ile ortaya çıkmıştır. Kendi yaşamındaki farklılıklar düşüncelerine de sirayet etmiş, İslam’a yönelik birbirinden farklı yaklaşımları eserlerinde bir araya getirebilmiştir.

    İbn Seb’in’in İzinde Felsefe Eleştirisi

    Ramon’un 1297-1299 yılları arasında kaldığı Paris’te, İbn Rüşdçülere karşı yayınlanan Tempier Kınamaları’nın etkisinde bir atmosfer hâkimdir. Sanatlar Fakültesindeki İbn Rüşdçülere karşı mücadelede Dominikanlar arasında Thomas öne çıkmaktayken, Fransiskenler Ramon’u himaye etmiştir. Nitekim her ikisini filozoflarla mücadeleye teşvik eden Pennafort’tur. Onun teşvikiyle 1265 yılında Thomas İbn Rüşdçü tezleri tenkid ettiği Summa Contra Gentiles’yi kaleme alırken, Ramon’da Ars’ı yazmaya başlamıştır.

    Ramon’un özgünlüğü, felsefe ile mücadelede Aristotelesçi mantığın esas alınamayacağı ve dinî öğretileri merkeze alan yeni bir mantığın geliştirilmesinin gerekliliğidir. Buradan hareketle klasik skolastik yöntemden farklılaşır ve bir Summa projesi yerine Ars’ı kaleme alır. Nitekim inanç ilkeleri olarak belirlediği ilahi isimler merkezinde yeni bir mantık inşa ettiğini öne sürer. Ona göre, kişi hangi felsefi düşünceye yahut dini inanca mensup olursa olsun, bu yeni düşünme tarzının etkisinden kaçamayacak ve Hristiyanî hakikate teslim olacaktır.

    Ramon’a göre klasik mantıktaki temel hata aksiyomun zorunluluğunun kabul edilmesidir. Buradan hareketle belirli bir inancın savunusunu yapmak mümkün değildir, zira aynı mantıksal örgü bir başka inancın temellendirilmesine de hizmet edebilir. Öyleyse yeni “sanata” tüm inançsal yöneliş ve düşünme tarzlarındaki ortak hususları merkeze alarak başlamak gerekir. Ramon’a göre tüm inançlar temelde mutlak kavramlara dayanır ve aslında bu kavramlar Tanrı’nın isimlerinden başkası değildir. Öyleyse cevaplanması gereken soru, insanın nesneleri kavramasına imkân veren kavramların özde hangi tanrısal isimlerde bir araya geldikleridir. Tanrı’nın tüm sıfatlarını kuşatan isimlerini tespit etmeye çalışarak dokuz isimde karar kılar. Tanrı’nın dokuz ismi hem ilahiliğin doğasını tanımamızı hem de var edilenleri açıklayabilmemizi sağlar. Böylece Ars, dokuz sayısının açılımları üzerine kurulmuştur: Dokuz mantıki ilke dokuz ontolojik ilkeyle bütünleşir; uluhiyetin sudurunda tüm varlık dereceleri dokuz mertebeden oluşur.

    Ramon neden dokuz sayısında karar kılmıştır ve ilahi sudûrun dokuz mertebesi ile insani düşüncenin dokuz merhalesi arasında bağ olduğuna dair yaklaşımın kaynağı nedir? C. Lohr, Ramon’un Ars’ı geliştirirken İbn Seb’in’in Budd’ul Arîf isimli eserini kaynak aldığını ileri sürüyor. Hem muhteva hem de yöntem bakımından Budd’ul Arîf ile Ars arasında yoğun benzerlikler bulunmaktadır. Her şeyden önce bu benzerlik dokuz varlık mertebesi ve dokuz ilahi isim arasındaki kavramsal uyumda kendini gösterir: (1) Deus, (2) angelus, (3) caelum, (4) homo, (5) imaginativa, (6) sensitiva, (7) vegetativa, (8) elementativa, (9) instrumentativa: (1) Allah, (2) Akl-ı küll, (3) Nefs, (4) Tabiat, (5) Heyulani, (6) Cism-i mutlak, (7) Felek, (8) Erkan, (9) Müvelledat. Yine mantığı üzerine kurduğu harf sembolizmindeki dokuz ilahi isim de İbn Seb’in ile örtüşmektedir: Bonitas (B), magnitudo (C), duratio (D), potentia (E), sapientia (F), voluntas (G), virtus (H), veritas (J), gloria (K).

    Ramon’un klasik mantık eleştirisi doğrudan tasavvufun “hakikate istidlal ile ulaşılamayacağı” iddiasının bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Nitekim Ramon’da Ars’ın kendisine ilham edildiğini iddia etmektedir; ilhama dayalı yeni bir teolojiye ihtiyaç vardır. Kategorik düşünme uluhiyetin anlaşılmasına katkı yapmaz veya eşyanın neliğine ve nasıllığına dair sorular ontolojik sınırlılık nedeniyle Tanrı hakkında konuşmaya imkân vermez. Bu yaklaşımın, felsefe ve kelam eleştirisi üzerinden sistemleşme sürecinde olan tasavvufî düşünceyle kesiştiği açıktır. Ramon Kuzey Afrika’da kaldığı süreçte İbn Seb’in’in talebeleri başta olmak üzere, mutasavvıfların nazari düşünce eleştirisine şahitlik etmiş olmalıdır.

    Yine Ramon mutlak varlık tanımında “gizli hazine” (cosa infinida) sıfatını kullanır; “Göklerin egemenliği tarlada gizli hazineye benzer. Onu bulan yeniden sakladı, sevinçle koşup gitti, varını yoğunu satıp tarlayı satın aldı.” (Matta 13, 44-46) ayetini tanımına delil getirir. Geleneksel Thomasçı yorum ayetin zahirine odaklanırken, Ramon’a göre burada mevzu uluhiyet ve varedilenler arasındaki birliktir. Tasavvufun, gizli hazinenin kendini bilmesi ve zatından zatına tecelli etmesi öğretisini Ramon’da kendi sistemine taşımıştır. Tanrının kendini bilmesi (intelligens), bilinen olması (intelligenilis) ile bilme oluşu (intelligere) birdir. Bilen, bilinen ve bilme birdir ve tüm varlık bu tanrısal bilişten varlığa gelmiştir.

    İbn Seb’in mutlaklık bakımından zorunlu ve mümkün varlık ayrımına karşı çıkar ve yegâne varlığın Tanrı olduğunu savunur. Ramon’da aynı şekilde Tanrı haricinde bir şeyin “var” olarak tanımlanmasının mümkün olmadığını ileri sürer. Bu nedenle ilahi isimlerin bilinmesi aslında eşyada içkin hakikatin bilinmesi anlamına gelecektir. Ramon İbn Seb’in’in ifadesini doğrudan Ars’a almıştır: “İlahi isimleri tanımak eşyayı tanımaktır.” Yine Allah’ın her fiilde fail olduğunu açıklarken İbn Seb’in gibi iyilik kavramı üzerinden hareket eder: Tanrı’nın ebedi iyi (bonitas) olması, iyiliğinin hâlihazırda fiil hâlinde olduğu anlamına gelir. İyilik varlığın yalnız doğasında sabit bir ilke olamaz, aktif bir durumu bildirir; öyleyse bonificativus (iyilik yapmak)’tan bahsedilmelidir. İyi oluşun meydana getirdiği iyilik yapma fiili ile bu mevcut iyilik hâlinin neticesi olan bonificabile (iyi(lik) yapılan) mevcut olmalıdır. İlahi iyiliğin mükemmelliği ancak fiilinin mükemmelliğiyle ve zorunlu olarak iyiden zahir olanın mükemmelliğiyle ilişkilidir. Tanrı’dan ancak kendisi gibi mükemmel bir varlık zahir olabilir; varoluş Tanrı’nın fiilinden başka bir şey değildir ve fiil de faili kadar kutsaldır. Aslında Ramon’un ulaştığı bu sonuç varlığın birliğinden başka bir şey değildir.

    Şüşteri’nin İzinde Yeni Edebiyat

    Ramon’da tasavvuf etkisi yalnız felsefe eleştirisi bağlamında karşımıza çıkmaz. Kuzey Afrika’da İbn Seb’in talebeleri tarafından yayılan Şüşteri tarikatı içerisinde kaldığı dönemde kaleme aldığı şiir ve öyküler yoğun tasavvufi sembolizmi barındırmaktadır. Bu eserlerin başında Sevenler ve Sevilenler Kitabı gelmektedir. Bir taraftan ilahi birlik öğretisi etrafında mistik ifadeleri ihtiva eden bu eser, diğer taraftan doğrudan Arapça şiirlerden tercümelere yer verir. A. Fidora Ramon’un eserlerindeki Arapçadan alıntılardan bir kısmını tespit edebilmiştir. Liber Amici’de Şüşteri’nin bir şiirine yer verir: “Aşık, denizde büyük tehlikelere dalmıştı; fakat yüreğinde sevgilisine olan güven, gözyaşı, ıstırap ve kederle imdadına yetişti. Ta ki deniz tamamen aşk olana kadar tehlikeler devam etti.” Batı edebiyatının ilk romanlarından olan Blanquerna kitabında yine Şüşteri’nin şu meşhur ifadesine yer verir: “Küçük Şeyh pazarlarda dolaşıyor ve mırıldanıyor: Başkaları için ne derdim olacak, başkalarının benimle ne derdi olsun.” Aynı eserde Hallac’tan alıntı yapar: “Ben Efendimi kalp gözüyle gördüğümde ‘Senden başkası değildir bu’ dedim. Sen o kimsesin ki her yerdesin ve nerede sorusunun cevapsız kaldığı yerdesin. Sen yakınla uzak arasındaki sınırdasın ve nerede sorusu bilmiyor sen neredesin.

    Ramon’un eserlerinde tespit edilebilecek tasavvuf etkisini aşağıdaki maddelerde özetlemek mümkündür: Blanquerna: Mistik Yolculuk ve Tanrı’da birlik; Liber Amici: Manevi dostluk ve ilahi aşk; Liber De Gentili Et Tribus Sapientibus: Farklı dinlerde tezahür eden Tek Hakikat ve tüm dinlerdeki ortak inanç kaideleri; Felix: Felsefe karşısında Mistisizm; Ars Magna/Ars Brevis:  İlahi isimler teorisi ve harf sembolizmi.

    Ramon’un dünyanın en iyi kitabı olarak tasvir ettiği Ars’ın ne derece İslam düşüncesinden izler taşıdığı ve hangi gelenek bağlamında değerlendirilmesi gerektiğine yönelik tartışmalar devam etmektedir. Gâzzâlî’nin Makâsıd’ını Latince hazırlamış olması ve İbn Sina felsefesine atıfları J. Puig ve H. Daiber’nın Ramon’u felsefe geleneği içerisinde değerlendirmelerine neden olmuştur. Sufilerle münasebeti ve bilhassa ilahi isimler yaklaşımı nedeniyle A. Palacios İbn Arabi etkisine dikkat çekmiştir. C. Lohr ise Ramon’un harf sembolizminin İbn Seb’in’in Buddu’l-Arîf’ine dayandığını ileri sürmektedir. D. Urvoy da İbn Seb’in’in, hem varoluşun nedenleri hem de varlığın dokuz boyutuna dair yaklaşımına kaynaklık ettiğini belirtmiştir. Buna karşılık A. Fidora ve A. Akasoy tasavvufi etki kadar İhvan-ı Safa etkisini öne çıkarmaktadırlar.

    Ramon Llull, Batı tarihinde yekpare bir İslam anlayışı olmadığını ve İslam eleştirisinin dahi gerektiğinde İslami kaynaklardan istifadede tereddüt etmediğini göstermesi bakımından önde gelen şahsiyetlerden birisidir. Öyle ki Müslümanları Hristiyanlığa ikna etmek üzere hazırladığı Liber disputationis Raimundi kitabında ilahi varlığa yönelik tanımları, İbn Seb’in’in mutlak varlık öğretisinin gölgesinde geliştirmiştir. Yazının başında belirttiğimiz üzere Batı düşünce tarihinin kurucu isimleri bazen karşıtlık bazen etkileşim olmak üzere, birbirinden farklı yönleriyle İslam’la kalıcı entelektüel ilişki içerisindedirler. Bu da düşünce tarihinde sınıflandırmanın ve bu doğrultuda hüküm cümleleri kurmanın ne kadar yanıltıcı olabileceğini göstermektedir.