“BAŞKA” EKSENİNDE ADALET VE AHLAK
Asım Cüneyd Köksal*
“Ahlaki tecrübede ‘başka’ kavramının hayati bir yeri vardır. Hatta ‘başka’nın bulunmadığı bir zeminde ahlaktan bahsedemeyiz. Kendi içine kapanmış bir bilinçte ahlak tecrübesi ortaya çıkmayacaktır. Başkası söz konusu olduğunda ‘benim’ (kendinin bilincinde olan özne/süje) gibi hisseden, benim gibi ihtiyaçları olan başka bilinçli varlıklardan bahsediyor oluruz.” Bir önceki yazımız böyle başlıyor ve başka ile ahlaki bir münasebet tesis edebilmek için öncelikle onu bilmenin imkânlarını araştırıyordu. Bilinç sahibi öznenin kendisi dışındaki varlıkları algılaması, onlara dair bir tasavvur geliştirmesi, öncelikle kendilik bilincini inşa ve tahkim eder, bununla irtibatlı olarak da eylemlerinin ahlaki ilkesini verir.
Yaratılmışlar düzleminde iki şeyin başka olduğundan bahsedebilmek için bu iki şeyin en azından bir yönden farklı, bir yönden de özdeş olmaları gerekir. Mesela iki dostun, dostluklarının tahakkuk ettiği zeminde bir tür özdeşliği bulunur. Bir insan ile onun sahip olduğu bir hayvan, mahiyetleri bakımından farklı olsalar da canlı olmak bakımından bir ortak kümenin üyeleridir. Bu ortaklık en genel manada yaratılmış olarak varoluşta ortak olmaya kadar genişleyebilir. Bilgi düzleminde ise bilen ile bilinen şeklinde vaz edilen iki başka arasında hakiki veya itibari bir başkalık olmalı (zira her bakımdan aynı olan “şeyler” aslında tek bir şeyden ibarettir) ve bilenle bilinen nesne arasında bir tüm münasebet bulunmalıdır (aralarında bilen özne ile hiçbir türden münasebet bulunmayan bir nesne bilinemez). Bir şeye ilişkin farkındalık yalnız farkında olan özneyi değil, farkında olunan nesneyi de inşa eder: İnsan bir şeyleri bildiği, onların farkına vardığı ölçüde sürekli yeniden inşa edilen bir varlıktır. Bilinen nesneler de özne tarafından bilinip farkına varıldığı ölçüde öznenin anlam dünyasında yer edinir ve buna göre yeniden tanımlanıp anlam ve isim kazanır (adaletin bir boyutu isimlendirme aşamasında ortaya çıkar, zira zulümlerin bir kısmı, bir şeyi hak etmediği şekilde isimlendirmektir). İnsanın -tıpkı diğer mümkün varlıkların da olduğu gibi- asli anlamı muhtaçlıktır. Başka ile olan münasebetlerinde muhtaçlığın muhtelif tezahürlerine aşinalık kesbeder, bilgi ve eylem alanlarında insan kendisini, başkalarıyla münasebetlerinde gerçekleştirir. Her şeyden önce insan kendisini tanımak için başkasına muhtaçtır; kendimizi başkasının aynasında tanır, başkasının bize bakışında kendimizle yüzleşiriz. Ayrıca her türlü sahici ahlak tasavvurunda, karşıdakinin aslında bizim bir parçamız olduğu, “ben” ile “sen”in sözün hakiki anlamında birbirinden ayrıştırılmasının imkânsız olduğu bilinci vardır. “Ben”in kurucu unsurlarının en önemlilerinden birisi “ben olmayan”dır: Bu ben olmayan derece derece, en yakın aile çevresinden komşu ve dostlara, mahalle, şehir ve ülke halkına, ortak inanç ve kültürün paylaşıldığı bütün insanlara ve nihayetinde tüm insanlığa kadar uzanır. Birbirimize karşı sorumlu oluşumuzun zemini buradadır.[1]
İnsanın yaratıcısı karşısındaki konumunda bu muhtaçlık hâli mutlaklaşır ve özel bir isim alır: Fakr. Fakr kavramı, insanın Allah karşısındaki konumunu ifade eden hususi terimdir. İlkten varlığa gelişinde olduğu gibi varlığını anbean sürdürüşünde ve hayatının her aşamasında potansiyel vasıflarını kuvveden fiile geçirerek kemâle doğru yürüyüşünde daima O’na iftikar hâlindedir. Bu fakr hâli insanlar arasındaki zatî (ontolojik) eşitlik ile ahlakın da kaynağıdır, zira güzel ahlakın kökeninde herkesin aynı Rabbin eseri ve kulu olması bakımından eşit olduğu, herkeste aynı insanlık kıymetinin tecelli ettiği anlayışı yatar. Her insanda ilahi nefha vardır, insan Rahman’ın binasıdır. Bu bakımdan her insan, salt insan olmasından dolayı saygıya değerdir. Başkasına ihtimam ve hürmet etmeyen kişi, kâmil insanlık olan Müslümanlık bir tarafa, henüz daha insanlığını tahkim edememiş demektir.[2]
“Adalet” kavramı geniş ve bütüncül (yani otantik) anlamda alındığı, bireylerin erişim alanının dışına itilip ya siyasi iktidarın ekonomiye müdahale kapasitesine, ya da modern hukukun bürokratik ve kurumsal mekanizmasına havale edilmediği takdirde, “başka” ve “ahlak” kavramlarının tam merkezine oturur. Hayatın bütününe sirayet eden ve en üstün erdem olarak ahlakın tam merkezinde yer alan anlamı, objektif ve sübjektif adaletin birleştirici ve kurucu ilkesi sayılabilir. Bu geniş anlamdaki adalette kişi kendine karşı da adil ve zalim olabilir. Fakat “insanlar arasındaki bir münasebetin vasfı olarak beliren” objektif adalet, bu geniş anlamdaki adaletle yakından ilişkili olmakla beraber, formel yapıların gerektirdiği somutluk ve objektiflik özelliğine sahiptir.
Bu noktayı felsefî açıdan temellendirmek için adalet ve hayr idelerine “başka” (Lat. “alteritas,” Fr. alterité; İng. alterity) kavramı zaviyesinden bakabiliriz. Adaletin zemininde, öznenin diğer özneleri tıpkı kendisi gibi idrak etmesi yatar. İnsanın kendini bir özne, kendi dışındaki her şeyi ise nesne olarak idrak ettiği bir safha vardır. Fakat bu iptidai safhayı geçer geçmez, kendiyle ötekileri özneler arası ilişki biçiminde kavraması gerekir. Hukuk filozofu Del Vecchio bu tasavvurun kendilik bilincimizde içkin ve tecrübe öncesi a priori bir tasavvur olduğunu söyler. Buna göre özne, başkalarını da özne olarak ve kendisini yalnız özne değil, başkalarının tecrübesinin nesnesi olarak da vaz eder. Nasıl ki zihnimizin dışındaki dünyanın varlığına dair inancımız dolaysız, kesin ve sağlam, duyularımızın tecrübesini aşkın (tek tek nesneler gözlemlememize ihtiyaç duymayan), ruhumuzun içsel bir zorunluluğundan kaynaklanan bir şey ise, başka öznelerin varlığına inancımız da tamamen aynı niteliklere sahiptir. (Aslında Del Vecchio’nun hızlı geçtiği bu nokta, felsefenin en zorlu ve aynı zamanda en tartışmalı meselelerinden birisidir. Bu noktayı “‘Başka’yı Bilmek” başlıklı yazımızda, Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın yazdıklarından hareketle, “vücud ve vicdan arasındaki hak nispeti” formülüyle açıklamıştık:
“Yakinî nitelikli her önermenin temelinde kendilik bilinci, benim ben olduğumun idraki yatmaktadır. Burada vicdanımız kendisiyle intibak eder, yani vicdanımızın nesnesi yine kendisidir. Fakat (cogito felsefelerinin aksine) bilginin başlangıç noktası yahut nihai zemini bu idrak değildir. Kendisine yönelen, kendilik bilincini tasdik eden her vicdanın doğruluk kıstası, kesin nitelikli her önermenin kefili olan Hakk’ın (yani başkasının itibarından bağımsız kendinde varlığın; hem gerçekliğin hem doğruluğun hem de adaletin kaynağı olarak Cenab-ı Hakk’ın) zorunlu tasdik ve şehadetidir. Bu tasdik ve şehadet her türlü kesin bilgiye eşlik ettiği gibi bu bilgileri önceler ve sonralar.” Dolayısıyla “benlik şuuru da, hariçteki varlıklara yönelik şuur da önce Cenab-ı Hakk’ın kendi varlığına şehadeti; sonra tüm zaman ve mekânları kuşatan varlığı ve bizim (irade ve ihtiyarımızdan bağımsız olarak) O’na olan izafetimizle birlikte, Hakk’ın hem benim kendime şuurumun hem de zihnimin haricine yönelik idrakimin doğruluğuna şehadetiyle mümkün ve vaki olmaktadır.”[3]
Del Vecchio’nun anlatımına göre, ruhumuzun gelişim sürecinde kendi özneliğimizi kavrarken, tam da bu kavrayışın ayrılmaz bir unsuru olarak başka öznelerin varlığını zorunlu olarak kavrarız. Özne mesela düşünen ile düşünülen arasındaki gibi bir münasebet söz konusu olduğunda, kendini düşünen olarak kavradığı gibi, bir başkası tarafından düşünülen olarak da kavrar. “Öznellik-ötesi bilinç” denilebilen spesifik bir bilinç formu içerisinde özne kendini, başkalarıyla münasebetinde bir nesne olarak vaz eder ve kendini özneler arasındaki münasebetler ağının bir unsuru olarak kavrar. En derin doğamıza uzanan bu bilinç, ahlakın gerekliliklerinin zemininde yer alır. Bu bilinç yalnız bir düşünce, bir idea değil, aynı zamanda bir duygu, bir seziştir (sentiment). Ancak bu idea ile bu sezişin kökü aynı olup buna “adalet ideası ve sezişi” demek yerindedir. Adalet işte bilincin bu köklü durumunun ismidir.[4]
Buna göre adaletin özü, öznelliğin nesnel olarak vaz edilişinde ve bundan hasıl olan özneler arası koordinasyonda mekân tutar. Bunun çeşitli boyutları vardır:
“Her hukuki belirlemede mevcut olan ‘özneler arasılık’ (inter-subjectivity) veya ‘karşılıklılık’ (bilaterality), yani tasavvur olarak aynı düzleme yerleştirilen ve biri diğerinin bir işlevi imiş gibi temsil edilen birden fazla öznenin eşzamanlı olarak değerlendirilmesidir. ‘Denklik’ (parity) veya başlangıç eşitliği, böyle bir münasebete katılanlar için önceden varsayılır. ‘Mütekabiliyet’ (reciprocity) yahut ayrılmaz karşılıklı bağlılık; bu formdaki bir kişiliğin onaylanmasının, aynı zamanda aynı eylemde zorunlu olarak onaylanan başka bir kişiliğe ilişkin sınırlandırılmasıdır. [Burada söz konusu olan] sınır aynı anda bir ayrılık ve bir birleşmedir; iddia yükümlülükle, üstünlük itaatle gider. Bu terimlerin hiçbiri tek başına var olamaz, her biri diğerinin tamamlayıcısı olarak geçerlidir ve kendi anlamını diğerinden alır.”
Bu daha formel, sınırlı, hukuki anlamıyla adaletin özüdür. Bir kişinin eylemi diğer bir kişinin eylemiyle kesişmediği, ona müdahale etmediği durumlarda, yukarıda ifadesini bulan anlamıyla adaletin standartlarıyla ölçülemez.
Esasında bu teknik anlamdaki adalet, geniş (ahlaki) anlamdaki adaleti dışlamaz, fakat Del Vecchio adalet kavrayışının bu modern daraltılışını savunmakta ve “iyi olanı yapmak” veya “vazifesini yapmak” görevlerinin hakiki anlamıyla adaletin bir ilkesi olmadığını, dolayısıyla kişinin kendine karşı adaletsiz olamayacağını (nefsine zulmedemeyeceğini) söylemektedir. Zira somut adalet problemi, özneler arasındaki karşılıklı iddiaların sınırlandırılması ve kesişmesinden doğar.[5] Dediğimiz gibi, bu adaletin teknik anlamı açısından geçerli ve derinlikli bir yaklaşım olsa da, adaletin geniş kavrayışını dışlaması için bir gerekçe yoktur.
Bahsettiğimiz manada bütüncül adaletin dolgun bir ifadesini, İslam ahlak düşüncesinin köşe taşı eserlerinden olan Mâverdî’nin Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn isimli kitabında buluruz. Mâverdî “kapsayıcı adalet”i (adlün şâmil) kişinin kendinde gerçekleştireceği adalet ile başkalarında gerçekleştireceği adalet olmak üzere temelde iki kısma ayırıyor ve birinci kısım hakkında şöyle diyor:
“1. İnsanın kendinde adaleti gerçekleştirme görevi. Bu, kişinin kendini iyiliklere yöneltip kötülüklerden uzak tutmasıyla, sonra da tutum ve davranışlarında iki aşırı uç, yani haddi aşma (tecavüz/ifrat) ile eksik bırakma (taksir/tefrit) arasındaki en dengeli noktayı gözetmesiyle olur. Çünkü davranışlarda haddi aşma zarar doğurur, eksik bırakma ise zulümdür. Kendine zulmeden, başkasına karşı daha da zalim olur; kendine zarar veren başkalarına karşı daha zararlı olur.”[6]
İnsanların başkalarına karşı adil olma görevi de kendi içinde üç kısımdır:
- Kendinden daha alt konumda bulunanlara karşı adaletli olmak. Başta devlet başkanı olmak üzere bütün yöneticilerin yönettiği kesimler üzerindeki adaleti bu kısma dahil olup bu tür adalet şu dört hususta tezahür eder: i) Onlar hakkında her zaman ve her konuda kolaylık tarafını seçmek, ii) Zorluk ve sıkıntıları ortadan kaldırmak, iii) Elindeki gücü haksız şekilde, hoyratça kullanmaktan çekinmek, iv) Yaşamın her türlü tezahüründe hakka riayet etmek.
- Kendinden daha üst konumda bulunanlara karşı adaletli olmak. Mâverdî halkın yöneticilere karşı tutumunu bu kısımda ele alıyor ve bu tür adaletin üç şekilde olabileceğini dile getiriyor: i) Gönüllü itaat (ihlâsu’t-tâʻa), ii) Geniş yardım (bezlü’n-nusre) iii) Samimi dostluk (sıdku’l-velâ).
“Gönüllü itaat toplumsal çözülmeyi önleyip daha çok birlik ve bütünlük sağlar. Geniş yardım toplumu zaafa düşmekten daha çok korur. Samimi dostluk ise (yönetenle yönetilen arasında) birbirleri hakkında kötü düşüncelerin oluşmasını daha çok önler. Bir kimsede bu üç faziletin üçü birden bulunmazsa o kimse, kendisini himaye konumunda olanlar (devlet yöneticisi, grup lideri) tarafından baskı altında tutulur, kendisini koruyacak olanlardan korunmak zorunda kalır.”
- İnsanın kendi dengi olanlara karşı adaletli olması. Bu tür adaletin de üç şekilde olabileceği görülüyor: i) Diğerlerine karşı üstünlük taslamamak, ii) Yakınlığı istismar etmemek, iii) Eziyet vermemek.
“Diğerlerine karşı üstünlük taslamamak taraflar arasında daha çok uzlaşma ve kaynaşma sağlar. Yakınlığını istismar etmemek aradaki şefkat ve muhabbeti daha çok artırır. Eziyet vermemek ise daha adil ve hakkaniyetli bir ilişki oluşturur. Bu söylenenler eşitler arasında saf ve içtenlikli bir şekilde oluşturulmazsa aralarına hızla düşmanca kopmalar girer ve böylece hem kendileri bozulurlar hem de başkalarını bozarlar.”[7]
Mâverdî’nin tasvir ettiği bu ferdî ve toplumsal hayatın bütün boyutlarına sirayet eden; bireysel ahlakın bütün boyutlarına nüfuz etmekle kalmayıp yönetenler, yönetilenler ve eşitler arası muhtemel her türlü münasebet türlerini kat ederek dünya hayatını sahici hâle getiren her türlü ahlaki-siyasi-toplumsal tezahürü “adalet”in şümulüne dahil eden kapsayıcı adalet anlayışını “bütüncül adalet” olarak niteliyor ve kişinin başkası ile münasebetlerindeki ahlaki zeminin böyle anlaşılan bir adalet olabileceğini düşünüyoruz.
* Prof. Dr., Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.
[1] Bu paragraftaki düşüncelerden bir kısmının kaynağı, Ömer Türker’in “Ahlâkî Tecrübenin İnşasında Başkanın Rolü” başlıklı yazısıdır Bkz. Ömer Türker, “Ahlâkî Tecrübenin İnşasında Başkanın Rolü,” Ahlâk ve Başkası ed, Lütfi Sunar ve Selami Varlık, İstanbul: İlem Kitaplığı, 2017), s. 165-189). Ayrıca bkz. Asım Cüneyd Köksal, “Ahlak Sukut Etmez,” Sabah Ülkesi, 58(2019), s. 32-35.
[2] Bkz. Asım Cüneyd Köksal, “Başkasına Karşı İhtimam, Hürmet ve Sorumluluk,” Diyanet Aylık Dergi, 392 (2023), s. 7-9.
[3] Asım Cüneyd Köksal, “Başkayı Bilmek,” Sabah Ülkesi,81(2024), s. 37.
[4] Del Vecchio, Justice, Ed. A. H. Campbell. New York: The Philosophical Library 1953. s. 77-81. Özneler arasılık kavramı, öznenin kendisini diğer öznelerden biri olarak kavraması meselesi çağdaş felsefede fenomenoloji geleneğinde önemli bir yer tutar; bu geleneğin kurucu ismi Edmund Husserl (ö. 1938) çeşitli yazılarında ve bilhassa Méditations Cartésiennes isimli eserinin beşinci bölümünde bu konuya temas eder. Ancak ötekilik (alterité) kavramını felsefesinin ana teması hâline getiren filozof Emmanuel Levinas’tır (ö. 1995).
[5] Del Vecchio, Justice, Ed. A. H. Campbell. New York: The Philosophical Library 1953. s. 83-84.
[6] Mâverdî, Din ve Dünya Hayatı için Ahlâk Yasaları, çev. Mustafa Çağrıcı, Ankara: TDV Yayınları, 2021, s. 215 (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 227).
[7] Mâverdî, Din ve Dünya Hayatı için Ahlâk Yasaları, 215-216; (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 227-229).