İNSANIN “BİLGELİK HÂLİ” YA DA ANADOLU İRFANI’NIN SOYKÜTÜĞÜ ÜZERİNE
Selman Bayer
İnsan dünyadaki hâllerinin bir bütünüdür. Bu dünyadaki vazifemiz bütün bu muhtelif hâllerden kâmil bir bütün meydana getirmektir. Bu serüvenimizin en kıymetli ve zor olan kısmı anlam arayışıdır. Doğayı, insanı, hayatı, kendini anlamaya yönelik bu serüveni çoğu zaman hakkıyla idrak edemeyiz. Çoğumuz aylaklık eder, kolay yolları tercih eder ya da başkalarından kopya çekerek, başkalarını taklit ederek geçiştirmeye çalışırız. Oysa alaylı ya da mektepli, ümmi ya da âlim olan bazılarımız bu serüveni hakkıyla yaşamak için gayret eder. Bütün hayatı çevresini aydınlatan bir kandile benzer. Yaşadığı köyden çıkmadan yalnızca etrafındaki birkaç insana böylesi bir aydınlık sunan da ilmi, sanatı şöhreti sınırları aşmış herhangi büyük bir isim de neticede aynı hizmeti sağlar. Maişet, menfaat ya da keyif maksadıyla olsun, neyle uğraşıyorsa uğraşsın orada kendisine dair, dünyaya dair birtakım soruları ve cevapları talim eder. Öyle ki bazen bir mum gibi kendine hayrı olmasa da başkalarını tenvir eder. İnsanlık tecrübesi böyle genişler, yayılır, serpilir ve çağlar aşan güzide bir külliyata dönüşür. Burada Homeros’un İlyada’sıyla, bir kocakarının dağ kekiğinden imal ettiği ilacı arasında yapısal olarak bir fark yoktur. İkisi de bir maharetin, damıtılmış ve insanlığa sunulmuş bir tecrübenin ürünüdür.
İnsanın dünyaya dair ürettiği bilgi bir olsa da farklı hâllere, statülere göre kategorilendirilmesi icap eder. Bizdeki meşhur ayrımla ilim-irfan ayrımı da bu tefrikin bir hülasasıdır. İlim belirli bir süreci ve talimi gerektiren, kurumsallığın ve hiyerarşinin olduğu, belirli bir yöntemin ve eleştirel bakışın neticesinde insanlığa sunulan kitabi bilgiyi karşılarken irfan daha anlık, edilgen, daha sezgisel, şifahi ve tabiri caizse anarşist (yani kurumsallığa uymayan) bir tabiata sahiptir. Doğrudan hayatla tecrübe edilen birebir muhataplığın neticesinde ortaya çıkan pratik, şifahi bilgidir. Fakat bu bilgi daha bireyseldir. Toplumsal ya da evrensel olması beklenemez. Zaman ve mekâna göre güncellenir, unutulur ya da yok sayılır. Gündelik hayat tecrübeleri, bu tecrübelerden elde edilen genel kanılar, bir toplumu inşa edecek, kurumlar ihdas edilecek bir hususiyete ya da güce sahip değildir. Farklı insanlık hâllerinden, farklı coğrafyalarda ve hatta farklı zamanlarda reddedilebilir ve revize edilebilir.
Bu uzun girişten sonra yazımıza konu olan irfana dair düşünmeye başlayabiliriz sanırım. İrfan, marifet kelimesinin bir türevi olarak Arapça arefe kökünden türeyen bir kelimedir. “Bilme, bilgi, özellikle pratik bilgi, usul ve örf bilgisi” anlamlarına gelir. Kelimenin tarihine bakıldığında Aşık Paşa’nın Garibnâme’sinden, Gülşehri’nin Mantıku’t-Tayr şerhine kadar uzanan bir geçmişe sahip olduğu görülür. Fakat mezkûr metinlerde de marifet kelimesine paralel ve tasavvufi literatürdeki manasıyla kullanılmıştır. Aynı kökten gelen marifet kelimesinin kullanılışı, en azından tarihî seyrine bakıldığında, daha yaygındır. Marifet bugün daha çok yetenek anlamında kullanılsa da literatürün hayatını devam ettirdiği alanlarda tasavvufi anlamını muhafaza etmektedir. Hatta belirli bir hiyerarşi gözetilerek de olsa irfanla aynı anlamda kullanıldığı da görülmektedir.
İslam Ansiklopedisi’ne göre tasavvufi anlamıyla ilk defa marifetten bahseden Zünnûn el-Mısrî’dir. Kavram her ne kadar Allah’ı bilmek manasında yorumlansa da tarihi boyunca hep ahlaki bir sınırla birlikte okunmuştur. Sufilere göre Allah’ı tam olarak bilmek ve tanımak mümkün değildir. Bâyezîd-i Bistâmî Allah’ın zâtı hakkındaki mârifet iddiasını cehalet olarak nitelemiş ve “Marifetin hakikatine dair olan bilgi de hayrettir,” demiştir. İşte bu hayret halk diline çevrildiğinde tabiata, insana karşı hayrete dönüşmüş ve orada oluşan korkuyla bir hayatta kalma refleksi, bir yaşam pratiğini ifade edecek şekilde güncellenmiştir. Yine İslam Ansiklopedisi’nden alıntılarsak Saîd el-A‘râbî, Allah hakkındaki marifetin insanın bu konuda bilgisizliğini itiraf etmesinden ibaret olduğunu söylemiş, Sehl b. Abdullah et-Tüsterî de, “Marifet insanın Hak konusunda cahil olduğunu bilmesidir,” demiştir. Buradaki had bilme vurgusu da aynı şekilde halk diline çevrilmiş ve doğaya, insana ve hatta maddi otoriteye karşı geliştirilen yaygın bir tavır olarak arzı endam etmiştir.
İrfan kelimesinin siyasi ya da ideolojik saiklerle yeniden yorumlanması ve romantize edilmesinin tarihi ise yenidir. Bilindiği kadarıyla kaynaklardaki ilk tezahürü de “Batı, kültürün vatanıdır. Doğu, irfanın.” diyen Cemil Meriç’in metinleridir. Meriç bunu Batı medeniyetine karşı nispeten gerilemiş bir dünyanın duygusallığı ve vakarıyla yeniden değerlendirmiş ve aslında bir teselli ikramiyesi, hayal kırıklığına duçar olmuş nesillere teşvik amacıyla kullanmış gibidir. Bu kelimenin böylesi bir hâletiruhiyeye sahip kesimlerce sahiplenilmesi, yeniden yorumlanması ve hatta Anadolu İrfanı gibi fazlasıyla daraltılıp kötürümleştirilerek dolayıma sokulması ise Cemil Meriç sonrasına tekabül eder. Daha çok sağ ideolojinin entelektüel mahfillerinde moda olan mezkûr ifade bugün de cari bir hâletiruhiyenin rayiç sloganlarından birine dönüşmüştür. Fakat, Meriç’ten mülhem bir bağlamda Doğu-Batı ayrımını gözeterek, yine de evrensel bir yere merkezlemeye çalışılan ifade zamanla bu ülkenin ideolojik kampları arasında muhayyel bir sınır çizgisine dönüşmüş ve fazlasıyla yerel bir mekâna hapsedilmiştir.
Tarih insanın böyle manipülasyonlara fazlasıyla meyilli olduğuna dair malumatla doludur. Hâliyle şaşırılacak bir şey yoktur. Fakat bunu genel bir kaide olarak değerlendirdiğimizde, irfana dair bu yaklaşımın sorunları da ayan beyan ortaya çıkar. Cemil Meriç’in yukarıda zikrettiğimiz ifadesi aslında, çok net görünmese de Batı ve Doğu medeniyetinin temel aktörleri, kurumları üzerinden yapılan bir mukayesedir. Yani orada kendi hâlinde yaşayan sıradan insanların rengi ve kokusu pek yoktur. Fakat çarpıcı, veciz ama derinlemesine kuşatıcı olmayan bu tür aforizmik ifadelerin içindeki büyü sanki asıl kastedilenin Batı’nın ve Doğu’nun kurumları, entelijansiyası, sanatçılar, devlet geleneği ve âlimleri değil de halkıymış gibi bir yanlış anlamalar zincirine sebep olmaktadır. Bu zincir de ideolojik manipülasyonlara meyledenler elinde kullanışlı bir aparata dönüşebilmektedir.
Kökeni itibariyle kelimenin izahını yaptık. Fakat bugün anlaşıldığı ve kullanıldığı anlamda irfan gayet açık bir şekilde pratik bir bilgiyi ve sezgiyi işaret eder. Aslında Anadolu İrfanı ifadesinin tekelini elinde bulunduranların keyfine ve içinde bulundukları duruma göre değişen anlamları kapsayan joker bir ifadedir bu. Marifet ve irfan kelimesinin tarihini ve muhteva ettiği manaları çoğu zaman ıskalamadan daha çok sıradan halkın sahip olduğu tarzı hayatı, yaşam pratiğini ve bunun tezahür ettiği hâl ve tavırlarla arzı endam eder. Bu anlamda da halk bilgeliğinin karşılığı olarak okunabilir. Elbette fazlasıyla manipüle edilen bir halk bilgeliği olarak… Oysa halk bilgeliği olarak tesmiye edilen anlayış, yalnızca Türkiye’de değil dünyanın her yerinde hedef odaklılık, pratik zekâ, duygusal yoğunluk, doğal uyumluluk, kurnazlık; tabiat ya da maddi otorite gibi güç yetirilemeyen kuvvetler karşısında edilgen ve şifahi tutum vs. olarak arzı endam bir bilgi türüdür. Bu bilgi türü belirli bir müfredat ve müktesebattan geçmemiş, kurumsal terbiyeden azade bir kesimin ya da belirli bir müfredat ve müktesebatın rengini vermediği hatta ona ihtiyaç duyulmayan hâllerin bilgisidir. Yani doğrudan etkileşimle yayılan, şifahi ve pratik bir bilgidir. Pratik bilgiyle, sezgiyle güçlü kurumlar ihdas edilmez, büyük sanat eserleri meydana getirilmez ve hatta medeniyet kurulmaz ancak hayat idame ettirilir. Bunlar medeniyetle birlikte daha nitelikli ve derinlikli hâle gelebilir elbette. Ama bütün bu süreçten sonra da belirli bir seviyede kalmak durumundadır. Çünkü insanın bu dünyadaki en büyük refiki akıldır. Akıl derken farklı bilgi türlerini kendi usulü ve diyalektiği içerisinde kullanmaktan imtina etmeyen, onlara hakkını teslim eden bir akıldan söz ettiğimizi şerh düşelim elbette. Platon’un noesis dediği sezgisel bilginin sadece filozofların ulaşabileceği bir bilgi olduğunu hatırlarsak bu anlamda irfan, marifet ya da bugün konu ettiğimiz hâliyle Anadolu irfanının en temel hususiyetlerinden biri olan sezginin de akla bağlandığını görürüz.
Mesela Nazım Hikmet’in “O topraktan öğrenip kitapsız bilendir,” sözü bir yere kadar hakikati işaret etse de neticede bir şair güzellemesidir. Öyle bir “O” vardır elbette ama bu böylesi bir güzellemeler külliyatını bırakın kendi hâline bırakıldığında dahi müstakil bir “Onlar” olmaya güç yetiremez. Çünkü toplum olmak belirli bir bilinç seviyesi ve geleneği olan kurumlar gerektirir. İrfan belki bir kuruma, geleneğine renk verebilir ama salt irfanla kurum kurulmaz. Çünkü nasıl ki tasavvuf herkes için değildir, irfan da böyledir.
Diğer yandan bugün ısrarla Anadolu İrfanı olarak adlandırılan halk bilgeliğinin, yaşam pratiğinin biraz daha derinlikli bir arkeolojisini yapmaya kalkıştığımızda bugün bize dayatılandan çok daha farklı bir tablo ortaya çıkar. Bu bilgelik dinî, siyasi ya da kültürel ortodoksiden ziyade heterodoksiye yakın, devletçi olmaktan ziyade anarşist tabiatlı, şehirli olmaktan ziyade taşralı, kitabi bilgiye hem imkân olarak hem de psikolojik anlamda mesafeli bir tabiata sahiptir. Kavramın hem otantik tarihine hem de evrensel çağrışımlarına ve karşılıklarına münasip olması da tam bu hâliyledir. Bunu yerelleştirmeye, temellük etmeye ve birtakım ideolojik sıfatlarla tavsif etmeye çalışan bakış yukarıda zikredilen hususiyetlerin çoğunu görmezden geliyor demektir.
Bir yandan tasavvufi geçmişi, bir yandan halk bilgeliğinden beslenen ve geniş çağrışımlarla dolu irfan kavramının el çabukluğu marifet Anadolu İrfanına dönüştürülmesi kavramın sahiciliğini tahrif ettiği açıktır. Böyle bir dönüşüm niyeti, kavramın üzerine “deli gömleği” giydirmek ve geniş hayat tecrübesinin insani ilişkilerden, doğaya, devletle olan ilişkilerden ticarete kadar uzanan birçok veçhesini görmezden gelmektir. Aslında, bugün dahi, hep kendine yontarak, bulunduğu konumu tahkim edici bir anlayışla bu kavramı sahiplenenlerin söylemlerinde dahi, cılız da olsa, bu veçhelere rastlanır. Oysa, aza kanaat etmek, çok ses çıkarmamak, kol kırıldığında yenin de içeride kalmasına azami titizlik göstermek, kayıtsız ve şartsız otoriteye iman etmek, onun her dediğinde bir hikmet olduğunu kabul etmek gibi manalarla temayüz ettiğinde ısrar edilen muharref bir kavramın mesela ağaca, hayvana ya da insana hizmet eden herhangi bir nesneye dahi hürmeti akıl etmiş ve bunu adet edinmiş buna yönelik şifahi bir literatür geliştirmiş, bunları kendi sağlık bilgisinden edebiyat zevkine kadar hayatının her alanına katmayı başarmış bir hayat tecrübesinin yanında fazlasıyla güdük kaldığı aşikardır.
Bu anlamda, bütün bu genişliği ve evrenselliğinden arındırılarak itaat kültürünün amentüsü hâline getirilmiş bir Anadolu irfanının aslında bir şekilde şehirlileşmiş ve merkezdeki ranta kabınca ortak olmuş bir kesimin yeni ortaklar istememesinin ilanı olduğunu söylemek icap eder. Hâliyle Anadolu İrfanı “Orada bir köy var uzakta…” şiirinin vulgar ve muhafazakârca bir hülasasından başka bir şey değildir.
Bunun yalnızca popülist, siyasi alanda değil, elbette onunla paralel okunması gereken bir bağlamda, akademik alanda da örneklerine rastlanmaktadır. Mesela, daha yakınlarda, meşhur bir akademisyenin güya Anadolu İrfanının tarihini, serencamını anlattığı konuşmasında kendi çizdiği İslam düşüncesinin kronolojisine el çabukluğu marifetiyle Anadolu İrfanını da eklemleyip onu ilahiyat fakülteleriyle, yani devletin ideolojik aygıtlarıyla, bir anlamda cari ortodoksiyle hemzemin kılma çabası buna bir örnek olarak verilebilir. Yine başka bir entelektüelin Anadolu İrfanı üzerine telif ettiği eserde daha farklı ve sivil bir yol çizmesi ve kavramın heteredoks tabiatına dair bir çerçeve çizdikten sonra medeniyet düzleminde evrensel bir kabın içerisinde takdim etme gayreti hatırlanabilir. İlki Anadolu İrfanı’nı tamamıyla kitabi bilginin, kurumsal düşüncenin güzergahında belli belirsiz bir peyzaj olarak yeniden tasarlamaya çalışırken ikincisi ifadenin kabını mümkün olduğunca genişlettikten sonra kötürüm bir evrensellikle tezyin ederek tabiri caizse “vatansız” bir tasavvufa demirlemeye gayret eder.
Elbette bunlar tek örnekler değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün “Fikri hür vicdanı hür irfanı hür” derken kastettiği manada irfana yeni anlamlar yüklenmesi söz konusudur. Atatürk’ün burada kavrama yüklediği anlam aslında onun itibarını kurumsal bir tecrübenin en başındaki kişi olarak birinci ağızdan iade etmektir. Yani, özellikle vurguladığı hürlük bir yerde bu halk bilgeliğinin otantik bağımsızlığına gönderme olarak da okunabilir.
Yine aynı dönemden, Hasan Ali Yücel’in Türk İrfanı ifadesi de dikkate değer bir yorumlamayla kayda geçmiştir. Yücel’in yorumu ve buna yönelik faaliyetleri hatırlandığında, bütün gücünü gelenekten alan bir kavramın çağdaş dünyada da yer bulması için mücadelesi kadar devletle millet arasındaki uzlaşımın sağlam temeller üzerine atılmasını düşünen bir aydın hassasiyetinin ürünü olarak da okunabilir. Elbette burada da doktriner ya da ideolojik bir okuma söz konusudur fakat beraberinde kavramın sahiciliğine dair bir farkındalık da göze çarpmaktadır.
Dünyanın tüm halkları, insan toplulukları için geçerli olan bir yaşam pratiğini, hayatta kalma refleksini ve hatta belirli bir seviyede hayattan ve kendinden zevk alma kabiliyetini içeren bir hulasayı yalnızca belirli bir bölgeye münhasır kılmak maalesef kör bir ideolojiden ibarettir. Bunun için dünya kadar kitap okuyup felsefe gibi muhtelif disiplinlerden müteşekkil bir literatürü izah kabına boca etmek de bu körlüğü kurtarmaz. Güzelliği övmek, takdir etmek, yaymak güzelliğe olan borcumuzdur elbette. Fakat güzelliği överken, aslında o güzelliği tahkim eden farklılıkları görmezden gelmek büyük bir hatadır. Hatta birtakım kusurları, yanlışları gizlemek, onların sorumluluğundan kurtulmak için övmek güzelliği övmek değil suiistimal etmektir. Bir günah çıkarır, rüşvet verir gibi yapılan her övgü övenin samimiyetsizliğine dair şüpheyi ortaya çıkarır çünkü.
Hele bunu kurumsallığın, medeniyetin cephesinden yapmak daha da tehlikelidir. Bugün güya yeni bir medeniyetin kurucuları olarak kendilerini takdim eden bir anlayışın fark edemediği husus şudur: Dünyanın her yerinde aşağı yukarı aynı şekilde tezahür eden halk bilgeliği, yaşam pratiği bağlamında ne kadar görkemli olursa olsun ya da tasavvufi manasıyla ne kadar deruni olursa olsun irfan dediğimiz şey sezgisel, şifahi ve bireysel bir kültürdür. İrfan bir sezgi ise tabiri caizse rüya gibi biricik bir tecrübedir. Hâliyle hayatın rasyonelliği bağlamında gayet makul olarak görülebilecek “Rüyayla amel edilmez,” ifadesine benzer bir cümlede asıl yerini bulur. Rüyayla amel edilmediği gibi sezgiyle de amel edilemez. Bizatihi amellerden neşet eden sezgi dahi olsa toplumlar sezgiler ve rüyalarla değil kurumlar ve kurallarla tekâmül ederler. İfadeyi inhisarında bulunduranların dillerine pelesenk ettikleri medeniyet de bu şekilde meydana gelir.
Halk bilgeliğinin temel unsurlarından biri pasif olmasıdır. Doğaya karşı edilgen bir durumda olan ve bunu zamanla bir bilgeliğe çeviren anlayış doğanın ve dolayısıyla onunla muhatap olan insanın dilini, âdetini ister istemez öğrenir. Fakat bu bilgi bütün saygınlığına rağmen yerel ve lokal bir bilgidir. Düşüncenin karmaşık koridorlarında, kompleks satırlarında pek barınamaz. Doğayla baş başa olan ve medeniyetin, kurumlaşmanın ötesinde hayatına devam eden bir aklın bütün otantikliğiyle kendini koruma içgüdüsüyle hareket edeceği, doğaya karşı korkuyla karışık bir saygı besleyeceği, sürekli uyanık ve tetikte olacağı ve tecrübeye fazlasıyla itimat edeceği düşünüldüğünde bunun bir hayatta kalma refleksi, bir yaşama ameliyesi olacağı açıktır. Buradan ne toplum ne kurumsallaşma ne de medeniyet çıkar.
Burada bireysel ya da lokal düzeyde ahlak ve hatta düşünce de bulunur ama insanın dairevi seyrinin başlangıç noktasında kalmaya mahkûm bir tipolojinin bilgeliği yalnızca itikatta değil iltifatta mümkündür. Çünkü bilgelik bulunduğu hâlin her veçhesinden haberdar olup sonrasında en saf, en otantik olanın hakkını vermek, ondan yana olmakla mümkündür. Bu da kurumsallaşmayı gerektirir. İlim-irfan ikilemesinde ilmin başta olması, bir anlamda, bu ihtiyacı işaret etmek içindir. Çünkü irfan baştaki hâliyle bir potansiyel, rüşeym ya da de facto bir insanlık hâlidir, yalnızca kendi kendine bir fayda sağlayabilir. Onun hem insanın seyrine hem de toplumun seyrine fayda sağlayabilmesi için ilimle karıştırılması, kıvamını bulması, bazen hafifletilmesi, bazen de tahkim edilmesi gerekir.
Halk bilgeliğinin evreninde bir hayat yaşayan sıradan insanın hâllerinde çok çeşitlilik ya da derinlik olmaz. Sade bir hayattır onunki. Doğaya ve hatta insana karşı temkin hâlindedir. Doğayla iletişime geçtiği süreler kısıtlıdır. Diğer zamanlarda onun şerrinden emin olmak için arasındaki mesafeyi gözetir. Bu mesafeyi gözetmek ihtiyaç duyduğu zihin, gereksindiği mekân, arandığı alet dar bir çember içindedir. Medeniyetle yaralanmış bir insan gibi geniş bir ufka, zihne, alana ve alet zenginliğine sahip değildir. Bu da onu tutumlu yapar, temkinli yapar ve hatta doğaya saygılı yapar. Kendi acziyetini bilen ve pratik davranan bir bilge yapar ama bir âlim ya da entelektüel yapmaz. Aklın sınırlarını, doğanın sınırlarını merak eden bir düşünür yapmaz. İnsanı ve dünyayı tahkiye ya da tersim etmeye çalışan bir hikâyeci, ressam yapmaz. Kendisine dair metodik düşünce imkânına sahip bir felsefeci yapmaz. Bu da onun belirli bir sınırda gayet samimi ama lokal bir hâlin içerisinde okunmasına sebep olur. Medeniyetle yüzleşememiş, insanın tekâmül süreçlerinden haberdar olmayan, o süreci tamamlayamamış yarım insanın gözünde büyük ve anlamlı olmasının sebebi budur. Çünkü o da hâlâ oradaki zihin ve yaşam tarzından kopamamış medeniyetin farklı kurumları ve yüzleriyle yüzleşirken hep pasif agresif bir tavırla bu ilkel geçmişini özlemeyi ve kutsamayı tercih etmiştir. Fakat bir yandan da o geçmişten içten içe utanır ve o geçmişin orada âdeta bir günah çıkarma kabini ya da hiçbir zaman yeltenmeyeceği ama düşünerek kendisini sakinleştirdiği bir kaçış bölgesi olarak görmektedir.
İrfanda ilimdekine benzer bir hiyerarşi olmaz. O anlatmayı değil anlamayı merkeze alır. Anlamak için hayatın doğallığı içerisinde çok fazla şeye ihtiyaç duyulmaz ama anlatmak için kuramsal bilgi, mantık ve zengin bir dil kabiliyeti gerekir. Burada bilgi anlatanla anlamaya niyet eden arasındaki köprüyü oluşturur. “Dinleyen söyleyenden arif gerek,” sözü de buradan anlaşılabilir. Burada söylemek zemmedilmez. Bilakis, söylemenin zorluğu ve kıymetine işaret edilir. Söylemenin, şartlarından, tehlikelerinden dem vurulur. Dinlemek, bakmak, gözlemek bunların insanın kendine çekildiği, kendini gizlediği, tuttuğu, örttüğü hâllerdir. Oysa söylemek, anlatmak, yazmak ve hatta öğrenmek bile bir iddianın peşinden gitmek demektir. İddia, dava vs. hususlar insanın dilini, zihnini tezyin ve tahkim ettiği kadar onun anlama saflığını da bulandırır. Kitab-ı Mukaddes’teki “Kim ki bilgisini arttırır cehaletini artırır,” sözü de buradan okunmalıdır. İrfan tasavvufi anlamıyla Tanrının, halk bilgeliği anlamıyla doğanın bilgisidir. Kendi de bu doğanın içindedir. Anlatılmaz yaşanır. Hayat da böyledir. Dile gelmez, yaşanır. Dile geldiğinde hikâye olur. İnsan kendini yaşayarak öğrenir, kendini okuyarak değil. Fakat kendini anlatmak istediğinde dil, bilim, sanat vs. türevlerine ihtiyaç duyar. Kendini anlatmak da bir çeşit kendini anlama yoludur. Ama daha dolambaçlı ve meşakkatli bir yoldur. Bir müfredat ve müktesebat gerektirir.
Hülasası irfan yalnızca burada mevzu ettiğimiz halk bilgeliği anlamında değil tasavvufi anlamıyla da ilimi nakzetmez. İlim irfanın terazisidir, bileyi taşıdır, rakibi ya da teşrifatçısı değildir. Kendini bilmeyen, tartmayan bir irfan olmaz. Bunun toplumsal hâle gelip, kolektif bir katkı sağlaması ve gelişime ön ayak olması için de belirli kurumlar gerekir. Bunun haricinde hayatta kalma refleksini bu bilgi biçimi, bu sezgi ancak bireysel anlamda bir gelişime sebep olabilir. Toplumsal değil. Diğer yandan, sezgiyle rüyanın birbirine benzerliği göz önüne alındığında, rüya için söylenen bir söz üzerinden bu sezgi meselesi daha da açılabilir. Rüya insanın kendi bireyselliğiyle alakalı bir şeydir. Hem geleneksel olarak tarikat usulünde hem de modern psikolojide rüya bireyin karanlık noktaları, kör noktalarını izah edebilecek imkânlar sunar insana. Fakat bu genele şamil edilemez. Aynı şekilde sezgi de böyleyse rahatlıkla sezgiyle amel edilmez diyebiliriz. Hâliyle irfanı böylesi dar bir manaya hapsetmek ve tabiatı itibariyle sezgisel bir mahiyet arz eden halk bilgeliğine coğrafi işaretli don biçmek belirli bir süre bir kazanç sağlasa da uzun ömürlü olmaz.
Vaktiyle İrlandalı ihtiyar bir halk ozanıyla yapılan röportajda “Dünya iyiye mi gidiyor, kötüye mi?” diye sorulur. Ozan bilgece bir cevapla savuşturur bu soruyu. “Dünya aynı anda hem iyiye hem kötüye gider,” diye cevap verir. Basit ve hatta öylesine verilmiş gibi görünen bu cevap aslında büyük bir literatürü hülasa edecek kadar derinlikli bir cevaptır. Bu bilgece cevap, insanın farklı hâllerini hakkıyla tecrübe etmiş, onları anlamış ve kabul etmiş bir ihtiyarın insanlıkla paylaştığı bir sırdır. Diğer yandan ne mezkûr bilge ihtiyar bu hikmetli cevabı izah etmek için derli toplu bir eser oluşturmaya niyet eder ne de öylesi bir ilme ve yeteneğe sahiptir. Bu sözün kitabi literatürde bütün izahatı ve veçheleriyle yer edebilmesi için geniş müfredat ve müktesebata sahip bir âlime ihtiyacı vardır. Yani yazımıza konu ettiğimiz irfan, Anadolu irfanı ya da asıl ifadesiyle halk bilgeliği dediğimiz şey gündelik hayatın içerisinde pratik bir kisveyle arzı endam eder. Onun evrensel bir bilgiye dönüşebilmesi ancak ilim, sanat yoluyla mümkündür. “Baba oğluna bir bağ bırakmış oğlan bir salkım üzümü çok görmüş,” ifadesi insanı hakkıyla gözlemlemiş bir bilgeliğin veciz ürünüdür fakat bunun bir milletin, bir medeniyetin göz alıcı ziyneti olabilmesi için Kral Lear gibi bir eserin yazılması ya da Run gibi bir sinema filminin çekilmesi elzemdir.