ESKATOLOJİK İYİMSERLİĞİN İMKÂNI: KIYAMET ANINDA AĞAÇ DİKMEK

Muhammed Bedirhan*

İnsanlar, içinde yaşadıkları dönemi genellikle geçmişe kıyasla daha kötü olarak görme eğilimindedirler. İnsanlık tarihinin her döneminde geleneksel değerlerin sarsılması ve ahlaki normlardaki kaymalar nedeniyle yaşlıların veya orta yaş kuşağının büyük bir toplu felaket ya da kıyamet beklentisine girdikleri görülür. Onlara göre zaman bozulmuştur, gençler yozlaşmıştır. Dünya hızla küresel çapta bir felakete sürüklenmektedir. Bu iddiaların tarihi aslında çok eski zamanlara kadar giden ve birçok kuşakta ortak olan bir tema olup binlerce yıldır tekrar eden söylemsel bir döngünün parçalarıdırlar. Nitekim M.Ö. 1500’lerde Eski Mısır’da bir papirüste şu satırlar yer alır: “Gençler artık terbiyesiz ve ahlaksız oldu. Toplum çöküşe sürükleniyor. Eskiden çocuklar ebeveynlerine saygı gösterirdi, şimdi ise başlarına buyruk oldular.” Milattan önce 5. yüzyılda Sokrates, öğrencilerinin saygısızlığından şikâyet ederek gençlerin yozlaştığını ve Atina’nın düşüşe geçtiğini iddia eder. Bugün de sosyal medya mecralarında ya da sohbet meclislerinde sıkça yaşanılan günlerden şikâyet edildiğini, sürekli nostalji kokan paylaşımlar yapıldığını ve “Eskiden insanlık vardı, komşuluk vardı, mahalle vardı,” “Kimse eski değerlere bağlı kalmıyor,” “Gençler artık ahlaklı değil,” “Kıyamet yaklaştı, insanlık sona doğru gidiyor,” gibi söylemleri sıkça duymaktayız.

İnsanların yaşadıkları çağı önceki dönemlerle kıyaslayıp kötü bir devirde yaşadıklarını iddia ederek kıyamet beklentisine girmelerinin tek nedeni ahlaki değişimler, geleneksel değerlerin sarsılması ve genç kuşaklarda görülen “yozlaşma” ile sınırlı değildir. Bunların yanı sıra bu beklentilerin birtakım kozmik ya da sosyo-ekonomik hatta dinsel tetikleyicileri de bulunur. Çoğunlukla doğal dengeyi bozan felaketlerin, toplumsal krizler ve küresel olayların da “dünyanın sonunun yaklaştığı” fikrini pekiştirdiğini söyleyebiliriz. Bu nedenle tarih boyunca büyük savaşlar, küresel salgınlar, kıtlık, kuraklık gibi etkenlere bağlı gelişen büyük boyuttaki ekonomik krizlerin, dünyanın önemli bir bölümünü kapsayacak genişlikte doğal afetlerin ve bir kuyruklu yıldızın ya da süpernova patlamasının gözlemlenmesi gibi nadir görülen olağan dışı göksel hadiselerin insanların “artık kıyamet kopmak üzere” şeklindeki kadim korkularını beslediğine şahit oluruz. Söz gelimi Orta Çağ’da görülen veba salgınları, birçok kişiye kıyametin yaklaştığını düşündürtmüştür. 14. yüzyılda Kara Veba’nın Avrupa nüfusunun üçte birini yok ettiği göz önünde bulundurulduğunda, böyle bir salgın dolayısıyla insanların “sonumuz geldi” diye korkmakta pek de haksız olmadıklarını söyleyebiliriz. Keza yüzyıl süren savaşların beraberinde getirdiği kıtlık ve sefalet de istikbale dair karanlığı pekiştiren nedenlerdendi. Bütün bunları özellikle de dinin kutsal metinlerindeki apokaliptik anlatılar eşliğinde düşündüğünüzde sonun yaklaştığını düşünmemek için tam bir sapkın olmanız gerekiyordu. Yuhanna’nın Vahiy kitabında tasvir ettiği apokalipsin dört atlısının dünyada koşturduğu çok açıktı. Hele de bu salgınlar ya da savaşların yaşandığı dönemlerde bir de süpernova ya da kuyruklu yıldız gibi kozmik bir doğa olayı duruma eşlik etmekteyse toplumdaki histerinin nasıl bir krize döndüğünü tahmin etmek zor değildir. Bu açıdan dünyanın doğu ve batı yakaları, bu korkunun ortaya çıkardığı paniği paylaşmakta müşterektir. Bundan dolayı doğuda da batıda da hatta İslam dünyasında da bu sıkıntılara maruz kaldıkları sırada bu alametleri gören kitleleri kıyametin yaklaştığına ikna etmek isteyen çok sayıda felaket tellalı türemiş, bunlardan bazıları toplumda oluşan apokaliptik beklentileri zaman zaman siyasi bir iddiaya dönüştürerek peygamberlik, Mesihlik, mehdilik iddialarıyla boy göstermiştir. Söz gelimi Sabetay Zwi’nin Mesihlik iddiasıyla ortaya çıkan hareket örneğinde oluğu üzere 17. yüzyılda hem batıda hem de doğuda ortaya çıkan mesiyanik ve binyılcı hareketler bunun en tipik örnekleridir.

Tarihin en eski devirlerinde karşımıza çıkan “dünyanın felakete sürüklendiği” düşüncesinin her dönemde olduğu gibi günümüzde de bir döngü hâlinde yankısı devam etmekte. Özellikle 20. yüzyılda bir taraftan sömürgecilik yarışının neden olduğu büyük dünya savaşları, diğer tarafta sanayileşme ve şehirleşmenin hız kazanması soncunda geleneksel toplum yapısının erozyona uğraması yüzünden dünyanın artık geri dönülemez bir çöküş içinde olduğu ve büyük bir felaketin kapıya dayandığını savunan çok sayıda düşünür mevcut. Yakın zamanda ise teknolojinin baş döndürücü bir şekilde gelişmesi, felaket boyutunda teknoloji kaynaklı çevresel krizler ve savaşlar, biyoteknolojik gelişmeler ve yapay zekânın hızlı yükselişinin birçok insanın “insanlık artık sona yaklaştı” demesine, insanlığın en kötü dönemine girdiği izlenimi içinde olmasına ve insanlığı eskiden beri huzursuz eden kadim kıyamet korkusunun yeniden canlanmasına yol açtığını itiraf etmeliyiz. Bu kadim korkunun “felaket tellallığı”nı eskiden din adamları yapmakta iken bugün bu görevin bilim adamları ve medya tarafından yürütülmesi ve yeni apokalipsin seküler içerikli olması gibi farkları göz ardı edersek geçmişle günümüz arasında bu korkuyu paylaşmak konusunda hemen hemen hiçbir fark bulunmuyor. Her fırsatta insanları “son çok yakın” diyerek korkutmayı âdet edinen medyatik bilim adamlarının, new age kâhinlerinin ve herhangi bir dine mensup apokalips takıntılı vaizlerin sosyal medyada büyük ilgiye mazhar oluşu ile neredeyse her yıl en az on-on beş kadar distopik/post-distopik içerikli film ya da dizinin milyonlarca izleyici tarafından izlenmesi bunun açık bir kanıtıdır.

Kıyamet: Bir Korku mu, Bir Hatırlatma mı?

Bütün bu gelişmeler ne anlama geliyor? Gerçekten de bir felaketin eşiğinde miyiz? Her şey kötüye mi gidiyor, yakın bir gelecekte insanlığı dehşet verici bir son mu bekliyor? Bir kıyamet senaryosuna mı sürükleniyoruz? Yoksa bu anlatılar bazı insanların değişimi bir tehdit olarak görmesinden mi kaynaklanıyor ya da önceki kuşakların değişimi anlamlandıramamasından doğan bir algı yanılgısının içinde miyiz? Ya da bütün bu kıyamet senaryoları aslında insanların korkularından beslenen bir endüstrinin ürünü mü? Eğer insanlık olarak topluca kaçınılmaz bir felakete gidiyorsak bu durumda ne yapabiliriz? Bu hayati sorulara net bir cevap vermek de insanlığın içinde bulunduğu sorunları inkâr etmek kadar imkânsız. Şüphesiz ki, günümüz dünyasında birçok problem var. Aklı başında olan hiçbir insan bu problemleri inkâr etmez. Çevre felaketleri, savaşlar, kültürel değişimler ve teknolojinin oluşturduğu etik krizler hepimizi endişelendiriyor, kara kara düşündürüyor.

Öte yandan yukarıda da işaret ettiğimiz üzere geçmişte ve günümüzde insanların büyük bir felakete doğru hızla yol aldıkları görüşünü besleyen unsurların arasında dinin önemi inkâr edilemez. Birçok dinin dehşete düşürücü kozmik bir kıyamet anlatısının olması bu hususun en önemli kanıtıdır. Yukarıda saydığımız bütün durum ve hususlar neticesinde tarihte ve günümüzde hem bazı dinî çevrelerde hem de daha seküler eğilimli kişilerde eskatomania olarak tanımlanan kıyamet felaketini takıntı yapma ve apokaliptik anksiyetenin ortaya çıkışına yol açmıştır. Kıyamet takıntısına sahip kişilik yapılarının dinî ya da seküler cemaatler oluşturmaları da oldukça sık görülen durumlardan biridir. Bu tarz kültler ve cemaatlerin merkez üssü her ne kadar çoğunlukla ABD olarak görünse de onlara benzerlerinin Japonya’da bile ortaya çıktığına şahit olunmaktadır. Bu tarz kültlerin mensupları büyük çoğunlukla eksantrik olmakla beraber aşırı zararlı kişilikler değillerdir. Bununla beraber apokaliptik takıntılar ve eskatomanianın şiddete dönüştüğü örnekler de mevcuttur. Nitekim 20. yüzyılın özellikle de son çeyreğinde apokaliptik şiddete örnek teşkil eden üyelerini kıyamet beklentisiyle toplu intihara sürükleyen Heaven’s Gate (Cennet Kapısı) gibi kültler ABD menşeli iken dünyayı kurtarmak adına dünyayı tahrip etmeyi esas alan Aum Şinrikyo gibi kültler ise Japonya’da faaliyet sürdüren yapılardır. Bu tarz sıra dışı çıkışlar dolayısıyla bu tür hareketler, psikiyatri ve din sosyolojisi açısından incelenmiştir.

Kozmik sıfırlama anlatılarına bir din olarak İslam’ın da katkı sağladığını görürüz.  Dolayısıyla İslam inancı açısından kıyamet kaçınılmaz bir hakikattir. İnsanlık bu kaçınılmaz hakikatle erinde gecinde yüzleşmek durumunda kalacaktır. Kuran’ın pek çok ayetinde kıyamet sahnelerinin hem de oldukça dehşete düşürücü bir üslupla tasvir edildiği görülür. İnsanlar yaklaşan bu kaçınılmaz kozmik felakete karşı uyarılırlar. Hadislerde de Kuran’ın dikkat çektiği dünyanın sonuna dair bu hadiseyle ilgili daha fazla detaylar dikkat çeker. Hadis kaynaklarında bu detayların çokluğundan dolayı konuyla ilgili bir literatür de ortaya çıkmıştır.

İslam’ın kıyamet felaketi anlatısına baktığımız zaman bu anlatının belli başlı bazı ana unsurları dikkat çeker. Bunlar arasında kıyamet dehşeti başta gelir. Ayrıca bu anlatıya göre insanlar hatta bütün mahlukat arasında kıyametin kopma zamanı hakkında kesin bilgiye sahip kimse yoktur. Kıyamet bilgisi yalnızca Tanrı’nın bildiği bir husustur. İslam’ın kıyamet anlatısına göre insanların bu konuda spekülasyon yapmamaları gerekmektedir. Kıyamet ansızın kopacaktır ve kopmazdan önce de bu felaketin bazı kozmik, sosyal ve ahlaki işretleri belirecektir.

Kıyamet Koparken Ağaç Dikmek: Bir Umut Sembolü

Bütün bu dehşete düşürücü tasvirler ve gayba dair haberlerin İslam kaynaklarında büyük bir yekûn tutması, Müslüman toplumda da bir kıyamet beklentisinin oluşumuna ve kıyametçi dinî grupların ortaya çıkmasına kaynaklık etmiştir. Bu doğrultuda İslami gelenek içinde en apokaliptik grup kuşkusuz ki, Şiîliktir. Şîa içerisinde heterodoksiye kayan hareketlerin önemli bir kısmında bu apokaliptik vurguların baskın olduğu görülür. Nitekim Hurûfîlik, Şeyhiyye hareketi, daha sonra Bâbî ve Bahâî dinine dönecek olan hareketlerin çıkış noktası kıyametçiliktir. Ancak Şiîlikteki kadar yüksek dozda olmamakla birlikte Sünni dünyada da bu beklentinin etkileri görülmüş ve özellikle tasavvufi zümreler arasında birtakım apokaliptik dinî topluluklar ortaya çıkmıştır. Sünni toplumda Mehdilik iddiasıyla ortaya çıkan pek çok ismin bu apokaliptik etkiyi tasavvufi içeriklerle buluşturması ve kendilerine tasavvuf üzerinden meşruiyet kazandırmaya çalışması bunun bir göstergesidir. Bununla beraber genel itibariyle Sünni dünyada kıyamet inancının bir korku veya takıntıya dönüşmesi çok da hoş karşılanmamaktadır denilebilir. Çünkü Sünni doktrin açısından İslam’ın öğretisi takıntı veya fobileri desteklemez. Bu bağlamda İslami geleneğin ana gövdesini oluşturan bu yapıya göre kıyamet ne bir takıntı ne de bir fobi derecesinde korkuya konu olacak bir hadisedir. Kıyamet, daha çok, insanların ahlaki sorumluluklarını yerine getirmeleri için bir hatırlatma, ahiret hayatının önemine dair bir uyarıdır. İslami apokalipsin ana akımdaki bu ifadesi bir taraftan Müslüman toplumdaki dindar kıyametçilere bunun dozunu hatırlattığı gibi diğer taraftan günümüzdeki yankıları açısından da önemli bir cevap özelliğine sahiptir. Şöyle ki, Sünni doktrinin temsil ettiği apokaliptik anlayış özellikle karamsar ve nihilist yapıdaki seküler ya da dinî apokaliptik anlatıların yol açacağı psiko-sosyal sorunları ortadan kaldırır mahiyettedir. Bundan dolayı bu öğreti, kişilerde ve toplumda kıyamet anksiyetesi, kıyamet fobisi ya da kıyamet takıntısı/eskatomania geliştirmeye kapalıdır.

Sünni apokaliptik öğreti bu özelliğini aslında bir din olarak İslam’ın, insanın zihin ve beden sağlığını korumaya yönelik tedbirlerine borçludur. Çünkü İslam’ın hedefi ferdî ve toplumsal olarak zihin ve beden sağlığı yerinde bir dindarlıktır. Bu türden bir dindarlığı tehdit eden unsurlara engel olmaya dönük de her türlü önlemi alma gayretindedir. Dolayısıyla İslam dindarlığının bu hedefini ilke olarak benimseyen Sünni gelenekte amacını aşacak derecede kıyametin kopma zamanı, alametlerinin çıkıp çıkmadığı, mehdinin kimliği, Hz. İsa’nın iniş zamanı, Deccal’in kimliği vb. gibi kıyametle ilgili konuları aşırı biçimde takıntı hâline getirmek veya bunlardan bazılarını bir fobiye dönüştürmek, ferdî ve toplumsal sağlığı tehlikeye atan bir unsur olarak görülür. Bu nedenle de İslam ümmeti daha ilk günden itibaren bu tarz manik ve fobik eğilimlere karşı uyarılmıştır.

Peki, İslam açısından kaçınılmaz bir gerçeklik olsa da neden kıyamet bir takıntıya veya fobiye dönüşmemelidir? Öncelikle bu konudaki en önemli engeller İslam’ın birtakım teolojik ve ahlaki prensipleridir. Bu bağlamda İslam teolojisine göre Tanrı, tartışılmaz mutlak otorite sahibidir. Dolayısıyla Müslümanların, her şeyin Allah’ın planına uygun bir şekilde geliştiğine inanmaları gerekir. İslam akidesi açısından kıyamet, mutlak bir nihilizm tarafından beslenen ya da insana sanki ebedî bir helakin eşiğindeymiş gibi sürekli kötümserlik aşılayan bir korku unsuru değil, adaletin ve ahiretteki hesaplaşmanın bir sembolüdür. Bundan dolayı özellikle nihilizmi körükleyen seküler kıyamet senaryoları olan nükleer kıyamet, iklimsel kıyamet, YZ kaynaklı veya teknoloji kaynaklı kıyamet gibi senaryoların ilahi iradeye rağmen gerçekleşmesi imkânsızıdır. Çünkü böyle bir senaryoyu kabul, İslam’ın en temel inançlarından biri olan, Allah’ın mutlak otoritesiyle çelişir. Bir Müslüman Allah’ın iradesine teslimiyet göstermek ve O’na güvenmekle yükümlüdür. Dolayısıyla kıyamet, Müslümanlar için bir gerçeklik olsa da, buna özellikle seküler kıyamet senaryoları doğrultusunda takıntılı bir şekilde yaklaşmak, en başta iman anlayışıyla ve Allah’a teslimiyetle çelişir. Müslümanlar, her türlü korku ve kaygıdan Allah’a güvenerek kurtulurlar. Şu veya bu senaryolara göre tanımlanan her türlü korku, inançla başa çıkılması gereken bir durumdur. Bu çerçevede kıyamet, İslam’a göre bir tür “dehşet kültürü” değildir. O nedenle Müslüman bir bireyde kıyamet fobisinin oluşması, teslimiyet anlayışıyla bağdaşmaz, çünkü İslam, her şeyi Allah’ın denetiminde görür ve buna duyulan güven, aşırı kaygılardan korunmayı sağlar. İslam, yukarıda da dikkat çekildiği üzere dinî hayatta aşırılıkları reddeder ve orta yolu tavsiye eder. Kıyamet inancının da abartılarak aşırı bir takıntıya ya da korkuya dönüşmesi, İslam’ın bu konudaki hedefleriyle uyumsuzdur. Zira İslam dindarlığında “itidal” (denge), “ihtiyat” (tedbir) ve “sabır” gibi kavramlar esastır. Bu bağlamda aşırı kaygılar ve korkulara karşı bu kavramlar dengeleyici unsurlar olarak işlev görür.

Diğer taraftan bu konudaki bir diğer önemli engel İslam’ın dünya görüşünün bütün alanlarında gözlemlenen optimizm ve insana verilen değer ve ona olan inançtır. İslam, âlemin yaratılışını sonsuz bir iyimserlik çerçevesinde açıkladığı gibi onun sonlanışını da bu iyimserlikle çerçevesinde açıklar. Nitekim İslam’ın kozmoloji anlayışına baktığımızda korkudan, dehşetten hatta adaletten daha çok merhamet, iyilik ve güzellik dikkat çeker. Bundan dolayı özellikle Sünni İslam inancında iki ilahi sıfat olan rahmet ve gazap sıfatlarının arasına aşılamaz bir set çekilemez. Çünkü rahmet asıldır ve her zaman gazabı geçer; rahmet cehennem dâhil her şeyi ve şeytan dâhil herkesi kuşatır. Bütün bunların ardından nihai varış noktası ise rubûbiyyetin celâl ve cemâl diye adlandırılan tecellileridir.

İslam’ın iyimser bakışı insana dair anlayışına da etki etmiştir. İslam kusurları ve hatalarıyla birlikte büyük ölçüde insanın doğasının iyiliğine vurgu yapan bir dindir. Bu nedenle insanlık hakkında karamsarlığı esas alan nihilist bir varlık görüşünü kesinlikle reddeder; bu husustaki felaket tellallığı da İslam’ın insana olan inancı karşısında anlamını kaybetmektedir. Öncelikle İslam, insanı en güzel yaratılış olan ilahi suret üzere yaratılmış, meleklerden üstün ve mükerrem kılınmış ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi mertebesine çıkarılmış, düşünen, sorgulayan ve seçim yapabilen bir varlık olarak tanımlar. Dolayısıyla İslam’ın insan öğretisi insan doğasını karamsar bir şekilde ele alan düşünce sistemlerinden farklı olarak temelde olumlu bir mahiyettedir. İslam’a göre insan doğuştan kötü değildir; aksine, fıtraten iyiliğe yatkın, doğruyu seçme kapasitesine sahip ve Allah’ın rahmetine açık bir varlıktır. Çünkü iyilik, doğruluk ve hakikate yönelim (fıtrat) insanın doğasında yaratılıştan itibaren mevcuttur. İnsan kötülüğe meyletse de özü itibarıyla temiz ve erdemlidir. Kötülük, sonradan öğrenilen veya dış etkilerle gelişen bir durumdur.

İnsanın, meleklerden ve diğer canlı türlerinden en temel farkı hür iradesidir. Dolayısıyla insan iyiliği ve kötülüğü seçme yeteneğine sahiptir. Ancak İslam, insanın temelde iyiliğe ve doğruluğa yönelmesi gerektiğini öğütler. Bu bağlamda özgür irade sahibi olmak insanı Tanrı katında en değerli mertebeye halifetullah olma mertebesine yüceltir. Bunun neticesinde insan sorumluluk sahibi ve ahlaken gelişebilen bir varlık olarak Tanrı’ya muhatap olur. Bu muhataplık nedeniyle kıyamet, ilahi muhataplığın zirve noktasını temsil eder. Bu bağlamda kıyamet günü aslında özgür irade sahibi insanın Allah’ın muhataplığının gereği olarak O’nun adaleti önünde iradenin hesabını vereceği bir gündür. İnsanlar, dünya hayatında işledikleri amellerin karşılıklarını o gün alacaklardır. Bu nedenle, kıyamet korkusu, bir tür adalet arayışıdır ve sorumluluk sahibi olmanın gereğidir. Korku, sadece kötü amellerin cezasını çekmekten ziyade, iyi amellerin işlenmesi ve bunların ödüllendirilmesi açısından da teşvik edici bir rol oynar. Bu çerçevede bir Müslüman için kıyamet, bir hesap verme günü olmakla birlikte insanın o günde adaletin sağlanacağına dair mutlak bir güven duygusuna sahip olması, bunun da ötesinde ilahi rahmetin gazaba üstün geleceğinin İslami öğretiye hâkim olması dolayısıyla, aşırı bir takıntı ya da fobiye yol açmak yerine, Allah’a güveni pekiştiren bir gerçekliğe dönüşür.

Şunu çok rahat söylemek gerektir ki, İslam’ın insan anlayışında insanın Allah’a inandığından/güvendiğinden daha fazla Allah insana inanmakta ve güvenmektedir. İnsana verilen bu değer, özellikle de tasavvufta çok açık bir biçimde kendisini gösterir. Bu yüzden İslam, insanı küçümseyen, çaresiz gören veya doğası gereği bozuk kabul eden bundan dolayı yok edilmesi gerektiğini savunan apokaliptik şiddet taraftarı yaklaşımlara karşı çıkar ve insanın şerefli, umut dolu ve ahlaki olarak yükselme potansiyeline sahip bir varlık olduğunu vurgular. Dolayısıyla kıyamet gibi en karanlık zamanlarda bile insan için her zaman bir çıkış yolu ve yeni bir başlangıç vardır. Allah, insanı hiçbir zaman çaresiz bırakmaz ve ona rehberlik etmek için ona daima elini uzatır.

İslam dindarlığının, her türlü koşulda iyimserliği ve umudu merkeze alan bir yapıya sahip olduğu açıktır. Bu iyimser bakış, kıyamet gibi apokaliptik anlatılara dahi sirayet etmiş, insanın varoluşsal sorumluluğunu zamanın ve koşulların ötesinde bir hakikat olarak konumlandırmıştır. “Kıyamet koparken dahi elinde bir fidan varsa onu dik” hadisinde ifadesini bulan bu anlayış, sadece fiziksel bir eyleme değil, aynı zamanda insanın yaratılış amacına, yani Allah’a kulluk şuuruna yönelik sarsılmaz bağlılığına işaret eder. İslam, kıyametin dehşet verici atmosferinde dahi insanın pasif bir bekleyiş içinde tükenmesini değil, varoluş gayesine uygun olarak salih ameller işlemeye devam etmesini öğütler. En küçük bir iyiliğin dahi en büyük felaketin karanlığını aşmaya muktedir olduğu inancı, bu anlayışın temel taşlarından biridir.

Hz. Peygamber’in kıyametin vaktini soran bir sahabeye verdiği cevap da bu dindarlık anlayışının en veciz örneklerinden biridir. Zamanın bilinemezliğinden ziyade, ona yönelik hazırlığın esas olduğunu vurgulayan Allah Resulü, muhatabına kıyamet için ne hazırladığını sorar. Bu soru, İslam’ın kıyamete yönelik yaklaşımını şekillendiren temel ilkedir: Beklemek değil, hazırlanmak. Nitekim soruyu soran sahabe, büyük bir hazırlığının olmadığını ancak Allah’ı ve Resulünü çok sevdiğini ifade ettiğinde, Hz. Peygamber, “Kişi sevdiğiyle beraberdir” buyurarak, felaketin değil, sevginin ve bağlılığın belirleyici unsur olduğunu hatırlatır. Böylece İslam, kıyameti korku ve çaresizlik içinde beklenen bir son olarak değil, insanın ahlaki ve manevi istikametine göre şekillenecek bir hakikat olarak ele alır.

* Doç. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi.