FELSEFE BİR BİLİM MİDİR?

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Erdal Yılmaz*

    Felsefeyi en genel anlamda, “Akıl yoluyla gerçek ve iyi olanın bilgisinin tutkulu arayışı” olarak tanımlasak da felsefe ile uzmanlık düzeyinde iştigal edenler, “Felsefe nedir?” sorusuna doğrudan bir cevap vermekten genelde kaçınırlar. Çünkü her filozof tarafından kabul görecek kapsayıcı bir tanım verebilmek pek mümkün gözükmemektedir. Nitekim felsefe tarihine de bakıldığında, her ne kadar “felsefe”nin etimolojik anlamı (bilgelik sevgisi) hususunda bir konsensüs sağlanmış olsa da bunun ötesine giden her bir tanımda farklılaşmalar kendini göstermektedir. Bu farklılaşma da felsefenin bir “bilim” vasfına sahip olup olmadığı tartışmasını beraberinde getirmektedir. Bilim kavramı, yer yer değişiklikler içerse de ilgili alanda birbirini besleyen, sonrakinin bir öncekinin açıkladığından daha fazlasını açıkladığı ve daha fazla “kesinlik” içerdiği bir teoriler zincirine referans yapmaktadır. Bu açıklamanın en güzel örneği şüphesiz doğa bilimleridir. Her ne kadar doğa bilimlerinin gelişim aşamalarında farklıklar gözlemlense de bir sürekliliğin olduğu aşikârdır. Sosyal bilimler açısından da bu sürekliliğin, doğa bilimlerindeki kadar aşikâr olmasa da mevcut olduğu ifade edilebilir.

    Felsefede ise böyle bir durum ile karşılaşılması pek olağan değil. Hatta felsefe, birbirini tamamen reddeden yaklaşımların bir arada öğrenilip tartışıldığı, farklı açılardan benimsendiği bir alan olarak kendisini göstermektedir. Dolayısıyla ilk bakışta felsefe bir doğa bilimi statüsünde görünmemekte, hatta sosyal bilimler statüsüne sahip olduğu dahi kolayca iddia edilememektedir. Peki, bu iki bilim türüne de dâhil olmayan bir düşünsel aktivite “bilim” statüsü kazanamaz mı? Eğer bu statüde kabul edilirse söz konusu iki bilim tasnifinin ötesinde bir “bilim” tasnifi mi yapmak icap eder? Bu felsefi deneme, bu sorulara odaklanmakta ve felsefenin “bilim” olup olmadığını irdeleyerek “bilim” vasfına sahipse ne tür bir bilim olduğu hususuna yoğunlaşmaktadır. Bu soruşturmayı yaparken öncelikle bir bilgi alanının bilim statüsüne kavuşması için gerekli ölçütlerin tespiti yapılacak; sonrasında bu ölçütlerden hareketle felsefi bilginin diğer bilgi alanlarından farklılaşarak bir bilim statüsüne kavuşmasının nasıl mümkün olduğu gösterilecektir.

    Bir Bilgi Alanının Bilim Statüsüne Ulaşmasının Kriterleri

    Felsefi bilginin bilim statüsüne sahip olup olamayacağına dair soruşturmamızı, bu hususu detaylı inceleyen bir filozofu referans vererek devam ettirebiliriz. Bu filozof, kendisinden sonraki felsefenin ufkunu büyük oranda etkileyen Immanuel Kant’tır.

    Kant’a göre bir bilgi alanı, üç koşulu yerine getiriyorsa bağımsız bir bilim alanı olarak ifade edilebilir. Bunlar: Bilginin a) nesnesinin farklılığı, b) kaynağının farklılığı, c) türünün farklılığıdır.[1] Kant’ın belirlediği bu kriterlere bir de d) yöntemi ekleyebiliriz: Her bir bilim alanına dikkat ettiğimizde, bu üç kriterden bir veya birkaçı bakımından birbirinden farklılaştığını görebilmekteyiz. Bu üç hususun bir bilgi alanının nasıl bilim olma vasfına kavuşmasını sağladığını doğa bilimi ve sosyal bilimlerden örneklerle açıklamaya çalışalım.

    Doğa bilimlerini dikkate aldığımızda; fizik, kimya ve biyoloji gibi bilgi alanlarının türü, kaynağı ve yöntemi bakımından değil, inceleme konuları bakımında birbirinden farklılaştığını görmekteyiz. Her birinin kaynağı insan tecrübesi ve aklı iken, yöntemleri gözlem ve deneydir ve ilkeleri a priori bir bilgi türü içerse de genellikle ampirik bir bilgi türüne sahiptir. İnceleme konuları bakımından fizik bilimi madde ile enerji arasındaki ilişkileri incelerken, kimya bilimi maddenin yapısını, özelliklerini ve dönüşümlerini inceler. Biyoloji ise canlıların yapısını, işlevini, evrimlerini ve etkileşimlerini incelemektedir. Görüldüğü gibi bu doğa bilim alanlarının her birinin kendine has inceleme alanı mevcuttur ve bu yönleri itibariyle birbirinden farklılaşmaktadır.

    Sosyal bilimlere baktığımızda da bu bilgi alanının kaynağı itibariyle yine insan tecrübe ve aklına dayandığını, ampirik bir bilgi türüne sahip olduğunu, yöntem bakımından ise nicel ve nitel yöntemleri kullandığını ve yine inceleme nesneleri bakımından birbirinden farklılaştığını görmekteyiz. Sosyolojinin inceleme nesnesi toplumla bağlantılı olan temalar iken, psikolojinin inceleme nesnesi insan davranışları ile ilgili temalardır. Diğer sosyal bilim alanları da inceleme nesneleri bakımından kendilerine has bir nesneye sahiptirler.

    Peki bu dört kriter bakımından felsefi bilginin bilim olma vasfı nasıl değerlendirilebilir?

    Felsefi Bilginin Kaynağı ve Türü Bakımından Farklılığı

    Felsefe, doğa ve sosyal bilimler ile aynı kaynağa dayanmaktadır. Bu kaynak, insan aklı ve insan tecrübesidir. Diğer bir ifadeyle, bilimler gibi felsefe de insanın düşünsel çabasının ürünüdür. Bununla birlikte felsefe, bu kaynakları, doğa ve sosyal bilimlere göre farklı bir şekilde kullanmaktadır. Doğa ve sosyal bilimler aklın çıkarımlarını genelde gözlem ve deneyden gelen veriler ile sınırlarken, felsefe bu sınırların ötesine gitmektedir. Felsefe aklı kullanırken aynı zamanda spekülasyona da başvurmaktadır. (Burada spekülasyonu negatif anlamda kullanmamaktayız.)

    Doğa ve sosyal bilimler fizikî ve sosyal gerçeklikle iştigal ederken, felsefe bu gerçekliği önemsemekle birlikte alanını bu gerçekliklerin ötesine de genişletebilmektedir çünkü gerçeklik sadece bunlardan ibaret olmayabilir. Bu gerçekliğin ötesindeki gerçeklik –varsa– ya dinin alanına bırakılmakta ya da olmadığı varsayılmaktadır. Oysa felsefe bu iki yaklaşımın ötesinde bir tutum benimseyerek gerçekliğin tamamını insanın çabası ölçüsünde kavramaya çalışır. Fakat bunu yaparken iddialarını gerekçelendirerek mantıksal tutarlılık içinde sunmaya özen gösterir.

    Felsefe, doğa ve sosyal bilimlerde olduğu gibi sadece hissedilen gerçekliğin kaosuna düzen vermeye çalışmaz, aynı zamanda kaosun düşünülebilen tüm boyutlarına bir düzen verme çabasına girişir. O sebepledir ki felsefi bilgi türü, doğa ve sosyal bilimlerde olduğu gibi sadece ampirik bir bilgi türüne sahip değildir, aynı zamanda metafiziksel bir bilgi türünü de içermektedir. Diğer bir ifadeyle felsefe, hissedilebilir gerçeklik için ampirik ve bazı açılardan a priori bilgi türüne sahipken, hissedilebilir gerçekliğin ötesindeki gerçekliğe dair –ihtimal dâhilinde olsa bile– düşünmeye devam eder ve ona dair de bir şekilde açıklama sunma çabası içine girer. Bu da felsefi bilginin bir veçhesini oluşturan metafizik bilginin kapsamına dahildir.

    Nihayetinde felsefi bilgi, kaynağı itibariyle doğa ve sosyal bilimlerin kaynağı ile aynı olmakla birlikte türü bakımından –yukarıda ifade edildiği gibi– bazı açılardan o bilgi türlerinden farklılaşmaktadır.

    Felsefi Bilginin Yöntemi Bakımından Farklılığı

    Felsefe, yöntem bakımından da doğa ve sosyal bilimlerden farklılaşmaktadır. Doğa ve sosyal bilimler, kendi araştırma alanlarında bilgiye ulaşabilmek için uygun nicel ve nitel yöntemleri kullanabilmektedir. Araştırma nesnelerinin sınırları net ve hissedilir gerçekliğin bir alanına dair olduğundan bilgileri de somut datalar ile desteklenebilmektedir. Fakat felsefe kendisini ampirik alan ile sınırlandırmamaktadır. O sebeple soruşturmalarında yalnızda ampirik verileri kullanmadığı için yöntemi de kendine has bir yöntemdir. Felsefenin genel olarak üç tür yöntem kullandığını söylemek yanlış olmaz: Sokratik yöntem, tüm olasılıkları tüketme yöntemi ve rasyonel diyalog yöntemi.

    Sokratik yöntem, temelde iki amaca matuf olarak kullanılır: zihindeki fikirleri doğurtmak ve o fikirlerin gelişerek incelenen temanın neliğinin keşfine ulaşmasını sağlamak. İlk aşama için takip edilen yol, inceleme temasına dair soru sormaktır. Diğer bir ifadeyle, o temaya dair cevabı doğrudan vermekten ziyade muhatabın kendisinin cevabı bulmasına yardımcı olmaktır. Sokrates’in ifadesiyle, fikirlerin doğuşuna ebelik etmektir. O sebeple uygun soru sorarak muhatabın zihnindeki o hususa dair fikri paylaşması sağlanır. Örneğin “Adalet nedir?”, “Bilgi nedir?”, “Güzel nedir?” tarzında sorular sorarak bu konularda muhatabın zihnindeki fikrin gün yüzüne çıkmasına zemin oluşturulur. Fakat gün yüzüne çıkan fikrin o sorunun uygun cevabı olup olmadığı ancak ilişkili ilave sorular ile ortaya konulabilir. Bu da Sokratik yöntemin ikinci aşamasıdır. Bu adım ile hedeflenen, muhatabın, aşikâr olan fikrinin eksikliklerini görmesini sağlamaktır.  Böylece kendisine soru sorulan kişi, bu sorular vasıtasıyla kendi çabasıyla uygun bir cevaba ulaşabilecektir.

    İkinci yöntem, tüm olasılıkları tüketme yöntemidir. Felsefe, herhangi bir felsefi problemle ilgili mevcut felsefi açıklamalar ile yetinmez. Çünkü her felsefi açıklama belirli bir zaman ve mekâna/kültüre gömülü olan filozoflar tarafından üretilir. Şüphesiz birçok felsefi problem zaman periyotlarıyla, yani çağlarla sınırlı değildir. Özgürlük problemi, adalet problemi, etik problemler, hayatın ve ölümün anlamı, kötülük problemi, adaletli bir siyasal sistem problemi gibi birçok felsefi problem her dönemi meşgul eden problemlerdir. Kölelik problemi gibi bazı problemler ise dönemlerle sınırlı olabilir. İster zamanı aşsın isterse dönemsel olsun, felsefi problemler, belirli bir zaman diliminde ve belirli bir kültür havzasında yetişmiş olan filozoflar tarafından ele alınıp uygun çözümler bulunmaya çalışılmıştır. O sebeple üretilen her cevap bazı kısıtlar içerdiği için, söz konusu sorunun ufkunu tamamen kuşatamayabilir. Bir örnek vermek suretiyle bu hususu biraz somutlaştırmaya çalışalım.

    “İnsan nedir?” sorusu bağlamında farklı cevaplar mevcuttur. Bu yöntemin nasıl işlediğini göstermek için bu soru üzerinden ilerlemeye çalışalım. Bu soruya verilen cevaplardan bir tanesi, “insanın sadece ruhundan ibaret olduğu”; bir diğeri ise, “insanın sadece maddeden/bedeninden ibaret olduğu” olabilir. Üçüncü bir alternatif, insanın “beden ve ruhun birleşiminden ibaret olduğu” şeklinde olabilir. Ama felsefe bu cevaplarla tatmin olmadan aynı soru üzerine yeniden ve yeniden düşünmeye devam eder. Sonrasında, “insanın temel olarak maddi bir yapıya sahip olduğu ama bu maddi yapının sebep olduğu ama ona da indirgenemeyecek bir akli yapısının da bulunduğu” cevabına ulaşabilir. Bununla da yetinilmeyebilir. “İnsanın sadece niteliklerinin toplamından oluştuğu, ne ruh ne de bedenin temel olduğu” iddiası dile getirebilir.

    Görüldüğü üzere aynı soru etrafında birçok cevap üretilmiş oluyor ama bu cevaplar aynı filozof tarafından değil, bazıları aynı dönemlerde bazıları ise takip eden dönemlerde olmak üzere farklı filozoflar tarafından iddia ediliyor. Her bir filozof aynı soru üzerinde düşünürken onun etrafında oluşan düşünsel birikimi dikkate almak suretiyle cari açıklamaların eksiklerini göstererek ve kendi cevabını da gerekçeleri ile birlikte sunmaktadır. Diğer bir ifadeyle tüm olasılıkları tüketme çabası içine girer.

    Felsefenin kullandığı üçüncü yöntem ise, rasyonel diyalog yöntemidir. Bu yöntem, karşılıklı diyalog içerisinde, soruya ikna edici cevap üretmeyi hedefler. Bu yöntem ikisinin konuşmacıya, diğer ikisinin de dinleyiciye ait olduğu dört aşamadan oluşur. Konuşmacıya, “bir iddiada bulunma ve bu iddiayı gerekçelendirme” evreleri aitken; dinleyiciye de, “doğru bir şekilde anlama ve konuşmacının iddiasını geliştirmesine yardımcı olma” evreleri aittir. Şayet bu ilk etabın sonunda konuşmacı muhatabını ikna edebilirse, rasyonel diyalog nihayete ermiş olur fakat ikna edemezse o takdirde konuşmacı ve dinleyici rolleri değişir. Öncesinde dinleyici olan artık konuşmacı rolünde kendi iddiasını gerekçelendirilmiş bir şekilde sunarken, önceki etabın konuşmacısı olup artık dinleyici rolüne geçen kişi ise söz konusu iddiayı doğru ve tam bir şekilde anlamaya ve soruları ile konuşmacının iddiasını daha da temellendirmesine ve geliştirmesine yardımcı olur. Şayet bu etapta dinleyici konuşmacı tarafından ikna edilirse, diyalog sona ermiş olur. Eğer bir ikna söz konusu olmaz ise nihai bir uzlaşıya kadar roller sürekli değişmek suretiyle diyalog devam eder. En nihayetinde, ortak bir fikre ulaşmak her zaman mümkün olmayabilir ama her etap aşıldıkça hem konuşmacı hem dinleyicinin problem etrafındaki ufukları genişler ve bu ufukların kesişim alanları da artar.

    Felsefi Bilginin Nesnesi Bakımından Farklılığı

    İnceleme konusu ve kapsamı bakımından da felsefe, doğa ve sosyal bilimlerden farklılaşmaktadır. Doğa bilimlerinin ve sosyal bilimlerin her birinin inceleme nesnesi belirgin ve sınırlıdır. Örneğin fizik bilimi madde ve enerji arasındaki ilişkileri ampirik olarak incelerken, kimya bilimi maddenin yapısını, özelliklerini ve dönüşümlerini, biyoloji ise canlıların yapısını, işlevini, evrimlerini ve etkileşimlerini inceler. Sosyal bilimlerden sosyoloji, toplumsal olay ve ilişkileri incelerken, psikoloji insan davranışlarını, tarih bilimi ise geçmişte vuku bulan olayları incelemektedir. Tüm bu örnekler, her iki tür bilim alanında da bilim dallarının kendi temalarını belirlediğini, kendi yöntemleri dâhilinde incelemeye tabi tuttuklarını göstermektedir. Fakat bu iki tür bilime nispetle felsefenin teması ve kapsamı pek belirli ve sınırlı değildir.

    Felsefe, doğa ve sosyal bilimlerinin her birinin odaklandığı temaların temel problemlerini kendisine inceleme konusu yapabilir. Nitekim genel olarak bilim felsefesi, özel olarak da biyoloji felsefesi, fizik felsefesi ya da matematik felsefesinden bahsedilirken diğer taraftan genel olarak sosyal bilimler felsefesi yapılmaktadır. Heidegger’in de ifade ettiği gibi bu ontik bilimler kendi temel problemlerini o bilimin sınırları içinde kalarak çözememektedirler.[2] Ancak o alanın felsefesi, bu hususlara yoğunlaşarak çözümler üretmeye çalışır.[3] Diğer bir ifadeyle her bilimin ilkeleri ve kavramları felsefenin inceleme alanına girmektedir. Tabii ki burada o alanın uzmanı olan bilim insanının bu ilkeler ve kavramların incelemesini yapamaz diye bir kural söz konusu değildir. Ama o bilim insanı böyle bir bilimsel aktiviteye giriştiğinde o bilimin söz konusu bilim adamından beklediği değil, bilim insanının kendi özel ilgisinden kaynaklanan bir aktivite olmuş olur. Nitekim bir matematikçi hem alanının gerektirdiği şekilde matematikçi olduğu gibi aynı zamanda alanının felsefe ile ilgili olan kısımlarında felsefi çalışmalar yapabilir ama bu, o disiplinin matematikçiden beklediği bir aktivite değildir. Keza bir sosyolog, alanının gerektirdiği çalışmaları yaparken aynı zamanda felsefeye ilgisi bakımından sosyal bilimler felsefesi de yapabilir. Ama bu, sosyoloji disiplininin sosyologdan beklediği bir bilimsel çaba değildir.

    Bütün bu analizlerin sonucunda felsefi bilginin, her ne kadar kaynağı bakımından doğa ve sosyal bilimlerden farklılaşmasa da, türü, inceleme teması/nesnesi ve yöntemi bakımından söz konusu bilimlerden farklılaştığını görmekteyiz. Bununla birlikte felsefe, Kant’ın da bir bilgi alanının bilim olması için belirlediği kriterleri sağladığı için, bir bilim statüsünü kazanmış olmaktadır. Bir bilgi alanı, “kesin bilgiyi” verme ölçüsünden değil de ifade ettiğimiz kriterlerden hareketle değerlendirmeye tabi tutulduğunda felsefenin de bir bilim olduğu şüphe götürmez. Peki ne doğa ne de sosyal bilim olan felsefe hangi bilim alanına aittir? Türkçe literatürde genelde bu Beşerî Bilimler olarak adlandırılırken, İngilizce literatürde Humanities alanına dâhil edilmektedir.

    Makaleyi bitirmeden önce şu soruyu sormak icap eder: Felsefenin bir bilim statüsüne ulaşması daha makbul bir şey midir? “Bilim” olmaklığı önemseyen bir bakış açısı için şüphesiz cevap, “evet, öyledir” olacaktır. Ama Heidegger gibi filozoflar için bu pek de makbul bir şey değildir. Bunun nedenini de “düşünmek” ile “felsefe yapmak” arasındaki farkı irdelemeyi planladığımız incelememize bırakalım.

     

    * Doç. Dr., Marmara Üniversitesi Felsefe Bölümü

     

     

    [1] Immanuel Kant, Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe Prolegomena, çev. İoanna Kuçuradi ve Yusuf Örnek, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu, 2002, 13.

    [2]  Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, çev. Kaan H. Ökten, İstanbul: Alfa Yayınları, 2018, 29-33.

    [3] Bu hususu Alman Fizikçi ve filozof Carl Friedrich von Weizsäcker şöyle ifade eder: “Bazı temel soruların sorulmaması, bilimin metodolojik temel ilkelerindendir. Günümüzde yürütülen fiziğe uygun olarak maddenin ne olduğunu gerçekte sormaması, biyoloji için yaşamın gerçekte ne olduğunu sormaması, psikoloji içinse ruhun ne olduğunu sormaması bilimin karakteristik özelliğidir. Doğa bilimleriyle uğraşırken en zor soruları sormaya kalkışsaydık; çözümlenebilir soruları çözebilmek için gerekli olan bütün zaman ve gücü kaybederdik”. Bkz. Klaus Kornwachs, Teknoloji Felsefesine Giriş, çev. Sergül Vural Kara, İstanbul: Runik Kitap, 2021, 19.