TAHA ABDURRAHMAN KİMDİR? KISA BİR GİRİŞ


Harald Viersen*
Çağdaş Arap düşüncesi üzerine yaptığım tez çalışmamın üzerinden birkaç yıl geçmişti ki, yaptığım aramalarda Türkçe yayınlar karşıma çıkmaya başladı.[1] Bu makaleler, özellikle, o dönemde araştırmamın önemli bir parçası olan bir kişiyle ilgiliydi: Faslı filozof Taha Abdurrahman -ya da kısaca Taha, çünkü aslında soyadı bu. Konuyu biraz daha derinlemesine incelemeye başladığım zaman, gördüm ki Türkiye’nin bu entelektüele olan ilgisi birkaç akademik makalenin çok daha ötesindeydi. Taha ile yapılan kısa bir röportaj derlemesinin bir kitabı doldurabilecek uzunluktaki çevirisi ancak 2023 yılında İngilizceye çevrilmiş olsa da, Türk yayınevlerinden bir tanesi olan Pınar Yayınevi yıllardır Taha’nın eserlerinin çoğunu zaten Türkçeye kazandırmakla epey bir süredir meşguldü. Taha’nın Türkiye’de artan popülaritesine dair izlenimim, geçen sonbaharda İstanbul’u ziyaret ettiğimde ve yakın zamanda kendisinin de bizzat bu şehri ziyaret ettiğinde büyük bir yankı uyandırmış olduğu ve büyük kalabalıkları çevresinde toplamış olduğunu duyduğumda daha farklı bir boyut kazandı.
Şahsen ben Türk entelektüel ortamına yeterince aşina olmadığım için bu popülerliğin nedenleri hakkında derinlemesine yorumlar yapabilecek durumda değilim. Ancak bunun yine de beni biraz şaşırtmış olduğunu itiraf etmeliyim. Bunun nedeni ise Taha’nın bu ilgiyi hak etmediğini düşünmem değil. Aksine kendisinin Arap dünyasında en çok okunan ve hakkında en çok yorum yapılan çağdaş düşünürlerden biri olması hasebiyle ve İslam düşüncesini felsefi ve dinî mirasıyla ilişkili olarak yeniden yorumlamaya yönelik sufi meşrepli felsefi çıkış noktasının modern bir Müslüman ülkede, özellikle de kendi mirasıyla karmaşık ve çelişkili bir ilişki içinde olan bir ülkede neden bu denli ilgi çekici olduğunu gayet iyi anlayabiliyorum.
Bütün bunların dışında fikirleri oldukça orijinaldir. Kolayca hazmedilebilecek, tabiri caizse avami bir felsefe ortaya koymaz. Bazı yazıları aslında oldukça tekniktir ve hepsi son derece yapılandırılmış ve belki de bu yapısını muhafaza ederken aynı zamanda biraz da yineleyicidir. Hatta öyle ki onun felsefi projesi dilde, özellikle de Arap dilinde kök salmış bir yapıyı baz alır. Düşüncesini şekillendirmek ve Arap-İslam edebî mirasına bağlamak için gramer ve morfolojik yapılarını kullanarak ana dilini adeta yapısöküme uğratır. Dili, ana dili İngilizce olanlar için bile oldukça güç ve anlaşılmazdır. Bazı eserlerini İngilizceye çevirmeyi denemiş biri olarak şunu söyleyebilirim ki, kitaplarının tamamını herhangi bir yabancı dile tam anlamıyla çevirmek epey meşakkatli bir iş olacaktır.
Peki, onun felsefesinin hareket noktası tam olarak nedir? Onu bu denli çekici kılan nedir? Bunu anlamak için Taha’nın felsefeye girdiği ilk zamanlara kısa bir göz gezdirmek faydalı olacaktır. 1944 yılında sahil kasabası el-Cadida’da doğan Taha, hem babasının idare ettiği yerel mektepteki klasik İslami öğretiyi hem de ulusal okul sistemi aracılığıyla aldığı modern eğitimi birleştirerek büyüdü. El-Cadida ve Kazablanka’daki ilk eğitimini tamamladıktan sonra Rabat’taki Muhammed V Üniversitesinde felsefe okumaya başladı. Her ne kadar çalışmalarına 1960’ların başında başlamış olsa da, felsefesinin gerçek potansiyelinin 1967 Haziran’ında İsrail’in Arap ordularını Altı Gün Savaşı ya da Arapçada Haziran Savaşı olarak bilinen savaşta kısa sürede yenmesiyle uyanmış gibi görünüyor. Taha’nın hikâyesi, sömürgecilik sonrası Arap milliyetçiliğinin zirveye ulaştığı bir dönemde Arap ulusunun tamamen hüsrana uğradığını düşünen genç Arap entelektüellerinin kendilerini içlerinde buldukları bu tür bir ortamda başlar.
Bu askerî başarısızlığa felsefeye dönmek yoluyla bir tepki vermek kulağa biraz tuhaf gelebilir. Ancak bu tepki olağan dışı bir durum değildi. Arapların feci yenilgisinin ardından birçok entelektüel, toplumlarının açık, yaratıcı ve özgün düşünceye set çeken daha derin düşünce yapıları tarafından engellendiği sonucuna varmıştı. Arap düşüncesine yönelik bu eleştiriler, bazıları Arap devletlerini yöneten diktatör rejimleri, bazıları dinî otoritelerin gelenekçiliğini suçlar, bazıları samimi dinî inanç ve uygulama eksikliğinden yakınırken, bazıları da Arap sosyal, siyasi ve askerî zayıflığının asıl kaynağını “Arap zihninin” daha derin, anti-bilimsel yapılarında aramak gibi pek çok biçimde genişleyecekti.
Taha’nın fikrî dünyası bu söylemin aldığı genel yöne uymaktadır. Ancak, ilham almak için başvurduğu kaynaklar göz önünde bulundurulduğu zaman olaya aslında farklı bir perspektiften bakmış olduğu da görülecektir. Taha, 1970’ler ve 1980’ler boyunca Arap entelektüelleri arasında tartışmaların ana konusu hâline gelen Arap-İslam mirasına öncelikli olarak eğilmek yerine, daha sonra Arap-İslam mirası üzerine kapsamlı bir şekilde yazacak olmasına rağmen, başlangıçta Batı mantığı ve dil felsefesi çalışmalarına yönelmiştir. Batı felsefesine bu erken yönelişin ardındaki fikir, birçokları gibi onun da 1967’yi Batı’nın elinde bir yenilgi olarak görmesiydi. Bununla yüzleşmek için öncelikle bu düşmanı anlamak gerekiyordu ve düşmanı anlamanın yolu da onun düşünme biçimini anlamaktan geçiyordu, bunun için de onun mantığını incelemek gerekiyordu.
Bu amaçla Taha, 1960’ların sonunda Paris’teki Sorbonne Üniversitesinde okumak üzere Fas’tan ayrılır. Bu yolculuğun sonucunda ortaya çıkan ilk ana eseri, 1979’da yayınlanan “Langage et philosophie” (Dil ve Felsefe) adlı tezidir. Bu çalışma kısaca dil, düşünce ve ontoloji arasındaki ilişkinin kısa bir incelemesidir. Dil felsefesindeki çağdaş çalışmalara dayanarak, dilin aslında Varlığı -yani dünyayı- düşünceye aktarmanın bir yolu olduğunu göstermek için yola çıkar. Varlık, tezahürlerinde sonsuz derecede karmaşık olduğundan, herhangi bir dilin onu yontma biçimi zorunlu olarak kısmi olacaktır. Bu onun doğru olamayacağı anlamına gelmez, sadece bu dinamik gerçekliği bütünüyle yakalamayı asla başaramayacağı anlamına gelir. Dil, Kartezyen anlamda dünyayı temsil edemez, onu yalnızca belirli bir biçime dönüştürebilir.
Bu görüşün sonucu, her dilin kendi dünya görüşüyle karşı karşıya kalması nedeniyle tam bir görecelilik noktasında kalıyor gibi görünebilir. Ancak Taha’nın vardığı sonuç tam olarak bu değildir. Daha ziyade, dillerin çokluğunu insanlığın farklı diller aracılığıyla hakikati çok yönlülüğü içinde kavraması için bir fırsat olarak görmektedir. Bunlar daha sonra birbirlerine çevrilerek farklı bakış açılarını oluşturabilir, birbirine bağlayabilir ve birtakım yeni kavrayışları ortaya çıkarabilir. Ancak bu çeviri, çeviri yapılan dilin orijinal yaratıcı itkisini korumak için büyük bir dikkatle yapılmalıdır. Taha’ya göre dillerin kendi mantıkları, kendilerine özgü bir bakış açısı sunan kendi sistemleri vardır ve yabancı unsurlar ister istemez içine girdikçe yozlaşması kaçınılmaz olabilir. Bu nedenle, Taha’nın üzerine eğileceği diğer bir önemli mesele, felsefenin hedef dilin orijinal kaynaklarını koruyacak şekilde nasıl çevrilebileceğiyle ilgilidir.
Bu noktada Taha’nın argümanının genel olarak dil ve düşünceyle ilgili olduğu ve Batı’yı eleştirel bir şekilde analiz etmeye yönelik erken dönem ilgisini gözden kaçırdığı düşünülebilir. Ancak derinlemesine bakıldığı zaman durum tam olarak böyle değildir. Bu erken dönem çalışmasında bile görürüz ki Batı felsefesi bir düşman ya da aşılması gereken bir engel olarak karşımıza çıkar. Taha Batı felsefesi ile çoğu Avrupa dilinin yapısı arasındaki ilişkiyi tartışırken, bu yapıların Batılı düşünme biçimlerine iyiden iyiye sızdığını iddia eder. Özellikle, Batı’nın ontolojiye, yani Varlığın incelenmesine olan takıntısının, bu dillerde “olmak” [to be] fiilinin oynadığı kendine özgü ve merkezî rolün bir etkisi olduğunu iddia eder. Örneğin İngilizcede “kadının uzun boylu olduğunu” ifade etmek için bu fiili kullanmak gerekirken, Arapça veya Türkçe gibi diğer birçok dilde buna gerek yoktur.
Bu dilsel tuhaflık, “varlık” hakkında felsefe yapma eğilimine yol açmış, bu da bizi dinamik süreçlerden ziyade sabit özler açısından düşünmeye eğilimli bir felsefi dünya görüşüyle karşı karşıya getirmiştir. Buna bağlı olarak, Arapça gibi fiil merkezli bir dille ilişkili daha doğal pratik ve dolayısıyla etik düşünme eğiliminin aksine, ontoloji ile teorik bir meşguliyete yol açmıştır. Son olarak, Batı düşüncesinin ontolojik eğilimi ve sabit özler açısından düşünmesi, evrenselci hakikat iddialarının temelini oluşturmaktadır. Dünyayı parçalara ayırma iddiasında olduğu için, pek çok Batılı filozof kendilerininkinin pek çok bakış açısından yalnızca biri değil, her türlü yerel anlayış biçimini geçersiz kılan tek doğru gerçeklik görüşü olduğu noktasında mutabık olmuştur.
Esasen bakıldığı zaman Taha’nın daha sonraki felsefesinin bütün bir damarını olmasa da çoğunu bu erken dönem eserinde bulabiliriz. Daha sonraki çalışmalarından bazılarında çevirinin merkezî önemine daha önce değinmiştim, ancak felsefesinin eşit derecede önemli ve ilgili bir parçası da evrenselciliğin reddedilmesi ve Arapların ve Müslümanların kendi dilleri ve miraslarına dayanan kendi özgün felsefelerini geliştirme hakkının talep edilmesidir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, onun bu hakkı, herkesin kendi otantik kimliğini ifade etmesine yönelik genel bir çağrıya, yani bir tür kimlik siyasetine değil, insanların bilgiyi nasıl edindiğine dair daha temel bir düşünce çerçevesine dayandırmasıdır. Farklı kültürel ve dinî miraslar, farklı dillerle birleşerek etrafımızdaki dünyanın sonsuz karmaşıklığı hakkında farklı görüşler sunduğundan, bu özgün seslerin geliştirilmesi daha eksiksiz bir anlayışa giden yolun ta kendisi olacaktır. İyi çeviri uygulamalarıyla birleştiğinde, dile dayanan bu felsefe basitçe felsefe yapmanın ne anlama geldiğini de daha anlaşılır kılacaktır.
Çeviri ve dil konusundaki bu temel kaygıdan dolayıdır ki Taha, çoğunu kendisinin bulduğu Arapça kelimelerin kullanımı konusunda oldukça titiz davranmıştır. Sami dillerinde kelimelerin üç harfli bir fiil kökünden türetildiği morfolojik ilkeleri, aynı kökten gelen kelimeler arasında ince ayrımlar yapmak ve farklı köklerden türetilen kelimeleri bir araya getirmek için kullanır. Kelimelerle oynadığı ve onları birbirine bağladığı bu oyunda, çocukluğundan beri yakınlık duyduğu şiirsel dile olan tutkusunu da görürüz. Bu durum, modern felsefi terminolojinin kendine özgü çevirileriyle birlikte, genellikle biraz eskimiş sözcük dağarcığının son derece özel kullanımıyla birleştiğinde, yazılarının anlaşılmasını ve tercüme edilmesini oldukça zor hâle getirmektedir.
Fransızca çalışmalarında henüz ortaya çıkmayan (ancak onlar tarafından ima edilen) bir husus, Taha’nın 1980’lerin sonu ve 1990’lardaki Arapça yazılarında oldukça erken geliştirdiği bir akıl modelidir. Taha üç akıl biçimi arasında ayrım yapar. Aklın ilk ve en alt biçimi, pratik (etik) kaygılardan soyunmuş, soyutlanmış akıl olarak adlandırılan akıldır. Bu, deneyimlediğimiz tüm dünyanın ilke olarak fiziksel olaylar açısından açıklanabilir olduğu modern bilimsel dünya görüşüyle uyumlu olan akıl türüdür. Olması gerekeni söylemenin herhangi bir yolunu sunmadan yalnızca olup biteni tanımlaması anlamında normatif olarak boştur.
Taha’ya göre bunun bir seviye üstünde, bu normatif boyutu içeren bir akıl yatmaktadır. Bu akıl “güdümlüdür”, yani vahiy tarafından yönlendirilir. Desteklenmiş akıl, dünyanın fiziksel olaylar açısından faydalı bir şekilde açıklanabileceğini inkâr etmemesi anlamında aklın daha düşük, soyutlanmış biçimini kapsar. Bununla birlikte, insanların nasıl davranmaları gerektiğine dair genel kılavuzlar sağlayan etik bir boyutu eklemeyi de ihmal etmez. Bu bir tür gelişme olsa da, yine de aklın en yüksek biçimi değildir. Bu, Taha’nın desteklenmiş akıl dediği şey için ayrılmıştır. Burada rasyonel bireyin pratiği yalnızca genel ilkeler tarafından yönlendirilmekle kalmaz, aynı zamanda eylemleri bu ilkelerin herhangi bir özel durumda nasıl uygulanması gerektiğine dair özel içgörüler tarafından da desteklenir.
Taha’nın üzerinde durmasından da anlaşılacağı üzere, bu tür bir “destek” ancak mistik bir kavrayışla elde edilebilir. Tasavvuf yoluna girerek birey, bilimin soyutlanmış aklı tarafından yakalanan görünüşlerin ardında yatan gizli anlamlar aracılığıyla kendisine yöneltilen özel talepler hakkında bir bilgi sahibi olabilir. Aklın bu son biçimi, bir durumun ayrıntılarına ve kişinin bu durumdaki yerini göz önünde bulundurduğu için asla tam veya sabit olamaz. Dilin yakalamaya çalıştığı dünyanın süregelen çok çeşitli tezahürleriyle hemhâl olabilmek devam eden bir süreçtir.
Felsefesinin dinî ve mistik yönünü açığa çıkaran bu yönelim -Taha aslında Budşişiye tarikatının önemli bir üyesidir- aynı zamanda modern Batı düşüncesine yönelik eleştirisini de bir ölçüde geliştirir. Soyutlanmış aklın kullanımını kabul etmesine rağmen, buna yönelik değerlendirmesi temelde olumsuzdur. Soyutlamaya odaklanması, etik bir boyutunun olmamasına neden olur ve işte bu eksiklik, Batı felsefi mirasına yönelik saldırısının temelini oluşturur. Bu saldırı, 2000 yılında yayımlanan Etik Sorunu adlı kitapla başlar. Bu kitapta ve sonrasındaki yayınlarında, modern Batı felsefi çerçevesinin insanları etik bir varlık olarak doğal hâllerinden nasıl uzaklaştırdığını tartışır. Dinini bir kenarda bırakmış olan modern Batı insanı, aklın ve dinin sağladığı genel ilkeleri ve bu ilkelerin mükemmel bir şekilde uygulanması için bireyi destekleyen mistik arayışı göz ardı ederek, kendisine Tanrı rolünü biçmiştir. Weberci ifadeyle, “büyüsüzleştirilmiş” bir dünya tasvir etmiştir ve bu Taha’ya göre felaket bir gelişmedir. Modern insan, derin anlamların olmadığı ve her şeyin esasen bilimsel materyalist terimlerle açıklanabilir olduğu bir dünyada yaşamaktadır. Bu dünyada, zalimce bir şekilde hüküm sürmektedir. Modern bilim ve teknolojinin sunduğu olanaklarla hem insan hem de hayvan üzerinde, ahlaki sınırlamalardan bağımsız bir şekilde hüküm sürmektedir. Bu durum, sonunda çevresindeki dünyanın yok olmasına yol açmakta, insanı mutluluk, tatmin ve hakikat yolundan uzaklaştırmaktadır.
Taha’ya göre bu yeni milenyumda önümüzde duran görev, özellikle de Müslümanlar için, bir alternatif sunmak, bir çıkış yolu bulmaktır. Dinî inanç ve etik uygulamalara dayanan ahlaki ilkeler üzerine kurulu farklı bir bakış açısı sağlamaktır. Bu rejim, bu dünyadaki yerimizi kavramanın yeni bir yolunu gerektirmektedir. Bu bakış açısını dile getirmek için Taha daha sonraki yazılarında sık sık “vesayet” ya da Taha’nın kendisinin çevirdiği şekliyle “emin bulunma, emanet” olarak tercüme edilebilecek “i’timan” terimini kullanmıştır. Bunun arkasındaki temel fikir, bu dünyanın Tanrı’nın eseri olduğu ve onun gerçek sahibinin yalnızca O olduğudur. İnsanoğlu onun vekili olarak atanmıştır ve bu nedenle dünyayı kullanmasına izin verilmiştir, ancak bu da elbette yalnızca O’nun belirlediği sınırlar içinde ve O’nun niyetlerine uygun şekillerde olmak şartıyladır. Bu dünyanın iyiliği ancak Kutsal Yazılara atıfta bulunarak genel olarak ve desteklenen aklın en yüksek, mistik biçimini geliştirerek en ince ayrıntısına kadar bilinen bu niyetlere kulak vermekle elde edilebilir. Birey ancak böyle bir refah dünyasında gelişebilir.
Bu emanet etiğinin sadece bir fikir ya da sembolik bir düşünce biçimi olmadığını vurgulamak önemlidir. Bu paradigmaya göre, insanoğlu gerçekten de Âdem’in soyundan gelmektedir ve Tanrı ile bir antlaşma yapmayı seçmesi onu doğası gereği özgür, sorumlu ve dolayısıyla etik davranan bir varlık hâline getirmiştir. Her ne kadar tüm dinler bu gerçeğin bir türünü bünyelerinde barındırsalar da, tek tanrılı dinler bu temel vesayet/emanet olgusunun daha açık ve dolayısıyla daha gelişmiş bir şeklini temsil eder. İslam, Yaratılıştaki ilahi anlamların en mükemmel açıklamasını sunmak hasebiyle yeri doldurulamaz bir yerdedir.
İlginçtir ki bu bakış açısı diğer dinleri hem kapsayıcı hem de dışlayıcıdır. Taha’ya göre tüm dinler içlerinde ahdin ilkel hakikatinin bir nüvesini taşır. Taha bunun Hindu tanrıları Brahma ve Saraswati ile İbrahim ve Sara’nın isimleri arasındaki benzerlikte görülebileceğini öne sürecek kadar ileri gider. Ona göre, sosyal sözleşme teorisinin seküler kavramları bile orijinal antlaşma fikri üzerine modellenmiştir. Yine de bu gelenekler birebir aynı değildir. Dinler arasında bir sıralama vardır ve İslam en üsttedir.
İşte tam da bu noktada Taha’nın felsefesi, farklı dillerin ve kültürlerin farklı bakış açıları sunduğu ve bunların kültürlerarası çeviri yoluyla uzlaştırılması gerektiğini öne süren daha önceki, daha evrenselci fikirden ayrılmaktadır. Artık etik bir dünya görüşüne açılan kapıyı sunan tek parametre tek tanrılı din, özellikle de İslam’dır. Çünkü İslam, bu dünyanın insanlığa emanet edildiğini ve tek Tanrı’nın insanlığın takip etmesi için belirlediği ahlaki anlamları ve yönü en açık şekilde ifade eden bir sistemle gelmiştir.
İslam geleneğinin bakış açısından bu tutum anlaşılabilirdir. Dahası, Taha’nın modern Batı felsefesinin evrenselci iddialarını ortadan kaldırma arzusu tam da buradan kaynaklanmaktadır. Zira Batı felsefesi, köken gözetmeksizin tüm insanlığa uygulanabilir düşünme biçimleri oluşturmaya çalışmaktadır. Ancak, bu tür bir çerçevenin tek tanrılı bir dine mensup olmayan, ancak binlerce yıllık köklü felsefi geleneklere sahip kültürlerden gelen milyarlarca insan tarafından nasıl karşılanacağı da sorgulanabilirdi. Bu, Taha’nın o kadar da üzerinde durduğu bir mesele değildir. Örneğin Asya entelektüel geleneklerinin ne sunabileceğine dair ayrıntılı bir bakış açısı sunma kaygısı da yoktur.
Benzer bir soru dil alanında da ortaya çıkmaktadır. Taha, dillerin farklı bakış açıları sunduğunu öne sürmektedir. Ancak en yüksek değer, yalnızca Kuran’ın dili olduğu için değil, aynı zamanda dünyanın altında yatan ahlaki yapıyı kavramaya yardımcı olan imalar ve metaforları en iyi şekilde kullanmaya elverişli olduğu için Arapçaya verilmektedir. Arap diline ve edebî mirasına hayran biri olarak, bu dilin ima gücünü ve mecazi potansiyelini inkâr edecek son kişi ben olurdum herhâlde. Bununla birlikte, Arapçanın tüm diğer dillere kıyasla üstünlüğüne dair bu kadar iddialı bir söylemde bulunma konusunda açıkçası ben biraz daha temkinliyim, zira çoğunu konuşmadığım diller hakkında kesin yargılara varmak benim için zordur.
Bu projeye yönelik diğer eleştiriler de arka planda kendini göstermektedir. Örneğin, Taha savlarını oluştururken kültürler, dinler, diller ve miraslar üzerine görece iyi tanımlanmış bir kavramsallaştırmaya dayanmaktadır. Oysa dünya düzensiz ve karmaşık bir yerdir. Diller ve kültürler değişir hem de bazen çok hızlı bir şekilde olur tür değişimler. Birbirleriyle etkileşime girer, dönüşür, dallanır budaklanır, yok olur ya da başka bir biçimde tezahür eder. Aynı şey insanlar için de geçerlidir. Bazılarımız birkaç dille büyürüz ve yaşlandıkça yeni yeni diller öğreniriz. Bir ülkeden diğerine taşınırız. Dinler arasında geçiş yaparız, başkalarından birtakım yeni şeyler öğreniriz. Bu, sınırların olmadığı ya da özgün bir İslami felsefenin nasıl oluşturulacağını düşünmenin anlamsız olduğu anlamına gelmez (nitekim yakın zamanda Taha’nın İslâm Düşünce Enstitüsündeki bir toplantısının başlığı da buydu). Ancak yaratıcı düşüncenin saf bir dil veya entelektüel miras kullanımına dayandığı fikrini bir ölçüde içinden çıkılamaz bir hâle getirmektedir.
Dahası, Taha’nın felsefesi ayrıntılar konusunda muğlak olduğu için epey ciddi eleştiriye muhatap olmuştur. Taha, eylem ve algılama biçimleri arasında her türlü ince ayrımı ortaya koyan titizlikle işlenmiş bir sistem sunarken, ne yapılması gerektiğine dair gerçek tavsiyelerde pek bulunmaz. Modernitenin hastalıklarına verdiği genel cevap, kişinin ahlaki karakteri üzerinde çalışması ve benliğini arındırması gerektiği yönündedir ve zaman zaman eşcinsel ilişkilerin kabul görmesinden ve modern toplumun çekirdek aileye yönelttiği tehlikelerden yakınırken daha esaslı, muhafazakâr etik bakış açısına dair bir fikir ediniriz. Onun ayrıntılı ahlaki programında bireyin yükümlülüklerinin tam olarak ne anlama gelmesi gerektiğine dair tartışma muğlaklığını korumaktadır. Muhtemelen bunun nedeni, bunun detaylandırılması gereken bir şey olmaması, yalnızca fıkhı takip etme meselesi olması ve mistik yolun bireysel talepleri tarafından desteklenmesi olabilir, ancak bu, ayrıntılı etik bir rehberlik bulmayı umarak kitaplarını araştırmak üzere olanları önceden uyarmak için yine de bir şeydir elbette.
Bu eleştirilere rağmen, Taha’nın felsefesi ilgi çekmeye devam etmektedir. Kendine özgü bir sesi olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. İlk günlerinden itibaren Arap dünyasında pek kimsenin aşina olmadığı felsefe biçimleriyle -modern mantık, dil felsefesi, analitik felsefe- ilgilenmiş ve Arapça modern bir felsefe ortaya koymak için bu fikirleri İslami entelektüel mirasla buluşturmak adına birçok şey yapmıştır. Ahlak felsefesi ayrıntıdan yoksun olabilir ve karşı fikirlere yönelik eleştirileri onun sunduğundan daha derin bir eleştirel angajman gerektirebilir. Bununla birlikte, genel itici güç takdire şayandır ve toplumlarımızın şu anda karşı karşıya olduğu birçok sorun göz önüne alındığında, bu dünyanın emanetçisi olarak kendi konumumuza dair daha mütevazı bir nosyona dayalı ahlaki çerçevelerimizi radikal bir şekilde yeniden düşünme çağrısı, hem İslam dünyasında hem de ötesinde etik söylem için ilginç bir başlangıç noktası sunmaktadır.
*Dr., Radboud Üniversitesi, Nijmegen.
[1] Bu makale Ali Tacar tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir.