İSLAM’DA HUKUK ZİHNİYETİNİN GELİŞİMİ VE FIKIH İLMİNİN TEŞEKKÜLÜ -II- HZ. PEYGAMBER VE ŞER’Î HUKUKUN TESİSİ


Nail Okuyucu*
Peygamberler tarihiyle ilgili Kuran ve hadislere dayalı bilgilerimiz, ilke olarak bütün peygamberlerin şeriat sahibi olduğunu, bazı peygamberlerin kendileriyle anılacak şeriatları bizzat vaz ederken diğer bazılarının onlara tabi olarak mevcut şeriatları sürdürdüklerini gösterir. Bu bilgiler etrafında şekillenen düşünceler ve geriye dönük tasavvurlar, bizi peygamberlik müessesesi ve şârilik yetkisinin kendisinde en kâmil surette tecelli ettiği Hz. Muhammet’ten (sav) hareketle geçmişe bakmaya sevk eder. Hâlbuki ne tarihen daha eski devirlerde yaşamış peygamberlerin şeriatları ne de görece yakın sayılan ve İbrâhimî geleneğin peygamberleri olarak bilinen Hz. Musa ve takipçilerinin şeriatları, İslamiyet’te görüleceği gibi bir siyasi-hukuki düzen ihtiva eder. Hz. Peygamber’in şâriliği gerek inşa ettiği hukuk zihniyeti gerekse bu zihniyet etrafında teşekkül edecek idari müesseseler bakımından eşsiz bir örneklik sunar. Hz. Peygamber ne uzun bir geçmişe dayalı olarak işlemekte olan bir devletin/nizamın büyük kanun derleyicisi veya hukuk kodu yazıcısı ne de felsefi öğretiler etrafında spekülatif hukuki önermeler üretmiş bir hukuk düşünürü idi.
Hz. Peygamber’in ilk muhatapları nazarında nasıl bir hukuk kaynağı ve kanun vazı olarak telakki edildiğine dair tetkikler, İslam şeriatına kaynak oluşuna dair değerlendirmelerin başlangıç noktası olarak almaya elverişlidir. Zira Efendimizin hedef aldığı ve dönüştürmek istediği hukuki telakki ve kabuller bütünü olarak toplumsal hafıza, Mekke-Medine ve çevresinde yaşayan Arapların hem fert olarak yaşamlarında hem de maşeri vicdanlarında yer etmiş hâldeydi. Hz. Peygamber’in bi’set öncesi hayatının en önemli hadiselerinden biri olan tahkim yani Kâbe’nin yenilenmesi esnasında hakemliğine başvurulması, Arapların bu müesseseye dair hafızalarının bi’set sonrasında dönüşeceği nokta açısından oldukça sembolik bir geçiş noktası teşkil eder.[1] Hz. Peygamber, Mekke’nin ileri gelen kabilelerini hiçbir hukuki-siyasi yetkisi veya idari bir salahiyeti olmamasına karşın verdiği karara razı etmişti. Hz. Peygamber’in bi’set sonrasında müminler nezdinde yegâne hüküm ve karar merci olarak kabulünü emreden ayetlerde buna açıkça değinilmekte ve Efendimizin İslam öncesi hakemleri gibi telakki edilmemesi kesin bir dille emredilmektedir. Bu ayetlerden biri şöyledir: “Hayır, rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu kabullenmedikçe ve boyun eğip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisâ, 4/65)[2] Hz. Peygamber’in vahye dayalı bilgisi ve konumunun Arapların gaybla irtibata dair inanç ve kabulleri ile gayba muttali olabileceğine inanılan kişiliklerden özenle ayrıştırılması sadedinde Kuran’ın “ne bir şair ne de bir kâhin sözü” (Hâkka, 68/41-42) olmadığı vurgulanırken, teşriî yetki ve konumu da bu ayetlerle belirgin kılınmıştır. Hz. Peygamber’in hükmüne boyun eğme gereğini bildiren ayet, Medine döneminde kendisinin otoritesi tartışılmaz bir hukuki merci olarak kabulünü tahkim etmek üzere inmiştir.
Hz. Peygamber’in hukukun kaynağı ve de uygulayıcısı olarak kendi konumunu belirgin kılışı açısından ganimet taksimi uygulamaları sarih bir örneklik sunar. Cahiliye devrinde kabileler arasında cereyan eden gayri nizami çatışmalar ve baskınlar neticesinde elde edilen ganimetler, kabile reisleri ve mensupları arasında paylaşılırdı. Bu paylaşım, yerleşik kurallara dayanmamakta olup reise tanınan ayrıcalıklarla baskına katılan çapulcular arasında bir güç ve öncelik dengesi içinde yürürdü. Kabile reisi sürece hâkimse ganimetin beşte dördünü kendi uhdesine alır, ayrıca taksim öncesinde safî, neşît, mirbâ gibi adlarla anılan hususi paylara sahip olurdu. Hz. Peygamber meşru savaş ve çatışmanın kurallarını belirlediği gibi ganimet taksimi hakkında gelen sorulara cevaben inen ayetlerle taksimin esaslarını da vaz etti. Buna göre, ganimetin beşte biri (humus) taksim dışında tutulacak ve kalan kısmı savaşa katılanlar arasında pay edilecektir. Bu beşte birlik tahsisat ise Allah ve Resulü ile yakınlar, yetimler, fakirler ve yolda kalmışlar arasında paylaşılacaktır. Resûlullah, kabile reislerinin uygulamalarından sadece safîyi ibkâ etmiştir.[3] Ulema, bunun Hz. Peygamber’e mahsus bir hak olduğu ve kendisinden sonraki idarecilere böyle bir yetki verilmediği kanaatindedir. Efendimiz ganimet uygulamalarıyla Cahiliye devrindeki önderlik, riyaset ve kazanılmış hak mefhumlarını kişisel ve değişken bir zeminden çekip kurumsal, sabit ve hükmî bir statüye kavuşturmuş; bir kabile reisi gibi davranmayarak bütün kamunun hakkını gözetecek bir tatbikatın ilkelerini belirlemiştir.
Hz. Peygamber’in şer’î hukuku tesis süreci, ilk muhatapları konumundaki Arapların hukuki varlığın zemini olan kişilik ve ferdiyetin kazanımına dair temel kabulleri ve bu çerçevede oluşmuş davranış biçimlerinin dönüştürülmesi ile başlamıştır. Cahiliye devri Arap toplumunun birincil aidiyet zemini olan kabile, anlam ve değer dünyasının en başat unsuru olmanın yanı sıra haklar ve vecibelerin kaynağı ve muhatabı olarak da telakki edilmekteydi. Mekke devrinde inen ayetler boyunca Resûlullah (sav) insanlara kabilenin haricinde ve fevkinde bir merciin varlığını idrake yönelik telkinlerde bulundu.[4] Bu süreçte insanlar, kişiliklerini kabileye değil onu da kapsayan ve onun da var edicisi olan bir meşruiyet ve otorite kaynağı olarak En Yüce Varlık’a inanmaya davet edildi. Kuran vahyi yarımada sakinlerinin zihinlerinde kabileciliğin haiz olduğu mevkii felsefi ve varoluşsal düzeyden yani tüm insanların varlıklarını, haklarını ve yükümlülüklerini borçlu oldukları bir kaynak olmaktan ayırarak daha basit işlevlere sahip bir örgütlenme biçimi olduğunu kabule doğru adım adım aşağı indirdi. İşte bu esnada sık sık hatırlatılan Allah’a ve Resulüne itaat emri, Allah’ın aşkın ve uzak bir yaratıcı olarak kabulünün ötesinde, itaat edilecek ve hesap verilecek bir Rab olduğunun ilanı ve gayb âleminin görünmez-duyulmaz sahibine olan bağlılığın şehadet âleminin görülür-duyulur temsilcisine bağlılıktan geçtiğinin bildirilmesi, hak ve hukukun aşkın kaynaklığını ikrar etmeye sevk etti. Bu ikrar ile birlikte Resûlullah mübelliğ vasfının yanında “Şâri”liği de kabul edilen; kural koyucu, günümüz tabiriyle yasama gücüne sahip yeni bir politik iktidarı tesis etti. Bu noktada bir “beşer”in yasama gücüne ve politik iktidara sahip merkezi bir figür olarak kabulü önem arz eder. Allah Resulü bir kral, bir imparator veya melik olarak değil; bir “nebi” olarak Şâriliği bu boyutlarda nübüvvet ve dolayısıyla da bütün bir insanlık tarihinde ilk kez inşa etmiş olduğu için “Eşrefü’l-enbiyâ” ve “Hâtemü’l-enbiyâ”lık unvanı hukuki açıdan da muhtevaya kavuşmuş oldu.
Hz. Peygamber’in İslam inancı ve bu doğrultuda seyredecek şer‘a/hukuka bağlılık fikri etrafında bir medeni hayatı inşası, takibi mümkün birkaç adım hâlinde ilerlemiştir. Resûlullah içeriden dışarıya doğru genişleyen aidiyet ve birlik halkaları tesis ederek İslam hukukunun kuruluşunu iradi bir toplumsal varlık alanında sergiledi. İlk adım, Müslümanların kendi aralarında akdedilen Muâhât/Kardeşlik Sözleşmesi’dir. Resûlullah hicretten yaklaşık beş ay sonra ilk önce bazı muhacirleri kendi aralarında, daha sonra da ensardan bazı kimselerle kardeş ilan etti.[5] Kardeş ilan edilenlerin sayısıyla ilgili rivayetler farklılık taşımakla birlikte, yaklaşık yüz kişi muâhât ile birbirlerine bağlandı. Hz. Peygamber’in muhacir ile ensarı eşleştirirken söylediği, “İslam’da hilf yoktur, din kardeşliği vardır,” hadisi yine İslam öncesinde mevcut yarı kurumsal bir geleneğin dönüşümüne dair işaretler barındırır.[6] Araplar gerek kabileler arasında gerekse müstakil fertler arasında yardımlaşma, dayanışma ve himaye amacıyla yapılan ittifak yeminini hilf diye adlandırırlardı. Merkezî bir siyasi otoritenin ve örgütlü bir hukuki yaptırım düzeninin olmadığı Arap toplumunda ittifaklar bu şekilde yapılıyordu. Resûlullah müminler üzerinde mutlak otorite sahibi olduğu için inananları birbirine din kardeşliği bağıyla raptetmiş ve kendi otoritesi haricinde yapılabilecek anlaşmaların önünü kapamıştır. Muâhât inanç birliğine dayalı akidevî yahut duygusal bir bağlılıktan ibaret olmayıp hukuki bir içeriği de bulunan kurucu bir sözleşme olarak görülmelidir. Zira kardeşler arasında diyet ve fidyeye iştirak yükümlülüğü ve hatta mirasçılık hakkı dahi bulunuyordu.[7] Resûlullah muâhât esnasında kendisine bir kardeş/hami tayin etmemiştir zira hicret öncesindeki Akabe Biatları’nda Medineli müminler kendisine bir bütün olarak himaye sözü vermişlerdi. Bu söz, Hz. Peygamber’in hakiki konumunun yanı sıra inananlar nezdinde manevi ve hükmi konuma da sahip oluşu açısından da kayda değer bir gelişmedir. Hz. Peygamber, müminleri bir araya getiren ve onları bir anlamda var eden inancın mübelliği olarak şahsi bir statüye sahip biri olmanın çok daha fevkinde görülmekteydi. Muâhât farklı kabileler ve şehirlerden gelen müminleri Medine İslam toplumunun eşit mensupları olarak bir araya getirmiş ve şer‘a bağlı düzenin ilk halkası bu şekilde tamamlanmıştır.
Hz. Peygamber ikinci adımda Medine’nin müslim gayrimüslim bütün ahalisini bir araya getirecek bir pakt tesis etti. Resûlullah, şehirde yaşayan bütün unsurları günümüzde “Medine Sözleşmesi” diye bilinen ancak klasik kaynaklarda kitâb, sahîfe, muâhede gibi adlarla anılan bir metin etrafında toplayarak siyasi-hukuki otoritesinin sınırlarını müminleri aşıp Medine’nin bütün ahalisini içine alacak bir vüsata taşıdı. Hicretten bir süre sonra ve kuvvetle muhtemel Bedir Gazvesi’nden önceki bir vakitte, Hz. Peygamber muhacir ve ensardan Müslümanlar ile Medineli olup hâlen İslamiyet’i benimsemeyen Araplar ve Medine’de çok uzun zamandan beri sakin olan üç büyük Yahudi kabilesinin temsilcilerini bir araya getirdi. Müslümanlar sayıca azınlık durumunda olmalarına rağmen Hz. Peygamber kendi önderliği etrafında bir anlaşmaya bütün tarafları ikna etti. Bu vesikanın tanzimiyle muhacir ve ensarın dayanışması daha da ileri taşınmış ve hukuki güvence altına alınmış, can, mal ve ırz güvenliğinin taahhüt altına alınmasıyla dâhildeki kan davaları yasaklanmış, hariçten gelecek saldırıların engellenmesi adına bütün unsurların birleşmesi için söz alınmıştır. Vesikanın girişindeki cümleler, alışılmış kabile yapısının ötesinde yeni bir toplumsal birime işaret eder. Burada Mekkeli, Medineli ve diğer yerlerden gelen Müslümanlara “diğer insanlardan ayrı bir ümmet” statüsü tanınır. Kuran’da özellikle Mekkî ayetlerde sıkça geçen ve “belli bir peygambere iman edenler topluluğu’ anlamında kullanılan ümmet kelimesi böylelikle siyasi ve hukuki bir anlam daha kazandı. 47 maddeden oluşan vesikanın on maddesi cana yönelik haksız fiillerin tazmini yani öldürme ve yaralama suçlarından doğan diyetin kişilerin mensubu olduğu kabilelerce üstlenmesiyle ilgili olup âkıle müessesesini tescil eder. Bir arada yaşamı tehdit eden birincil risk cana yönelik haksız fiiller yani öldürme ve yaralama suçları olduğu için maddelerin büyük kısmı diyetle alakalıdır.[8] Ümmeti teşkil eden fertlerin birbirine eşit sayılması yeni hukuki düzenin bir diğer ilkesini açığa vurur: “Allah’ın zimmeti, himaye ve teminatı tektir, dolayısıyla müminlerden -yetki bakımından- en aşağı derecede olan birinin kabul ettiği himaye onların hepsini bağlar, zira müminler birbirinin kardeşidir.” (md. 15)
Medine Vesikası fertleri kabileleri üzerinden muhatap alıyor gibi görünmekle birlikte cana karşı işlenen suçlarda kastı kişi veya kabileye yönelik görmeyerek anlaşmaya taraf olan bütün topluluklara karşı işlenmiş bir suç olarak genişletmiştir. Bu gelişme, merkezî ve düzenli bir hukuk etrafında birleşme inisiyatifinin en önemli adımıdır. Hz. Peygamber bu anlaşmayla bir taraftan Medine merkezli otonom bir idare tesis etmiş, diğer taraftan denetim ve yaptırımı kendi uhdesinde toplayarak inşası için yola çıkılan hukuk sisteminin henüz ilk adımını merkeziyet çizgileri içinde atmıştır. Bu sayede kişiler haklarını kendinden menkul sayamayacakları için şahsi öç almanın önü kesilmiştir. Şöyle ki; bir suç işlendiğinde evvelemirde Allah’ın hakkı (hukūkullah) ihlal edildiği için cezaî müeyyideler (ukūbat) kişilere bırakılmamış, Allah’ın emrini yerine getirecek olan bir kuruma devredilmiştir. Bu kurum hâlihazırda Hz. Peygamber’in şahsında temessül etmekte olup tam manasıyla manevi bir şahsiyete dönüşmemişti. Hz. Peygamber bütün taraflar üzerinde otoritesini kabul ettirmekle ilke olarak bütün anlaşmazlıklarda nihai merci hâline gelmiştir. Hz. Peygamber’in bu şekilde zuhuru, Arapların kendi tarihsel hikâyeleri açısından eşsiz bir tecrübe olduğu için onlar açısından muazzam bir iftihar vesilesine dönüştü.[9]
Resûlullah, muâhât ve vesika icraatları vesilesiyle ilk aşamada Medine’de yürürlüğe giren merkezî bir hukuki yapının çekirdeğini tesis etmiş oldu. Bu yapı siyasi hâkimiyetin yayılmasına paralel olarak Mekke, Tâif ve diğer şehirler ile ülkelere de taşınacak ve fetihlerle birlikte müthiş bir dönüşüm yaşanacaktır. Medineli bütün unsurlar aralarındaki anlaşmazlıkları kendi içlerinde gideremedikleri takdirde Hz. Peygamber’e müracaat etmek durumunda kaldılar. Böylelikle Resûlullah hem yargılama mercii hem de yargı kararını uygulayacak bir iktidar erki olarak kendisini herkese kabul ettirdi. Yargıya müracaat esas hâle geldiği için kişisel muhakemeler yerini yetkili makamlarca yürütülecek sorgulamalara bıraktı. Hukuk zihniyetinin yerleşmesi açısından en önemli husus, gayba iman esaslı bir siyasi-hukuki otoritenin teşekkülü ve ilahi iradeye dayalı bir teşrî sürecinin benimsenmiş olmasıdır. İşte bu İslam hukukunun varlık kazanmasını ve Hz. Peygamber devrinden itibaren kesintisiz bir şekilde sonraki yüzyıllara aktarılabilmesini sağlayan esastır. Bu devamlılık, sahabenin Hz. Peygamber’in şâriliğini Sünnet mefhumu etrafında tecrit edişiyle mümkün olacaktır.
*Doç. Dr., Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi.
[1] 605 yılında Kâbe Kureyşliler tarafından yeniden inşa edilmiş ancak Hacerülesved’in yerine konulması hususunda anlaşmazlık çıkmıştı. Kureyş ileri gelenlerinden Ebû Ümeyye b. Mugīre, Benî Şeybe Kapısı’ndan Kâbe’ye ilk girecek kimsenin vereceği karara uyulmasını teklif etti. O vakitte otuz beş yaşlarında olan Hz. Peygamber kapıdan girdi, Hacerülesved’i bir örtü içine koydu, bütün kabile reislerinin iştirakiyle örtüyü kaldırdı ve taşı kendi eliyle yerleştirdi. Verdiği karar ve bulduğu çözüme itiraz eden de çıkmadı. Bk. Mustafa Fayda, „Muhammed“, TDV İslam Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/muhammed#1-hayati (13.02.2025).
[2] Bu ayetin biraz öncesindeki bir diğer ayette yine bu emir varit olmuştur: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin, sizden olan ülü’l-emre de. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu, Allah’a ve peygambere götürün. Bu, elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır hem de en güzelidir.” (Nisâ, 4/59)
[3] Ganimetin taksimi öncesinde Hz. Peygamber’in kendisi için seçtiği şeye köle, elbise, kılıç vb. şeylere safî denir. Bk. Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Harâc, s. 33 (Kahire: el-Mektebetü’l-Ezheriyye li’t-türâs).
[4] Bu ilke, İslamiyet’in ilerlemesiyle birlikte diğer toplumlarda mevcut bulunan, kabile ötesi sosyal ve siyasi organizasyonlara karşı da şer‘î hukukun varlığını kabul ettirici bir aksiyom olarak her daim Müslümanların zihninde varlığını sürdürmüştür. İslâm hukukunun modern hukuk düşüncesine karşı temelde ayrıştığı yer yine bu ilke ve ondan neşet eden kabullerdir.
[5] Bk. Hüseyin Algül, “Muâhât”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/muahat (15.02.2025).
[6] Hz. Peygamber’in “İslam’da yoktur / Lâ … fi’l-İslâm” diye başlayan hadisleri, İslamiyetin gerek akide gerek hukuk bakımından getirdiği dönüşümler açısından oldukça mühim cümlelerdir. Bu hadislerden bazıları şöyle: “İslam’da zarar ve mukabele bizzarar yoktur / ruhbanlık hayatı yoktur / hadım etme yoktur / şığâr (bir tür berdel) evliliği yoktur / meşru nikâh içinde doğmamış çocuğun nesebini sahiplenmek üzere iddiada bulunmak yoktur / kamunun istifadesine sunulmuş malların (haksız yere) belli kişilere tahsisi yoktur.”
[7] Muâhâtın ilk senesinde geçerli olan mirasçılık hakkı, Bedir Savaşı akabinde nâzil olan ayetlerle neshedilmiştir (Enfâl 8/72 ve Enfâl 8/75 âyetleri bu hükümleri bildirir).
[8] Medine vesikası ve âkıle müessesesi hakkında bk. Mustafa Özkan, „Medine Vesikası“, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/medine-vesikasi (05.03.2025); Kâşif Hamdi Okur, İslam Hukukunda Sosyal Sorumluluk: Âkıle Örneği, İstanbul: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2017.
[9] Meşhur bazı hakemler biraz efsanevi karakterlere dönüşmüş olsa ve hikayeleri anlatılsa bile cahiliye döneminde Hz. Peygamber gibi birisi olmadığı için özellikle Medineliler Yahudilere karşı bir kompleks içindeydi. Çünkü geçmişlerinde bir şari-peygamber ya da kral-peygamber yer almamaktaydı.