YENİDEN KORKMAYI UMUT ETMEK

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Burak Çakır*

    Bir anlığına öleceğinizi unuttuğunuzu düşünün. İşte şimdi yine hatırladınız. İlk cümleyi yazarak öleceğinizi hatırlattım. Peki, insan bunu nasıl unutabilir ki? Bir şekilde kendimizi her-daim-bu-yaşamı-yaşayacak bir varoluş olarak hayal ediyoruz. Sonra da ölüm ne zaman aklımıza gelse, onu oradan hemen uzaklaştırarak her-daim-bu-yaşamı-yaşayacak varoluşumuza geri dönüyoruz. Bu, bir anlamda kendini kandırmadır. Öleceğinizi öğrendiğiniz andan itibaren, belki de kendinizi bu bilgiyi unutmaya adadınız. Öleceğiniz bilgisi, yani yaşamınızın bitip, sizin olmadığınız bir dünyanın varolmaya devam edeceği düşüncesi sizi çok üzdü. Belki de bunun üzerinde hiç durmadınız, “Madem herkes ölecek, o hâlde benim de bu engel olamayacağım gelişmeye boyun eğmekten ve beklemekten başka çarem yok,” dediğiniz bir kırılma anıyla bu konuya bir daha hiç dönmediniz. Ölecek olmanın telaşına düşenler ile bunu normalliğin bir sonucu olarak gören soğukkanlılar arasında aslında pek fark yoktur. Her iki grup da ölüm korkusuyla farklı türde yüzleşmeye gayret etmekten başka bir şey yapmaz. Ölüm korkusu hâlâ karşılarında veya enselerinde bir yerdedir.

    En temel korku olan ölüm veya can korkusundan kurtulma şansımız yok belki. Peki, her korktuğumuz şey, acaba gerçekten korkma duygumuzla mı ilgili? Ölümden başka nasıl korkularımız var ve bunlardan kurtulma şansımız var mı? Bunlar kuşkusuz yanıtlanması zor sorular. Korku duygusunu endişe, kaygı, dehşet, ürperme, irkilme veya tiksinme hâllerinden ayırt edebilmek gerekir ki, bu da başka zor bir mesele. Korkuyu en temel anlamda ölüm korkusu veya hayatta kalma arzusu olarak anlarsak, diğerlerinin de neticede bizim için tehlikeli olabilecek olandan kaçınma veya tehlikeyle aramıza engel koymaya yardımcı olmaları bakımından korku duygusuyla benzerliklerini hemen görebiliriz. Bununla birlikte, aralarında fark olduğu da ortadadır. Sayılanların bir kısmı (endişe, kaygı, dehşet) daha çok aklın devrede ve kurmaca korkuları tetikleyebilen hâllerken, diğer kısmı (ürperme, irkilme, tiksinme) daha çok beden ile ilgilidir ve bunlar (fobiler gibi) nesne kökenli hâllerdir. Bunların hepsinin korku duygusu gibi algılanması, korkunun aslında hem beden hem de akıl ile olan ayrıntılı ilişkisinden kaynaklanıyor olabilir.

    Can korkusu dışında, insanlar tipik olarak başarısızlıktan korkar. Ailedeki rolün başarısızlığı, kariyerdeki başarısızlık, herhangi bir amaca yönelen eylemler bütününün sonundaki başarısızlık gibi durumları yaşamak, hatta hayalini bile kurmak bizi korkutur. Belki de bu korkunun bile can korkusuyla yakından ilişkisi vardır. Başarısız olursak, hayatta kalamayız. Yaşamak istiyorsak, toplumun ve ekonominin bize biçmiş olduğu her ne görev varsa, onları derhal yerine getirmeliyiz. Aksi takdirde, oyunun dışında kalırız ve bu oyunda kaybedenler ya gerçek anlamda ya da sosyal anlamda varoluşlarını yitirir. Bu yüzden başaracağımızdan emin olmadığımız bir işe kalkışmak istemeyiz. İşi yapamamaktan korkarız. Gelecekte o işi başaramamış biri olmaktansa, o işi yapmaya hiç yeltenmemiş olarak (en azından başarısız olmamış bir şekilde) varoluşumuzu sürdürmek isteriz.

    Başarısız olduğumuzda ise korktuğumuz, ne yapacağımızı bilemediğimiz için umutsuzluğa kapılmaktan kendimizi alamayız. Descartes’a göre korkunun fazlası, kendini umutsuzluk gibi gösterir. Korku bizi bir şeyler yapmaktan alıkoyar, bu da insanı doğabilecek zararlardan çoğunlukla korur. Korku, koruduğu gibi, bazen başarının önünde engel de olabilir. Cesurca atılıp, üstesinden gelebileceğimiz bir şeyden bizi koruyan korku, yarardan çok zarar verir. Umudumuzu kıran korku, bizi edilgin bir hâle sokar. İşte bu yüzden, korkuyu ıslah etmek gerekir. Descartes, bunun çözümünü umudu ve arzuyu artırmakta bulur.[1] Şu durumda, ölümden kaçış yokken, ölümden korkmamak için umudu artırmak saçma gibi görünebilir. Elbet bir gün gelecek, o zaman onun gelmemesini ummak veya arzulamak gariptir. Ne var ki ağır bir hastanın umudunu yitirmeden, yaşamaya yönelik gayretli bir arzuyu yeşertmesi, belki güzel günleri ona gösterecek gücü kendisine verecektir. Neticede her kâbus, uyanışla biter. En azından temenni bu yöndedir.

    Uykunun bize kâbusu getirdiği durumlarda, uyanıklık ve umutla dolu olma hâli korkuyu her zaman alıp götürmez. Ancak, bir nebze olsun korkulanı öteye taşımaya, yani korkuyu ıslah etmeye yardımcı olur. Peki, ya uyku, kâbustan çıkmaya izin vermiyorsa? Aslında filozofların bir şekilde yüzlerce yıldır kaleminde olan bu mesele, The Matrix (1999) filminde tekrar ortaya çıkmıştı. Sinema tarihinin en meşhur filmlerinden birini burada özetlemeye gerek yok; yine de filmin, insanların gerçeklikle olan mücadelesini, belki de ilk defa küresel boyutta sunduğunu hatırlatmış olalım. Filmi izleyenler hemen şu soruları düşündü: “Bu dünya gerçekten var mı? Ben, gerçekten var mıyım? Bütün yaşadıklarımız bir yanılsamadan mı ibaret?” Filmin içindeki kahramana şöyle bir öneri sunuldu: Ya bu gerçek sandığın sahte harikalar diyarında kalmaya devam edeceksin ya da bu diyardan gideceksin. Kahramanın seçtiği yol malum. Peki, siz olsaydınız hangi yolu seçerdiniz? Kendinizi “sahte” olduğunu öğrenmiş olduğunuz, ama bir yanıyla da gayet aşina olduğunuz bu diyardan çıkmaya ikna edebilir miydiniz? Her şey sahte, yaşamınız sahte. Aileniz, arkadaşlarınız, sevdikleriniz, nefret ettikleriniz, kariyeriniz, amaçlarınız, hobileriniz… hepsi sahte. Buradan çıktığınızda asıl gerçeklikle, başka bir dünya (tabii buna ne kadar “dünya” denilirse) karşılaşacaksınız. Buna hazır mısınız? Kâbustan uyanmak mı istersiniz, yoksa başka bir kâbusa uyumayı mı? Kolay olmayan sorular, en azından Neo gibi hızlı yanıt vermek güç.

    Bilinenin sahte oluşunu idrak etmek güç, bu korkunçtur. Ancak, bilinmeyenin belirsizliğini kabul etmek ise, daha güç; dolayısıyla, bu daha korkunçtur. Normal şartlarda insanı hayatta tutması beklenen korku, bu konuda hiç yardımcı olmadı. Korkunun bedene yüklediği adrenalin hormonu ve beynin bacaklara verdiği “kaç!” sinyali, bilinenin sahteliği ile bilinmeyenin belirsizliği gibi iki zıt yönü gösterdiği için afallamamak elde değil. Korkudan dizlerin bağı çözüldü, normalden hızlı koşabilmek için gerekli olan her şeyi sağlandı, ama işte bu yaman ikilemin karşısında insan dondu kaldı. Montaigne’in de dediği gibi, korku bazen ayaklarımızı kanatlandırırken bazen de bizi olduğumuz yere sabitler.[2]

    Aslında bu ruh hâli, çağdaş felsefede Martin Heidegger’in Varlık ve Zaman’daki korku [Furcht] çözümlemesinde detaylıca ele alınır. Buna göre, insan bir şeyden korkar ve bir şey adına korkar. Karanlıktan korkan, karanlık olmasından veya karanlığa girmekten korkar ve kendi adına, yani kendini kaybetmek adına korkar. Dolayısıyla, korku daima kişinin kendisiyle ilgilidir. Karanlıktan korkan, başına bir şey gelecekmiş duygusuna kapılır, kendi varoluşunun tehlikeye atıldığını duyumsar; bu duygu, korkudur. Kendisinin girmeye korktuğu karanlığa yanındaki girmeye kalkışırsa, bu sefer onun başına bir şey geleceğinden korkar. Ancak, Heidegger’e göre burada korkan, kendi adına korkmaktadır. Heidegger dünyada daima başkalarıyla birlikte-varolduğumuz konusunu felsefesinin önemli bir noktasına yerleştirir. Bu yüzden, içeri giren de benimle birlikte-varolan bir varoluş olduğundan, karanlıktan korkan, içeri giren üzerinden yine kendi adına bir korkuya kapılır. İçeri girenin artık kendi yanında olamayacağından da korkar.

    Heidegger, korkuyu “aklımızı kaybettirecek” [kopflos][3] kadar güçlü bir duygu olarak tarif eder. Hatta korkuyu ve onun daha ötesine geçen kaygıyı insan varoluşunun ontolojik yapısını belirleyen bir ruh durumu olduğunu düşünecek kadar ileri gider. Korku sahiden, Heidegger’in belirttiği kadar insanın aklını başından alan bir duygudur. Depremden önce tedbir almak ve tatbikat yapmak, deprem anında ve sonrasında aklı başında tavırlar sergilemek için yeterli gibi görünse de işler gerçekte böyle gelişmez. Deprem anında insanlar başlarına geleni bilmelerine rağmen şaşkınlık ve panik içinde olmadık şeyler yapar: Malını korumaya çalışır, incecik bir masaya sığınır veya (en kötüsü) camdan atlar. Önceki tedbirlerden eser yoktur. Heidegger’e göre korku, insanı bulunduğu noktadan çıkarabilir, yani insanı farklılaştırabilir. Bu da insanın, bulunduğundan başka olanaklara fütursuzca savrulmasına yol açar.[4] İnsan böyle durumlarda aklı başında birinin yapmayacağı şeyleri yapar. Bu yolun sonu, olumlu veya olumsuz pek çok olanağa açılabilir. İnsan korku sayesinde karşı koyamayacağı bir gücün önüne dikilerek bir kahramanlığa imza atabilir. Kendi veya başka birinin canını kurtarabilir. Yahut korku yüzünden, ayağa kalksa beline bile ulaşmayacak kadar sığ suda boğulabilir. Ancak, benzer bir yaklaşımı başka duygular üzerinden de geliştirmek mümkündür. Nitekim sevgi duygusu da insanın aklını başından alır ve seven kişi, normal yaşamında hiç yapmayacağı şeyleri yapan birine dönüşebilir. Bununla birlikte korkunun, diğer duygulardan farklı olan, başka güçleri de vardır. Çağdaş felsefede korkunun bu kadar mesele edinilmesi belki de bu yüzdendir. Bu güç, korku aracılığıyla otoriteyi elde tutma gücüdür.

    Platon’dan günümüze kadar devlet düşüncesi, dozu yönetici tarafından belirlenen bazı korkuların etrafında şekillendirilmiştir. Batı felsefesinin en eski iktidar-korku şemalarından birine, yani Platon’un Devlet’indeki Fenike mitosu olarak bilinen bir yalana, yani “soylu yalan”a[5] bakalım. Buna göre, yöneticiler önce sitedeki yurttaşlara bugüne kadarki tüm yaşamlarının rüya olduğunu söyler, ardından asıl gerçeğin tüm yurttaşların ve mallarının toprak altında yetişip dünyaya getirildiğini anlatır. Böylece onlar toprak analarını savunmak zorunda hisseder ve her yurttaş diğerleriyle kardeş olduğuna ikna olursa, o zaman kimse yurduna ve aynı yurdu paylaştığı kişilere ihanet etmez. Toprak ananın, onları farklı fıtratlarda dünyaya getirdiğini bildikleri için de kendi aralarında bir çekişme olmaz. Sadece siteye dışarıdan bir tehdit gelirse, o zaman asker olan yurttaşlar savunma için silah kullanır. Böylece yurttaşlar, sitede birlik içinde yaşayıp giderler. Herkes fedakârlık edecek, böylece kimse tehlikelerden korkmayacak. Aksi takdirde yurttaşlar, kendi evlerinde bile hem kendi canı, malı hem de sitenin bekasını düşündükçe korkudan kurtulamaz.[6] Islah edilmemiş bu korku da yarardan çok zarara yol açar.

    Masalın hedefi, yurttaşı yönetim biçimine ikna etmektir. Ortada bir gerçeklik yoktur, sadece bir yalan vardır. Bu yalana, yanılsama veya (The Matrix’teki) simülasyon adı verilebilir. Bundan önce bilinen her şey bir rüyadır, şimdi herkes uyanacak ve “gerçek” gerçekliğin başladığına ikna olacaktır. Bu gerçeklikte yönetici, her şeyi idare edecektir. Yönetilen de bunu normal veya “gerçek” kabul edecektir. Devlet, yöneticinin kritik bir veçhesini gösterir: Yurttaşları bir arada yaşatmak ve yurdu korumak, onları bir yalana ikna etmekten geçer. Böylece yurttaş korkar, aklı başından gittiği için şaşkına döner ve manipüle edilmesi kolaylaşır. Aynı zamanda yurttaş korkusunu gevşetir, çünkü artık korkularını yöneticinin hâlledeceği sanısına kapılır, hatta korkularından kurtulur ve korkudan azade bir şekilde sonsuza kadar işlerini yapmaya devam eder.[7] Yöneticinin başka bir veçhesi daha vardır. Hobbes’tan beri daha iyi bilinen bir veçhe şöyledir: Yurttaşları korkut, yoksa onlarla başa çıkamazsın. Yönetici, (yasanın olmadığı durumda) yurttaşların kendi aralarında çatışacaklarına ikna ederse ve yasalar tarafından cezalandırılacakları korkusunu hissettirirse, denetimi tamamen ele geçirmiş olur.[8]

    Otorite böylece hem kendi iktidarını sürdürebilmek hem de yurdun bekasını sağlamak adına korku duygusunu sömürerek, bu duyguyu bir manipülasyon unsuruna dönüştürür. Patočka’nın da belirttiği gibi, “İnsan, ölüm ve korku ile hayata zincirlenmiştir; bu yüzden son derece manipüle edilebilir bir varlıktır.”[9] Bu nedenle yönetilen (manipüle edilmeyi dahi göze alarak) korkuyu da korkmamayı da yönetene devreder. Bundan başka şansı da yoktur. Peki, bu noktadan sonra ne olur? Korkularını devredenlerin, ölüm korkusu dışında, otorite ve yasa dışında korkacakları bir şey kalır mı? Nasıl olsa tüm yetkiyi elinde tutan otorite herkesi tehlikelerden korur, kameralarla her şeyi görür, yasayla her kötülüğe cezasını verir. Bu durumda insan, korkularından arınmış bir varoluş olarak, nasıl var olabilir? Korkma duygusu olmayan insan, yaşamda kalmasını sağlayacak motivasyonu nasıl ve nereden bulabilir?

    Korkulardan arınmış olmak, insanın buradaki boşluğun yerine yeni korkular bulma arzusunu tetikleyebilir. Meşhur horror vacui [boşluk korkusu] etkisini kısa sürede gösterebilir. İnsan önce korku duygusunu hatırlatacak filmlerle, oyunlarla, hatta korku evleriyle bu eksikliği gidermeye çalışır, ama bunların etkisi geçicidir. Bundan sonra çağdaş insan, yeni korkular türetmeye başlar. Gerçek dünyayla ilgili pek çok yeni korku ortaya çıkar. İnsanlar hastalıklar, iklim değişikliği, yalnızlık, nükleer savaş, dijital tehditler, virüsler, meteorlar, hatta uzaylılar hakkında korkularla yaşamaya başlar. Bunların hepsi yine ölüm korkusuna indirgenebilecek korkulardır. Bunun yanında dijital korkular, ölüm korkusuyla doğrudan ilişkilendirilemez gibi görünür. Bu korkuların başında gelenlerden birine, yani sosyal medyayla ortaya çıkan FOMO’ya[10] [olup bitenleri kaçıracağım korkusuna] bakalım. Bu korkunun tuzağına düşmek çok kolaydır, ama onu aşmak da çok kolaydır. Nitekim anlık olarak değişen içeriklere erişildiği anda, FOMO bir süreliğine kaybolur. Ancak, bu korkuyu aşmak süreklilik ister. Bu süreklilik, insanın uyanık olduğu tüm süreyi işgal eder. Her an dijital araçlarla sosyal medyaya erişme ihtiyacı, insanın başka hiçbir şey yapamamasına neden olur. Kaçırılan içeriklerin geçiciliği, nihayetinde kişide bir tatmin duygusu da yaratmaz, çünkü kimsenin hayatı boyunca böyle büyük bir veriyi takip edebilecek kadar vakti yoktur. FOMO sadece kişiden kişiye kurulan bir tuzak değildir. Aynı zamanda kaçırılan tüm içeriklerin paylaşılmasında ve takip edilmesinde arka planda işleyen bir tehlike daha vardır. Bu da şirketlerin paylaştığı reklamlara maruz kalma ve hem şirketlerin hem de devlet yöneticilerinin kullanıcıları takip etme tehlikesidir. Otorite, kişilerin verilerini sürekli toplar.[11] Sonuçta kullanıcılar için yeni bir korku türer: Şahsi bilgilerin ifşa olması korkusu.

    Bu durumda, her kullanıcı bir yandan verileri kaçırma korkusunu aşmaya çalışarak, verileri takip eder; diğer yandan, şahsi verilerini başkalarına (okumadan devrettiği haklarla) gönüllü olarak teslim ederek, kendisi hakkında bilgi toplanmasına izin vermiş olur. Dijital kimliğini hayatta tutarak, gerçek hayattaki varoluşunu tehlikeye atar. Kaybetmekten korktuğu yaşam süresini, sanal ortamda tüketmekten geri durmaz. Gerçek hayatta en yakınlarından bile sakladığı mahrem detayları, tanımadığı ve iyi niyetinden emin olamadığı kişilerle paylaşmaktan çekinmez. Otorite ise her geçen gün sanal olanın hâkimiyetini ve pozisyonunu güçlendirir, bu yeni soylu yalanı pekiştirmek için elinden geleni yapar. Jean-Pierre Dupuy’nin “Geleneksel toplumların mitleri, istikrarlarını, gerçeklik ile onun hakkında söyledikleri arasındaki uçurumu gizleme yeteneklerine borçludur,”[12] ifadesinde belirttiği gibi, günümüzde de otorite, gerçeklik ile sanal arasındaki uçurumu örtmek için müthiş bir gayret içindedir. Böylece insanın korku duygusu, iktidarın elinde rahatlıkla bir ikna ve denetim aracına dönüşebilir.

    Yukarıda sıralanan çağdaş korkuların hepsi, aslında birer ikna ve denetim aracına dönüşmüş durumdadır. Bir yaşam boyunca başına gelebileceğinden çok daha fazla nedenden korkan insanın, artık gerçek anlamda korku duygusunu yaşadığını söylemek güçtür. Çağdaş insan, korkulardan dehşete düşmüş, onlarla kuşatılmış durumdadır. Afallamış ve sürekli-korku-durumunda kalamayacak insanın, gerçek anlamda korku duygusunu yaşayamadığını da söylemek mümkündür. Peki, tüm korkuları devretmiş olma veya tüm bu yeni korkularla kuşatılmış olma durumunun üstesinden nasıl gelebiliriz? Bunun basit bir reçetesi olmasa da başlangıç için bir şeyler yapmak gerekir. Korkuyu devrettiğimizde rahatladığımız kadar, yeni korkular bulmadan da rahat edemiyoruz. O hâlde, gerçekten korkacağımız bir korku bulmayı umut edeceğiz. Bunun için, hayatımızda gerçekten değerli olanı bulmak gerekir. Şöyle bir sorunun peşinden gidilebilir: “Yitirmekten korkacağım kadar benim için değerli olan şey nedir?” Yaşam dışında yitirmekten korkulan şey, yani değerli olan şey zamansa, zamanı harcamanın değil, onu kazanmanın yollarını aramak gerekir. Yitirmekten korkulan şey doğa ise, doğanın tehlikede olduğu konusunda dehşete kapılmak yerine, onu elde tutmaya bakmak ve doğayla ilgili sorunların sadece kendimizin değil, gezegendeki herkesin sorumluluğu olduğunu hatırlamak gerekir. Belirli korkuları makul yoğunluklarla hissedebilmek, korkusuz olmaktan veya korkularla kuşatılmış olmaktan daha iyi bir tercih gibi görünüyor. Bu nedenle gerçek korku duygusunu hissedebilmeyi umut etmek ve bunun için uğraşmak, kulağa ilk başta tuhaf gelmekle birlikte, çözüm yollarından biri olabilir. Çağdaş insanın durmak bilmeyen koşturmacasının ve her şeye saçılmış olan zihninin, onu bir tür değer körlüğüne ittiği ortadadır. İnsanın vazgeçemeyeceği bir değeri görmesi bile, artık büyük bir mesele hâline gelmiş durumdadır. Böyle bir değer yitirdiğinde veya yitirmek üzereyken görülürse, iş işten geçmiş olacaktır. Değerli olana özen göstermek adına anlamlı bir korku duygusu yaşamamak, korkudan daha hoyrat olan özlem duygusuyla insanı baş başa bırakır.

     

    * Dr. Anadolu Üniversitesi.

    [1] René Descartes, Ruhun Tutkuları, çeviren Murat Erşen, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2020, s. 47, 113.

    [2] Michel de Montaigne, “De la peur”, Essais: Livre Premier içinde, Paris : Gallimard, 1965, 135.

    [3] Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, çeviren Kaan H. Ökten, İstanbul: Alfa Yayınları, 2021, 141 [Almanca sayfa numarası].

    [4] Age., 342.

    [5] “Soylu yalan,” Platon yorumcuları tarafından içeriği kadar çevirisi de tartışmalı bir kavramdır. Devlet’in bazı çevirmenleri ve yorumcuları tarafından farklı dillere “tek/büyük yalan,” “yararlı yalan” veya “kullanışlı aldatmaca” olarak tercüme edilse de Yunanca gennaios sözcüğüne ve Fenike mitosunda aktarılan ırklara dair otokton anlatı göz önüne alındığında, soyla ilişki anlamında “soylu” tercümesi daha uygun görünmektedir. Son dönem titiz Devlet çevirilerinden biri olan Georges Leroux’nun çevirisinde de kavram, bu “soylu” anlamı korunarak (la noblesse d’un certain mensonge şeklinde) kullanılmıştır. Bakınız, Platon, La République, Paris: Flammarion, 2002, 414b.

    [6] Platon, Devlet, 414c-417b.

    [7] Platon’un teorisini çizdiği devletteki temel motivasyon eğitim (paideia) olduğu için, burada iktidara cahilce veya edilgin bir teslimiyetten fazlası olduğu belirtilmelidir. Devlet’te korku kavramının anlaşılması için heyecan yoluyla atılgan olma (to thymoeides) kavramının etraflıca incelenmesi gerekir.

    [8] Thomas Hobbes, Leviathan, çeviren Semih Lim, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları,2018, 109.

    [9] Jan Patočka, “Les guerres du XXe siècle et le XXe siècle en tant que guerre”, Essais hérétiques sur la philosophie de l’histoire içinde, çeviren Erika Abrams, Lagrasse : Verdier, 170.

    [10] Fear of missing out.

    [11] Bu konu kapsamlı olarak Emre Şan’ın Sabah Ülkesi’ndeki “Dikkat Ekonomisi ve İkna Teknolojileri” başlıklı yazısında incelenmiştir. Bakınız: https://www.sabahulkesi.com/2024/04/01/dikkat-ekonomisi-ve-ikna-teknolojileri/

    [12] Jean-Pierre Dupuy, Pour un catastrophisme éclairé : Quand l’impossible est certain, Paris : Seuil, 2002, 47.