TARİHSEL HADİSELER: ÖZELLİKLER, ROLLER VE KARŞI FENOMENLER

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Arthur Alfaix Assis*

    Hadiseler hem dünyayı inşa eder -ki o dünyada tarihsel tecrübe vuku bulur- hem de o dünyanın alt alanlarını; ki orada da geçmiş tecrübelerin tarihleri yazılır. Mutlak manada olmasa da büyük ölçüde biz tarihi bir hadiseler silsilesi mahiyetinde tecrübe ederiz. Aynı şekilde, bize önemli hadiseler silsilelerini sunan tarihleri de okuyup yazıyoruz, her ne kadar -göreceğimiz üzere- hadiselerden ziyade fenomenlere odaklanan yaklaşımlar tarihsel kültür dâhilinde önemli bir rol oynasa da.

    Ancak, tarihin ve tarih-yazımının her yerinde ironik biçimde görmemize rağmen tarihsel hadiselere dair genel bir fikir edinmek son derece zordur. Bence bunun en önemli sebebi de şu: Çok farklı türdeki değişim üreten vakalar, tarihsel bir hadiseymiş gibi vuku bulabilir ya da öyle algılanabilir: Hz. Muhammed’in doğumu, 21. yüzyılda gerçekleşen Myanmar’daki Rohingya soykırımı, matbaanın icadı, bilimsel devrim, romanın yükselişi, II. Dünya Savaşı, İngiliz işçi sınıfının oluşumu, Orta Çağ’ın gözden düşmesi. Bütün bunlara ve elbette daha fazlasına hemencecik hadise diyebiliriz ancak süre, kapsam veya soyutlama seviyesi açısından birbirinden çok farklılaşan vakalardır bunlar.

    Yukarıda sıraladığım hadiseler küçük bir liste oluşturur ve az çok rastgele seçilmiş örneklerdir, ama tarihsel hadiselerin ne kadar farklı olabileceğini bize anlatmaya yeter. Farklı hadiselerin zamansal, coğrafi veya tematik kapsamlarını karşılaştırdığımızda ortaya çıkan asimetriler ve heterojenlikler bir yana, hadiseleri bireysel açıdan tasavvur ettiğimizde ne kadar esnek olduklarını gördüğümüz an mesele çok daha karmaşık hâle gelir. Bazı hadiselere eğildiğimizde sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğine dair ciddi anlaşmazlıklar olduğunu görürüz. Bunun dışında şunu da söyleyebiliriz: Tarih kavrayışımız açısından son derece sarsılmaz gözüken hadiseler, alt kısımlara bölünebilir, yani alt hadiselere ayrışabilir, hem de birçok kez. Hadiseler ayrıca bir küme hâline de gelebilir; tarihçiler zamansal açıdan denk düşen iki ya da daha fazla vakayı tek bir hadisede birleştirebilir; örneğin, Arno Mayer, “20. yüzyıldaki 30 yıllık savaş” dediğinde I. ve II. Dünya Savaşlarına aynı anda işaret eder.[1]

    Kısacası, tarihsel hadiseler vuku bulur ve kişiselleştirilir ama bu eylem ne kadar sürdüklerini, ne kadar somut ve ne kadar etkin olduklarını tanımlayan sabit bir norma göre yapılmaz. Hadiseleri kapsamlı bir tipolojiye sokma işini çok ciddiye aldığımızda da Borges’in ünlü taksonomisi gibi bir şey çıkar ortaya: 1942 yılında evrensel bir dil imkânı üzerine yazdığı kısa bir makalede Borges hayvanları şu kıstaslara göre sınıflar: “a) İmparatora ait olanlar; b) mumyalanmış olanlar; c) eğitilmiş olanlar; … i) deli gibi titreyenler; j) sayılamayanlar; … n) uzaktan sineklere benzeyenler.”

    Hâliyle, bu mesele, benzer bir kaosta çok fazla düzen bulmayı umut eden analistleri mahcup edecek büyük bir potansiyel barındırır. Elbette düşünmeyi bir tarafa bırakalım demiyoruz; hadiselerin çeşitliliğini, asimetrilerini ve heterojenliklerini kutsama ya da bu durumdan dert yanma gibi bir maksadımız da yok. Bu yüzden bu makalede konu üzerine iki ya da üç düşünce sunma işine girişeceğim.

    İşlevsel bir tanım elde etmek için negatif bir yol benimseyip tarihsel hadise olarak nitelendirilemeyecek fenomenleri öne çıkarabiliriz, yani fenomenolojik terminolojide hadisevi olmayan fenomenliğin araştırmasına girişebiliriz. Modern sosyolojinin kurucu babalarından Émile Durkheim burada bize yardımcı olabilir; ona göre, hakiki bilim, tekil hadiselere büyük bir dikkat göstermeye uygun değildi. 1908’de tarihçi Charles Seignobos ile yaptığı canlı bir tartışmanın kaydında şöyle der:

    “Şu düzensiz hadiseler kaosunun ortasında huzur içinde yaşayabilen tarihçilere hayranım doğrusu. Ama hadiselerin ötesinde, düşünmenin ve eylemenin sabit ve düzenli yolları var, işlevler var, kurumlar var.”[2]

    Geleneksel tarihçilerin hayatta kalma yetenekleriyle dalga geçmeyi bir kenara bırakırsak, burada hadise-olmayan şeyler listesinin başlangıcını görürüz; Durkheim’a göre bunlar, toplumsal bilim uzmanlarının hususi dikkatini çekmesi gereken şeylerdir; meslektaşlarının çoğunun “bilim dışı” tarzından rahatsız olup daha tarihsel bir yönelime sahip uzmanları bile buraya dâhil edebiliriz belki.

    Çok iyi bildiğimiz üzere Durkheim’ın duruşu, 20. yüzyılın ilk yarısında Fransız tarih-yazımı çevresini metodolojik yaratıcılık açısından derinden etkilemiştir, Annales Okulunun onun düşüncelerini benimseyip uygulamasında bunu özellikle görebiliriz. Ancak belirli nedenlerden dolayı, hadiseler ve diğerleri çağdaş tarih felsefesi dahilinde hâlâ pek kuramlaştırılmamıştır. Yakın zamanda yayınlanan Plural Pasts[3] [Çoğul Geçmişler] başlıklı kısa kitabımda bu boşluğu doldurmaya çalışmıştım. Bu kitapta, edebî kurgudaki ve sinemadaki anlatıların bileşik olduğunu düşünen anlatı-bilim uzmanı Seymor Chatman’in önerdiği bir ayrımdan hareket ediyorum, ona göre içerik bakımından iki temel unsuru ayırt etmek gerekir: hadiseler ve onun tabiriyle “varoluşlar.”[4] Bu tabiri Chatman uydurmuştur; burada, hikâyelerdeki farklı içerik türleri bir araya getirilir, bu hikâyeler hakkında konuşurken onların vuku bulduğunu değil de sadece var olduğunu söylemek daha uygundur. Dâhil oldukları kurgusal zaman içinde değişebilseler de karakterler ve ortamlar gibi edebî varoluşlar genelde öyle istikrarlıdır ki hadiselere uygulansalar anlamsız “olacaklarına” dair bir his verirler bize. Allan Megill, Chatman’in temel kategorilerini tarih-yazım alanına uygulamış ve kurgusal-olmayan hadiseler ve varoluşlar arasında bir ayrım yapmamızı önermiştir.[5] Bu ayrım sayesinde tarihin ne olduğunu soyut manada tanımlayabiliriz: Tarih bize minimal bir ontoloji sunar; bir başka deyişle tarihler sadece bireysel eylemler ve ıstıraplar hakkında değildir, aynı zamanda kişiler ve toplumsal gruplar gibi karakterleri de işler, ayrıca ortamları da işler, çünkü bu ortamlar eylemler ve ıstırapları çerçeveleyen ya da kısıtlayan farklı tür ve ölçekteki yinelemeli toplumsal-kültürel yapılardır.

    Hadiselere referans vermeden herhangi bir tarih-yazımından bahsetmek elbette mümkün değil ama çağdaş tarih-yazımının önemli bir özelliği de tarihçilerin daha ziyade varoluşlara odaklanmayı tercih etmeleridir. Bunu yaptıklarında kişileri, grupları, maddi nesneleri, kurumları, fikirleri, kavramları, kültürel ortamları, toplumsal yapıları, bazen diyakronik tarzdan ziyade senkronik tarzda öne çıkarırlar. Tüm bu varoluşlar bir müddet var olmuşlardır (ya da olurlar), böylece tarihçi bunların istatistiklerini çıkarabilir. Bence hadiseler böyle bir şeye imkân vermez. Hadise saf devinimdir.

    Her hâlükârda, tarih-yazım yorumlarında sunulduğu hâliyle tarihsel dünyada oluşumlar ve hadiseler çeşitli ve karmaşık yollarla daima birbirine bağlı kalır. Bunların arasındaki karşılıklı bağları daha yakından incelemek için, bazen toplumsal ve kültürel yapılar da dediğimiz şu büyük çerçevelere bakalım. Akademik tarih-yazımı hakkındaki metodolojik tartışmalarda neredeyse kaçınılmaz olan “toplumsal tarih” ya da “kültürel tarih” etiketlerinin geniş kapsamını düşündüğümüzde bu durum mazur görülebilir. Bu genel terimlerin kullanımlarının çoğu şu varsayımlara bağlıdır: Toplumsal ve kültürel yapılar vardır ve var olmuştur; ve tarihsel bir araştırmada araştırmanın merkezindeki manevi unsurlar olarak da belirebilirler, başka fenomenleri açıklayacak önemli araçlar olarak da. Demek ki tarihçiler ya hadiselere ya da hadiselerin altındaki yapılara odaklanabilirler, ama acı çeken, eyleyen ve etkileşime giren bireyler olmadan yapılaşmamış organlar ya da yapılar gibi bir şey olamayacağını da çoğu bilir. Kuşkusuz, genelde bunu bildikleri için bazen aynı metin içinde hadise ve yapı ifadelerini birbirlerinin yerine kullanırlar.

    Elbette her hadise eşsizdir. Ama aynı derecede aşikâr olan bir husus da eşsizliğin tarihsellik için asla yeterli bir koşul olmamasıdır. Neredeyse her evlilik, ilgili kişilerin yaşamlarında mühim bir vakadır ama biz evlenmeyi tarihsel hadiseler arasında saymayız. Her yıl her ülkede binlerce evlilik kutlanır. Genel bir sosyolojik perspektiften baktığımızda bunlar tekrarlayan hadiselerdir, bu hadiseler vasıtasıyla hukuki ve kültürel yapılar işlev görür. Bu tarz hadiselerin tarih-yazımı açısından faydasız olduğunu söylemiyoruz. Var olan yapıları ürettikleri ya da destekledikleri ilkesinden hareket ettiğimizde, bu yapıların nasıl işlediğine dair sonuçlara ulaşmak için bu hadiseleri pek tabii kullanabiliriz.

    Ama belli ki biz burada hadiselerden bahsettiğimizde tarihsel gibi algılanıyorlarsa bunun nedeni “dünyayı değiştirmeleri” değil, daha ziyade tarihçilerin onları geriye dönük hatırlamaları ve dünyanın geçmişte nasıl olduğuna dair düşüncelerini desteklemek ve zenginleştirmek için bir araç olarak kullanmalarıdır. 20. yüzyıl sonundaki tarih-yazımı bu tarz bazı hadiseleri meşhur etmişti: Martin Guerre’in dönüşü, Menocchio’nun gördüğü zulüm ve Pierre Rivière’in ailesinin katliamı bunlardan bazılarıdır. Bu tarihsel düşünce tarzında hadiseler kendi namına eşsiz vakalar gibi değil de daha ziyade tekerrür anları olarak muamele görür. Elbette bu hadiseler “tarihsel” olabilir, ama sadece sonradan, o da bir tarihçi yapısal bakımdan şekillenmiş tarihsel bir yorumun bağlamı dahilinde onlara işaret ederse. Deyim yerindeyse tarihsel anlamları tarih-yazımsal açıdan bağımlıdır.

    Bu sebeple, tarihsel ve toplumsal bilimlerde hadiselerin işlevsel bir önemi, benim biraz muğlak biçimde “yapı” dediğim şeyin işleyişini aydınlatmaktır. Aynı mantığa göre icra edilecek bağlantılı bir görev de uzun vadeli yapısal değişimleri örneklendirmek olacaktır, çünkü yapılar ancak sonradan algılanabildikleri için bu hâlihazırda pek mümkün olmaz.[6] Her iki durumda da hadiseler ya yapısal süreklilikleri ya da yapısal değişimleri örneklendirir. Bu sayede tarihsel yorumun amaçlarına değil araçlarına dönüşürler.

    Bununla birlikte şunu da vurgulayalım: Hadiselere odaklanan tarih-yazımı daima daha ayrıntılı amaçlara da hizmet etmiştir. Sıradan evliliklerin aksine, Bastille fırtınası, 09/11 saldırıları ve Coronavirus pandemisi gibi hadiselerin her biri kendi başına uzun vadeli etkilere yol açan hadiselerdi. Tetiklendikleri andan itibaren muazzam sayıda insanın hayatını değiştirmeye başlamışlardı. Bu nedenle başladıkları andan itibaren de doğal bir biçimde hemen tarihsel olarak algılanmaya başlamışlardı. Büyük ölçüde öyle de oldu çünkü gözlemciler, birçok yerde ve akıl almayacak kadar büyük bir ölçekte kendi tecrübeleri de dâhil olmak üzere birçok kişinin tecrübesini düzenleyen ortam ve modelleri geri dönüşü olmayacak biçimde dengesizleştirecek bir potansiyeli hissediyordu. Bu hadiselerin tarihsel anlamı, tarihçilerin onlar hakkında geriye dönük söyledikleri şeylerin etkisi altında kalabilir ancak bu önemin basit şekilde tarih-yazımına bağlı olduğunu iddia etmek doğru olmaz.

    “Hadiseler daima tarih-yazımsal anlamın serbest inşasında bir tür hammadde oluşturur,” varsayımını sorgulamaya ilaveten şu fikri de sorgulayabiliriz: Tarihsel metinlerde hadiselerin icra edeceği her türlü işlev, nedensel açıklama amaçlarıyla bağlantılı olmalıdır. Hadiselerin çoğu zaman tarih-yazımıyla ilgili olduğuna itirazımız yok, çünkü ya tarihçinin açıklamaya niyetlendiği şeylerdir ya da başka tür fenomenleri açıklamak için dolaşıma sokulan yapıcı unsurlardır; bir diğer deyişle, nedensel açıklamalarda explanandum ve/ya explananda [ifade biçim(ler)i] rolü oynamaya elverişlidirler. Fakat yapabileceklerinin hepsi bu değil. Çağdaş tarih-yazımı faaliyetine bir göz attığımızda görürüz ki hadiselerle bilişsel bağ kurma biçimleri nedenselliğe düşman olmasa da aşırı kayıtsız kalır.

    1970’lerin sonundan beri kültürel tarihin yükselişi ve hafıza çalışmalarıyla birbirlerini beslemeleri, geçmiş hadiselere ve bunların karşı fenomenlerine yönelik belirlenimci-olmayan, nedensel-olmayan, ama aynı zamanda bağlamcı-olmayan yaklaşımları teşvik etmiştir. Bu sayede eski histoire événementielle [hadisevi tarih] kavramı ansızın tekrar icat edildi; tarihçiler artık hadiseleri önceki nedenlerin sonuçları olarak görmüyordu, sonraki hafıza dinamiklerinin dönüm noktaları gibi tasavvur ediyordu. Bunun en önemli örneğiyse Georges Duby’nin Le Dimanche de Bouvines (1973) eseridir; bu kitap, 24 Temmuz 1214’te İngiltere ve müttefiklerine karşı Fransız monarşisinin kazandığı savaşın öncesi ve savaş süreciyle ilgilenmez, bilakis bu eylemin Fransız kolektif hafızasında o zamandan beri simgesel açıdan nasıl kaldığına (ve o hafızayı değiştiren işlevlerine) eğilir.

    Bu tarz “mnemo-tarih” çalışmalarında Marek Tamm’ın “hadiselerin öte dünyası” dediği şey öne çıkar; yani hadiseler vuku bulduktan sonra yeniden anlamlandırma eylemleri ve dalgaları başlar.[7] Bu durumda hadiseler açıklanacak nihai sonuçlar değil, sonraki kişilerin, grupların ve nesillerin yaşamlarındaki vakalara tekabül eden hafıza sürecinin başlangıç noktalarıdır. Bu tarz süreçler sayesinde bir hadise zaman içinde birçok çatışmalı anlam katmanıyla yüklenebilir ki, bu katmanlar o hadiseyi hatırlamanın farklı biçimleriyle doğrudan ilişkilidir. Bu hatıralar gerçekte yaşananlarla sağlam bir bağa sahip olmayabilir, ama tarihçinin devri de dâhil olmak üzere sonraki devirlerin siyasi ajandalarında ve toplumsal söylemlerinde bir hadisenin sahip olabileceği kullanımlar ve işlevlerle daima doğrudan bağlantı içindedir.

    Kültür tarihi ve hafıza çalışmalarıyla desteklenen yeni hadisevi tarihler yalnızca meşrulaşmakla kalmaz, aynı zamanda kaçınılmaz bir hâl alır. Hadise çalışmalarına dair eski yaklaşımlardaki bazı önemli metodolojik boşlukları açığa çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda bu yaklaşımların suni biçimde yumuşattığı yahut kasten gizlediği ideolojik motifleri de ortaya çıkarır. Bu tarihlerin temsil ettiği araştırma programlarının gücü, “Vuku bulan her şeyin bir sebebi vardır, bu yüzden bunlar tarihsel araştırmaların daima merkezinde olmalıdır,” varsayımına karşı çıkmak için de bize iyi bir temel sağlar.

    Böyle bir otomatizme karşı çıkmak için, Claude Romano’nun fikrini tartışmamıza dâhil edebiliriz; buna göre, hadiseler çoğu zaman kendilerini üreten nedenleri ve bağlamları bile kökten sarsarak ortaya çıkarlar; bu durumda, kendilerini önceleyen dünyadan değil de meydana getirdikleri dünyadan hareketle anlaşılabilirler.[8] Hiç kuşkusuz, hem kişisel hem kolektif yaşamda çok az sayıda hadise bu kadar büyük değişimlere neden olur. Romano’nun terminolojisinde çoğu vaka “dünya-içine” aittir ve ancak bağlamlarından hareketle iyi anlaşılabilir. Bağlam burada maddi ve simgesel kümelenmelerin örneği mahiyetindeki yapıların tatbikatı olarak ele alınır. Ancak Romanocu anlamda “hadise” kelimesini hak eden şeyler, bağlam şekillendiren, çağa damga vuran ve dünyayı değiştiren etkileri bağlamında incelenebilecek vakalardır. Kendi kökenlerindeki bağlamları aştıkları için onlara neden olan yapısal ve olumsal faktörlere odaklanmak yetersiz kalır. Onlara neden olan şey bağlamında değil de onların sebep olduğu şeyler bağlamında anlaşılabilirler.[9]

    Bence Romano’nun fikirleri, genel fenomenoloji çerçevesinde kasten kaçınılan sorunlara da uygulanabilir. Romano’nun “hadisevi hermenötik” yöntemi, kişisel yaşamdaki müteakip hadiseler çevresinde işlev görür, tarih fikrini atfettiğimiz ve büyük ölçekte paylaştığımız dünyalarda değil.[10] Bununla birlikte, kişisel ve kolektif hadiseler arasındaki katı ayrımını aşmaya ve analizini tarih-yazımına kadar genişletmeye yeltenmek gerekir; çünkü burada hususen hadiseleri ilgilendiren özel bir insan faaliyeti alanı var, bu hadiselerin çoğu sadece önceliği değil sonralığı bağlamında anlaşılır, nedensel bağlamları değil sonuçları bağlamıyla kavranır. Hafıza-tarih odağından hadiselere bakmak bu imkânı hayata geçirir; hadiselerin hafıza bağlamında yeniden anlamlandırılmasına değil de başka konulara odaklanan tarihler nezdinde hadiselerin sonrasının nasıl ele alınacağı da açık bir mesele hâline gelir.

    Tarihteki hadiselerin nitelikleri ve işlevlerini görmek için çıktığımız bu gezintide son bir husustan daha bahsedelim: Yukardaki tartışmada anlatım, nedensel yorumlama ve bağlama oturtma üzerine kurulu hadiseler tarihinin eski yöntemlerinin anlamsız girişimler olduğunu kastetmiyoruz. Hadiselerin anlamlarına ve sonuçlarına yönelik daha güncel bir eğilim, kendini meşru kılmak adına önceki betimsel, nedensel ve bağlamsal eğilimlerin epistemik itibarını karalamak zorunda değil; metodolojik tartışma, tarih-yazımın gelişimi ve iyileşmesi için uzun vadede muazzam bir kaynak olsa bile. Pratikte yaratıcı uyarlamalardan ve farklı yaklaşımların iç içe geçmesinden yararlanırız. Ve elbette hermenötik, antropolojik, yapı-sökümcü, sömürge sonrası kesişimsel teorilerden faydalanan kültür tarihçilerinin incelikli yöntemleri genelde ilgili hadiselerin yerleşik, hatırlatıcı ve açıklayıcı bilgisini varsayar. Her hâlükârda, tarih-yazmanın sadece bir doğru yöntemi olduğunu düşünmemeliyiz, çünkü çok var. Tarih-yazımdaki çoğulluk sadece kaçınılmaz ve indirgenemez bir durum değil; aynı zamanda özellikle biz tarih felsefecileri ve teorisyenlerinin hassas yaklaşması gereken ve öncesinden daha fazla misafirperver karşılamamız lazım gelen bir özelliktir.

     

    * Prof. Dr., Brasília Üniversitesi, Brezilya, Tarih Bölümü.

     

     

    [1] Arno J. Mayer, The Persistence of the Old Regime: Europe to the Great War (New York: Pantheon Books, 1981), 5.

    [2] Emile Durkheim, The Rules of Sociological Method and Selected Texts on Sociology and its Method (Basingstoke: Palgrave Macmillan, 2013), 170.

    [3] Arthur Alfaix Assis, Plural Pasts. Historiography between Events and Structures. Cambridge: Cambridge University Press, 2023.

    [4] Seymour Chatman, Story and Discourse. Narrative Structure in Fiction and Film. Ithaca: Cornell University Press, 1978, 19-22.

    [5] Allan Megill, Historical Knowledge, Historical Error. A Contemporary Guide to Practice. Chicago: The Chicago University Press, 2007.

    [6] Chiel van den Akker, The Exemplifying Past. A Philosophy of History. Amsterdam: Amsterdam University Press, 2018.

    [7] Marek Tamm, “Introduction”, Marek Tamm (ed.), Afterlife of Events: Perspectives on Mnemohistory. Basingstoke: Palgrave Macmillan, 2015, 1-23.

    [8] Claude Romano, Event and World. New York: Fordham University Press, 2009, 38.

    [9] Romano, Event and World, 42.

    [10] Romano’nun felsefi projesinin kendi bağlamı içindeki ayrıntılı bir analizi için bkz. Kadir Filiz, Event and Subjectivity: The Question of Phenomenology in Claude Romano and Jean-Luc Marion. Boston: Brill, 2024.