BATI ORTA ÇAĞI’NDA TERCÜME HAREKETLERİ VE PARADİGMA DEĞİŞİMİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Selman Dilek

    Batı Medeniyetinin temellerine dair tartışma ile başladığım bir önceki yazıda, iddiaların ne kadar tutarsızlaşabildiğini Ramon Llull üzerinden yorumlamaya çalıştım. Sadece Batı’da değil, genel olarak kültürlerin gelişiminde farklı yorumlara müsait bir tarihsel arka plan mevcut. İçerisinde bulunulan politik ve sosyal psikoloji, tarihle nasıl bir irtibat kuracağımızı belirliyor. Eğer İslam ve Batı ayrıştırılacaksa Haçlı Seferleri gibi çatışma süreçlerine geri gidiliyor; aksine eğer buluşturulacaksa Endülüs tecrübesi hatıra getiriliyor. Dolayısıyla önce “Hangi Batı?” ve “Hangi tarih?” sorularına cevap aramak gerekmekte.

    Günümüzde hâkim tanımlar, çatışma süreçlerinde kökleşmiş olan kimlik farklılaşmalarına ve hatta ötekileştirmelere dayanmakta (bu saikle bir önceki yazıda “ideoloji” ifadesini tercih ettim). Hâlbuki 60’lardan sonra bilimsel çalışmaların ortaya koyduğu geniş yelpaze, birçok ezberi yeniden düşünmeye sevk etti. Tarihî mirasın nasıl yorumlanacağının, bizim ona nereden ve nasıl baktığımızla doğrudan ilişkili olduğunu biliyoruz. Öyleyse bugün İslam ve Batı uyumu üzerinden tarihi okumaya yöneldiğimizde yine birçok kaynak ile karşılaşacağımızın farkındayız. Fakat uyum arayışları, İslam ve Batı karşıtlığı üzerine ileri sürülen tezlerdeki ideolojik çerçevenin yahut zoraki temellendirmelerin benzer tutarsızlığına yakalanmaması gerekir. Bu nedenle mümkün oldukça bilimsel araştırmaların hassas verilerini dikkate almak ve tarihi kurgulamak yerine, olabildiğince gerçekliğini kavrayıp, mevcut duruma yönelik perspektifler geliştirmeliyiz.

    Bu yazıda yine etkileşim üzerinden hareket edeceğim ve Batı düşünce ve kültür tarihinin en önemli safhalarından birisi olan Arapçadan Latinceye tercüme hareketlerini yorumlayacağım. Fakat öncesinde İslam’ı Batı tarihi ile ilişkilendirirken, onu uyum yahut karşıtlık üzerinden konumlandırmanın acele çıkarımlarından kaçınılması gerekliliğini yeniden vurgulamak isterim. Bununla birlikte Batı tarihinin hemen her safhasında -ister bir entelektüel tartışma ister kültürel alımlama yahut siyasal karşıtlık olsun- İslam’ın süreçlerin parçası olduğu iddia edilirken, benzer tutumu İslam tarihi için de düşünebiliyor olmak gerekir. Batı medeniyet tarihinde Müslümanların doğrudan yahut dolaylı etkisinin yadsınamaz olduğunu vurguluyoruz; benzer bir durum Yunanca ve diğer dillerden Arapçaya yapılan tercümeler üzerinden, Antik mirası veya bizzat süreçlere katılan Yahudi ve Hristiyanları da İslam medeniyet tarihinin ayrılmaz bir parçası olarak görebilmek gerekir. Aksi durumda benzer bir hataya düşülür ki, ideolojik ayrışmalar bu dikotomiden kurtulabilmiş değiller. Dolayısıyla tekrar vurgulamam gerekir, başta “Batı” olmak üzere kavramların kapsamı üzerine temelden bir tartışmaya girmek gerekiyor.

     

    Paradigmatik Evreler Tarihi

    Düşünce tarihini yorumlamada Hans Küng’ün paradigmatik evreler yaklaşımını esas alıyorum. Küng’ün okuma biçimi, dinî anlayışların tarihî süreç içerisinde neden değişime uğradığını anlamak ve günümüzde nasıl ele alınması gerektiğini açıklamak üzere gelişmiştir. Küng’e göre “paradigma” bir toplulukta inanç ve değer anlayışları ile tarihsel süreçlerin bir aradalığında oluşan zihniyet modelini ifade eder. Belirli tarih aralıklarında bilimsel gelişimler, siyasal olaylar, kültürel değişimler vb. etkisinde düşünceye yönelişte sorular ve anlayışlar değişir. Bu da kaynakların yeniden yorumlanmasını kaçınılmaz kılar. Örneğin yer-merkezci dünya tasavvurundan güneş-merkezciliğe geçişin neden olduğu etki yalnız astronomide bir gelişme olarak kalmaz; bilginin kaynağı probleminden kurumsal eğitimin içeriğine kadar çok geniş bir sahada dönüşümü beraberinde getirir. Küng, benzeri bir zihniyet değişiminin dinî geleneklerin tarihinde de tecrübe edildiği kanaatindedir. Yani felsefe ve bilimde, siyaset ve toplumda yaşanan değişim, dinî düşüncenin oluşum ve gelişim süreçlerine etki etmiştir. Paradigmatik düşünme sayesinde, tarihteki değişim süreçlerinde dinî devamlılığı sağlayan “öz” ile farklılaşmanın mahiyeti daha iyi anlaşılacak ve asıl günümüzde düşüncenin yaşadığı krize ışık tutulacaktır.

    Modern uygarlığı Aydınlanma ve Aydınlanma’yı Rönesans ile Reform ortaya çıkardığına göre şu soruya cevap aramalıyız: Batı Orta Çağı’nda paradigmatik değişimi harekete geçiren nedir? Bu soruya tek bir perspektiften cevap aramak elbette doğru olmaz: Haçlı Seferlerinden engizisyona, dinî heretizmden üniversiteleşmeye, feodal toplumun çözülüşünden güney şehirlerinin zenginleşmesine kadar, birçok farklı nedene dayanarak açıklama getirmek mümkündür. Fakat asıl düşüncenin seyrini belirleyen nedenlere baktığımızda, Arapçadan Latinceye tercümelerin geniş bir etki alanına sahip olduğunu görüyoruz. Öyle ki, tercümelerle Batı entelektüel dünyasına giren kavram ve tartışmalar Hristiyan teolojisinin yeniden yazımını gerekli kılmıştır.

    Geç Antik Çağ ve erken Orta Çağ’da teolojik sistem, Kilise Babaları ve bilhassa Augustinus tarafından geliştirildi. Bununla birlikte geç Orta Çağ ile Yeni Çağ’ın teolojik çerçevesini üniversite ve manastır alimleri ve özellikle Thomas Aquinas belirledi. Augustinus, pagan kültürler ile monoteist gelenek arasında hakikate dair bilginin kesinliği üzerine yoğunlaştı; yani inancın tahkikî bilgisinin imkânını sorguladı. Kendi hayat hikâyesi de farklı inançlar arasında gezindikten sonra “Hristiyani hakikate” ulaşarak son buldu; inanç arayışı dualist evren tasavvurundan skeptik bilgi anlayışlarına kadar farklı evrelerden geçti ve insanın kendisinde içkin kesin bilgiye erişimle nihayet buldu. Yine Augustinus çağında Yeni Platonculuk felsefi tartışmaları belirlediğinden -sudur ve teslis birlikteliğinde görüldüğü üzere- felsefe ile din arasında bir uyum arayışına girişti.

    Thomas’ın çağına gelindiğinde ise gündem neredeyse birçok açıdan değişmiştir. Örneğin Thomas, Tanrının varlığını ispat konusuna girmek zorunda kalmıştır. Varlık ve mahiyet kavramları üzerinden temel dogmatiği yeniden kaleme almak durumundadır. Varlık meselesinin teolojiye dahil edilmesi ve tanrısal varlığın ispatı konusu merkezi bir konuma sahiptir. Yeni Platoncu felsefenin Aristotelesçi şerhleri ve karşıt itirazlar çerçevesinde yaratılış ve sudur tezleri arasındaki ortaklıklar ve ayrışmaları ele almıştır. Bu konuların hemen hepsi tercümeler ile ortaya çıkan tartışmaların gölgesinde gelişti. Özellikle Thomas’ın yoğunlaştığı iki sorun İbn Sinacı felsefi meselelerin Latinceye taşınmasından kaynaklanır: Birlik ve çokluk arasındaki ilişki ile İlahi isimler ve mahlukattaki sıfatlar arasındaki nispetlerin nasıl kurulacağı sorusu. Mutlak ve mümkün varlık arasındaki farklılara dair tezler, zaman ve ezelilik tartışmasını Thomas’ın ana gündemi hâline getirmiştir. Bu da onun Paris İbn Rüşdçülüğü ile girdiği hesaplaşmanın devamı niteliğindedir.

    Küng’ün işaret etiği üzere, daha ziyade apoloji üzerine kurulu antik dönem Hristiyan düşüncesi ile Orta Çağ teolojik sistemlerine geçişte bir paradigma dönüşümü yaşandı. Hristiyan inanç ilkelerinin yeniden açıklanması ihtiyacı, belirli felsefe-bilim sorunlarının Batı dünyasına girmesiyle ortaya çıktı. Tercümelerin getirdiği yeni soru ve konular aktüalitesini neredeyse Aydınlanma’ya kadar korumuştur. Thomas’ın İbn Sina’dan aldığı varlığa dair kavramsallaştırmalar ve İbn Rüşd’den aktarılan ezelîlik tartışmalarının, Kant’ta yeniden ele alındığını hatırda tutmak gerekir. Dolayısıyla hem paradigmatik evrenin Orta Çağ ile başlaması hem de Aydınlanma ile değişiminin arkasında tercüme hareketlerinin etkisini görmek gerekir.

     

    Arapça Tercümelerin Yeni Dünyası

    Batıda spekülatif teolojinin gelişimi Arapçadan tercümelerin gölgesinde gelişti. 19. ve 20. yüzyıllarda felsefe tarihi yazımı Arapçanın aktarıcı rolünü vurgulamakla yetindi. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren doğrudan kaynak metinlere yoğunlaşan çalışmalar, bir taraftan İslam felsefesinin farklılaşan özgün yönlerini tespit edebildi, diğer taraftan tercümelerin neden olduğu ayrışmalara dikkat çekti. Böylece ne Arapça ne de tercümelerin oluşturduğu literatürün antik mirasın kopyası olmadığı ortaya çıktı. Nitekim düşüncenin akışı çağının meselelerinden bağımsız değildir. Bu bakımdan felsefi kavrama dair soru aynı kalsa da, onun idrak ve yorumlama biçimleri, içerisinde bulunduğu zamanın şartlarına doğru evrilir. Bu da kaçınılmaz olarak düşünürü farklılaştırır. Şerhlere de aynı zaviyeden bakmak mümkündür.

    Karl Jaspers düşünce tarihinde temel meselelerin milattan önce 6. yüzyılla başlayan Eksen Çağı’ndan itibaren değişmediğini iddia eder. Problemler ve çözümünde başvurulan kavramsal açıklamalar ekseninde bakıldığında bu yaklaşımdan kaçamayız. Öyleyse paradigma değişimi nerede yaşanmıştır? Değişim, Antik Yunan’da Doğu dünyasından aktarılan sorulara sistemli cevaplar getirilmesi ile gelişen felsefi yazımın, Orta Çağ’a geçişte içerisinde bulunduğu şartlara göre yeniden şekillenmesi ve böylece cevapların da yeniden geliştirilmesinden ibarettir. Bu bakımdan gök kubbenin altında yeni bir kavram yoktur, fakat kavramın dile geldiği yerin bağlamına göre farklılaşan içerikleri mevcuttur. Örneğin “sudur”a dair Plotinus, Augustinus ve Thomas’ta açıklamanın tarihine baktığımızda değişen içeriği fark etmemek mümkün değildir. Augustinus için “sudur” tartışması İlahi zat bağlamında cevaplanırken, Thomas varlık kavramı etrafında birlik-çokluk ilişkisi bakımından tartışmak durumundadır.

    Aydınlanma’da da benzer bir durum söz konusudur. Kant’ın hem kavramları hem de tartıştığı meseleler Hristiyan teolojisinden miras alınmıştır. Modern felsefenin en önemli probleminin özgürlük olması bazen tarihçileri yanıltabilmektedir. Hâlbuki özgürlük meselesi, insan iradesi üzerine geniş bir teolojik birikimin, yeni yüzyılın şartlarına göre yeniden ele alınması, yani paradigmatik değişimidir.  Hatta getirilen çözümler de büyük ölçüde geçmişin kavramsal mirası gölgesinde gelişmektedir.

    Arapça tercümelerle gelişen paradigma değişimini, eldeki eserler bakımından da gözlemlemek mümkündür. Tercümelerden önce, Hristiyan düşünür için Antik felsefe sadece Platon ve onun geç Roma çağındaki yorumlarından ibaretti. Bilhassa Cicero ve Seneca başta olmak üzere Roma’nın Latin yazarları vesilesiyle felsefeye dair bir birikim söz konusuydu. Aristoteles’e dair bilinenler, kitaplarından belirli bölümlerden ibaretti: Nikomekos’a Etik, İkinci Analitikler, Fizik, Ruh Üzerine ve Metafizik’ten birkaç bölümün tercümesi mevcuttu. Mantığa dair Boethius’un metni ders kitabı olarak okutulmaktaydı ve o da Aristoteles mantığının bir kısmından (tasavvurdan) ibarettir.

    Arapçadan çeviriler öncelikle Aristoteles üzerine Yeni Platoncu şerhleri içermekteydi: Ammonius, John Philoponus, Alexander of Aphrodisias. Devamında Kindî ve Fârâbî’nin bir kısım eseri Toledo’da çevrildi. İbn Rüşd başta sadece Aristoteles yorumları çerçevesinde tanınıyordu, ta ki 1328 yılında Calonymos ben Calonymos Tehâfütü’t-Tehâfüt’ü çevirene kadar. Daha sonrasında hızlı bir şekilde İbn Rüşd Latinceye aktarılmaya başlandı. Gazzâlî, Batı Orta Çağı’nda sadece Makasıd eseriyle bir filozof olarak tanınmaktadır. İbn Meymun’un Rehber’i 1220 yılında Fransa’da çevrilmiştir. Müslümanlarla etkileşim vesilesiyle karşılaşılan devasa literatürün hızlı bir şekilde Hristiyan dünyaya aktarılması ihtiyacı hissedildi.

    Üniversitelerde okutulmaya başlanan materyal de tercümelerin tekrar yazımlarından ibarettir. Bu materyallerin geliştirilmesinde Sicilya ve Toledo tercüme merkezleri başı çekmektedir. Öncelikle 12. yüzyılda Toledo’da başlayan Yeni Platoncu Aristoteles şerhlerinin çevirileri, 13. yüzyılda doğrudan ana metinlerin çevirileri ile devam etmiştir. Michael Scotus, Hermann the German, William of Luna, William of Moerbeke öne çıkan isimler arasındadır. Tercüme çevrelerinde yetişmiş en meşhur çevirmen, skolastiklerin Gundissalinus olarak andıkları Domingo Gonzalez’tir. İbn Sina’nın mantık kısmını çeviren Johannes Hispanus’tan sonra Gundissalinus Şifa’nın diğer bölümlerinin çevirisine katılmıştır. Yine bu bağlamda Kindî çevirileri ile başlayan Gerard of Cremona’yı hatırlamak gerekir. Bir kısım çeviriler kraliyet maiyetinde gerçekleştiği gibi, bir kısım ise doğrudan Kilise yöneticileri tarafından desteklendi.  Örneğin Toledo Başpiskoposu Ramon doğrudan tercümeleri desteklemiştir. Kilise mensuplarının tercümelere dair motivasyonu hâlen tartışma konusudur. Felsefe ve bilim merakı, toplumsal sorunlar, Hristiyan dünyanın iç çekişmeleri gibi birçok neden ileri sürülebilir.

     

    Paradigma Değişiminin Sonuçları

    Tercüme hareketlerinin neden olduğu paradigma değişimi tarihin farklı dönemlerindekine benzer yansımalara sahiptir. Orta Çağ Avrupa’sındaki gelişmeler Abbasi ve Rönesans çağlarındaki tercümelerin sonuçlarına benzemektedir. Hilmi Ziya Ülken’in de işaret ettiği bu ortak çağrışımlar, düşünceden kültüre geniş bir alanda takip edilebilmektedir. Her şeyden önce dinî gelenekler açısından temel yaklaşım, felsefe-bilim mirasının dinî literatüre nasıl aktarılabileceğidir. Bu bir bakıma dinî inancı merkeze alarak felsefi düşüncenin nasıl yorumlanabileceği, diğer taraftan filozofların eserlerinin Müslüman yahut Hristiyanlar tarafından nasıl yeniden yazılabileceğidir. Her ikisi de gerçekleşmiş, yani felsefe teolojiye dönüştürülebilmiştir. Platoncu kozmolojinin nasıl İslamileştirileceği sorusu, İbn Sinacı kozmolojinin nasıl Hristiyanlaştırılacağı sorusu ile devamlılığını korumuştur. Felsefe-bilim mirasının “dinîleştirilmesinin” yanında bir diğer benzer olgu, farklı tonda ortaya çıkan tepkilerdir. Her iki dünyada da felsefi meseleler ilahiyat alimlerini uyum arayışları ile eleştirel tepkiler arasında ikiye bölmüştür.

    Bazı araştırmalar yeni paradigmanın ana çerçevesini İbn Sina çevirilerinin oluşturduğunu göstermektedir. İbn Sina’nın Fizik’i Paris üstatları için doğa bilimlerine yeni bir kapı açtı. Böylece Latin alimleri Yunan mirasını ve daha genel itibariyle bilim tarihini keşfe başladılar. İlk defa Hristiyan düşünürler doğanın saf felsefi açıklaması ile yüzleşti. Arapçadan aktarıma kadar, Hristiyan camiada Augustinusçu doğa görüşü hâkimdi ve doğa ancak bir vasıta olarak ilahiyatla ilişkilendiği derecede bir araştırma konusuydu. Tanrısal etkinin yansıması olması itibariyle “doğa” dinî ilimlerin bir alanı olarak incelenmeye değerdi. Fakat İbn Sina çevirisi ile birlikte ilk defa Orta Çağ düşünürü doğayı “doğa olmaklığı” bakımından incelemeye başladı. Bu bakımdan İbn Sina çevirileri, hâkim paradigmanın değişiminde öncü bir role sahiptir. Nitekim en yaygın ve popüler metinler Şifa’nın farklı bölümlerinden oluşmaktadır.

    Astronomi ve optiğe dair eserlerin çevirisi yanında Latin dünyanın ihtiyaç duyduğu en önemli alan kozmolojidir, zira tercümeler öncesi evrenin “bilimsel” ve metafiziksel bir açıklaması mevcut değildir. İbn Sina okumadan önce kozmolojiye dair sadece Timaeus’un bazı bölümlerine sahiptiler. Yine paradigma değişimini izlemek bakımından kozmoloji yorumları dikkat çekicidir. Çünkü İbn Sina’nın Hristiyani ilkelere uymayan tarafları hem eleştirilere hem de yeniden yorumlama teşebbüslerine yol açmıştır. Bilhassa evrenin ezeliliği ve saf akıllar teorisini bir kısım düşünür Hristiyanlaştırmaya ve bir kısmı da eleştirmeye yönelmiştir. İbn Sina ile Hristiyanlık arası uyum arayışlarının yansıması olarak Gundissalinus önemli bir örnektir. İbn Sina kökenli tartışmalar ekseninde açıklamalar üzerinden yeni bir teolojik sistemin kurulması bakımından da Thomas dikkat çekicidir.

    Böylece Müslüman filozofların iddialarının nasıl Hristiyanlaştırılacağı yüksek Orta Çağ’ın ana sorusu hâline gelmiştir. Bu girişimi başarısız gören ve dine zarar verdiğini düşünen bazı Kilise otoriteleri, kitapların yasaklanması yahut hocaların sürgün edilmesi gibi tedbirlere başvurdular. Ramon Llull’un organizesinde yer aldığı Vienne Konsili üniversitelerden felsefi literatürün tasfiyesini karar aldı. 13. yüzyılın meşhur yasakları, tercümelerin oluşturduğu entelektüel dünyanın kontrol edilememesi üzerine tepki olarak gelişti. Paris Üniversitesi filozoflar ve ilahiyatçılar arasında çatışmanın merkezi hâline geldi. 13. yüzyılın ortasında Paris Sanatlar Fakültesinde “Latin İbn Rüşdçülüğü” olarak anılan bir düşünce hareketi ortaya çıktı. Umberto Eco’nun Gülün Adı’nda sahnelendiği üzere, Aristoteles’in metinlerinin ve şerhlerinin okutulması yasaklandı, daha doğrusu manastırların gizli bölmelerine, çatı katlarına taşındı.