YAPAY ZEKÂ VE TEKNOLOJİ ÇAĞININ SAPKIN ÖZÜ
Hans Ruin
Haziran 1938’de Martin Heidegger “Modern Dönem Dünya Resminin Tesisi” (Die Begründung des Weltbildes der Neuzeit) hakkında bir dizi konferans vermek üzere Freiburg’tan davet aldı. Bu konuşmaların mahsulü, Holzwege (1950) derlemesinde yer alan “Dünya Resmi/Sureti Çağı” (Die Zeit des Weltbildes) denemesi adıyla yayımlandı. Heidegger bu makalede daha sonraki çalışmalarında tekrar tekrar ele alacağı konuya, yani teknolojinin şu içinde bulunduğumuz tarih dönemi için ifade ettiği felsefi ve metafiziksel anlam meselesine ilk kez gönderme yapar. “Makine teknolojisi,” der Heidegger, “şu ana kadar modern teknolojinin özünün en gözle görünebilir filizi olarak duruyor” (Die Maschinentechnik bleibt der bis jetzt sichtbarste Ausläufer des Wesens der neuzeitlichen Technik). Teknik uzmanlığın ve ustalığın doğuşu günümüz dünyası için yalnızca muazzam ölçüde pratik bir anlam taşımakla kalmaz. Heidegger’e göre bu durum ayrıca dünyayı görme ve deneyimleme tarzımızı da yönlendirip bir odakta yoğunlaştırır. Teknoloji çağında bizzat dünya kendinde ve kendi için bir resme/surete -bir Bild’e- dönüşmüştür.1
Böylece Heidegger olayların başlığını ters yüz ediyor. Günümüz dünya sureti bizzat dünyanın görülen, temsil edilen, gözlenen ve denetlenen bir şey olarak bir surete dönüştürüldüğü bir zamana işaret eder. Bizim için, diyor Heidegger “Dünya mutlaka bir suret olmak zorunda.” (die Welt zum Bild werden muss). Kant ve onunla birlikte doğan sorun üzerine verdiği derslerde o, modernliği ta Galileo ve Descartes’ın döneminde ortaya çıkmış bir yaklaşımın, yani matematiğin ve doğayı matematikselleştirmenin yükselişi olarak yorumlar. Matematik o dönemden beri, merkezinde duran “düşünen özneyle” kaim kılınarak düşünmenin ve dünyayı deneyimlemenin temel çerçevesi olarak iş görmüştür. Böylece modern öznellik metafiziği ve doğanın matematikselleştirilmesi yaklaşımı dünyayı bilinebilir kılmak ve onu evrensel öznenin efendiliğine, denetimine sokmak amacıyla ortak bir gayret göstermeleri bakımından zaten en başından beri birbirleriyle ilişkilidirler.
“Zeitgeist” gibi bir şeye veya zamanın ruhuna ulaşmayı denediğimizde günümüze kadar yapılmış çözümlemelerin takip ettiği yörüngeyi görebiliriz. Çağımız, insan tini kendi özünü matematiksel çözümleme aracılığıyla makine teknolojisi biçiminde yeniden üretmek suretiyle kendini matematikselleştirilebilir bir insan eseri olarak vaz etmeye yönelik en son ve sonuncu girişimini gerçekleştirdiği bir çağ. Çağımızı tanımlayan durumun çetinliği –Zeit’ımızın Geist’ı yani- öyle bir raddededir ki Geist kendini ancak kendi makineliğinde gerçekleştirebilir ve dolayısıyla sonunda kendini kendi matematiksel-teknik yaratımına kaptırır. Yapay zekâ denen büyük kültürel tasarıda modern insan tinselliğinin yazgısının sapkın doruk noktasına tanıklık ediyoruz. Teknik mühendislik ve matematiksel akıl yürütme aracılığıyla mutlak efendiliğin arzulandığı bu noktada insan tinselliğinin yazgısı artık insanın kendi yaratımı olan Ötekine nihai bir itaati kabul etmesi biçimini alır.
1936’da, yani Heidegger’in anılan derslerinden 2 yıl sonra 24 yaşındaki Britanyalı matematikçi Alan Turing “On computable numbers with an application to the Entscheidungsproblem” (Hesaplanabilir sayılar üzerine; Entscheidungsproblem’e uygulanmış bir örneğiyle birlikte) şeklindeki ürkütücü başlığıyla geçen yüzyılın en efsanevi denemelerinden biri olan çalışmasını yayımladı. Yazıdaki tartışma doğrudan yazarın Alman meslektaşı David Hilbert’e ve onun, belli bir matematiksel önermenin doğru veya yanlış olduğuna karar vermede işletilecek bir mantıksal yöntem bulma girişimine yönelikti. Zaten bundan kısa bir süre önce Kurt Gödel, Hilbert’in mantıksal tasarısının sınırlılığını teşhir etmişti. Ama Turing’in makalesiyle birlikte Hilbert’in umutları biraz daha yıkıldı. Zira Turing’in vardığı sonuçlar da olumsuzdu; böylesi bir yöntem veya algoritma yoktur. Öte yandan o, iddiasını kanıtlamak için, “evrensel makine” dediği bir şeyi -kuramsal bağlamda- icat etmişti. Bu “evrensel makine” sonraları “Turing makinesi” olarak bilinecektir. Söz konusu makine bugünlerde modern bilgisayar biliminin kuramsal temeli olarak kabul ediliyor.
Sonraki on yılda bu fikirlerin, önce salt soyut olarak, pratik sonuçları matematikçilerle mühendisler arasındaki yakın iş birliği aracılığıyla gerçekleşen dikkate değer gelişime tanıklık etti. Turing, özel bir dille kurulmuş Alman şifreli yazısını çözmek için bir makine yapmayı amaçlayan Bletchley Park projesi hizmetine alındı. Britanyalı ve Alman matematik mühendisleri arasındaki bu olağanüstü gizli çarpışmada savaş kısmen bilgisayar bilimcilerin en erken kuşağının laboratuvarlarında kazanıldı; tıpkı, Atlantik’in iki yakasında çalışan matematiksel fizikçilerin benzer gizli laboratuvarlarında kuramsal nükleer fiziğin pratik sonuçlarını gerçekleştirmeye karar vermesi gibi. Böylece II. Dünya Savaşı’yla birlikte matematiğin barındırdığı tüm imkânlar gizli yurtlarından, yani kuramsal spekülasyon dünyalarından dışarı çıktı ki matematik binyıllar boyunca buralarda dünya hâkimiyetinin dili rolünü üstlenmek üzere geliştirilmişti. Kendini makinelikte gerçekleştirmeye dair daha sonraki tarihlerde görülen çabaları boyunca insan zekâsının bu daha ilerlemiş ifadesi -matematiksel akıl yürütme- artık şu uzun spekülatif felsefe geleneğinin yerini alma iddiasını takınacaktır; düşünen makineler biçiminde kendinde ve kendi için bir nesne olma iddiası.
Bundan sadece on yıl sonra, yani 1948’de Macar-Amerikalı matematikçi John von Neumann yakında bilgisayarın insan zekâsını aşacağını ilan etti. 1950’de Turing klasik hâline gelmiş bir diğer makalesini yayımladı, burada makinelerin kısa bir süre içinde insan gibi düşüneceğini iddia ediyordu. Turing hâlin nasıl olacağını sonuca bağlamak için, daha sonraları “Turing testi” adıyla bilinen bir “taklit oyunu (imitation game)” tahayyül etti, oyunda bir sorgulayıcı bir makineyle karşısında kim olduğunu bilmeden iletişim kuracaktı. Sorgulayıcı salt dışsal davranış zeminine dayanarak karşısındakini ayırt edemezse makine daha zeki kabul edilmeliydi. Von Neumann’ın talebesi McCarthy 1956 yılında Dartmouth College’daki efsanevi konferansta bu yeni teknik proje için “yapay zekâ” terimini tedavüle soktu. Artık evrensel boyutlarda bir projenin yolu hazırdı; insanlar artık, uzunca bir felsefe ve teoloji geleneği boyunca kendi en değerli ve en özgün hususiyetleri olarak gördükleri yetiyi, aslında tam olarak kendilerini Tanrı’ya bağlayan rabıtayı, yani zekâyı yeniden yaratmak üzereydiler.
Böyle bir olanaklılığın ortaya çıkışı bir soruyu da tahrik etmiştir; bu durum insanlığın geleceği için ne anlama geliyor? Burada edebî ve estetik yanıtlar çabucak sunulabilir. Aslına bakılırsa nicedir bu tür yanıtlar ortadadır. Mesela Yahudi mitolojisinde Golem adlı, hem itaati hem de isyanı kendisinde barındıran bir yaratımın doğurduğu kaygıları toplayan yapay bir yaratık var. Modern kurmaca yazınında Mary Shelley’in 1818 tarihli Frankenstein’ı, doğmakta olan teknolojik çağın böylesi yapay yaratıklar dünyasına duyduğu beklenti dolu ilgiyi toplayan ilk eserdir. Eserde bunun yanı sıra, yeni keşfedilmiş elektrik enerjisinin kullanımı da rastlıyoruz. Viktoria dönemi yazarı Samuel Butler Erewhon (1872) kitabında Darwinci tarzda, yeni bir makine ırkının nasıl doğduğunu, bilinç kazanarak dünyayı nasıl ele geçirdiğini betimler. Ancak, 1920 tarihli “R. U. R” adlı oyununda efendisine kazan kaldıran bir makine yaratığın adı olarak (işçi sınıfını imleyen Slavca) “robot” kelimesini kullanan kişi Çek yazar Karol Capek’tir.
1940’lardan bu yana gerçekleştirilen atılımlar bu tür kurguların yeni itici gücü oldu. Bletchley Park projesinde Turing’le birlikte çalışan John Good bu bağlamda büyüleyici bir simadır. 1965’te The New Scientist dergisinde yayımladığı makalesinde yeni makineler yapabilen bir tür “ultra-zeki makine”nin doğuşunu tahayyül etti. Böylece her yeni makine kuşağıyla birlikte makinenin kabiliyeti gelişecek ve bu durum bir “zekâ patlaması”na yol açacaktır, nitekim von Neumann da bir konuşmasında bu duruma “garabet” şeklinde gönderme yapmıştı. Stanley Kubrick ve Arthur Clarke 1968 tarihli A Space Odyssey filmini birlikle çekerlerken bu tasarılarına bilimsel danışmanlık yapması için Good’a başvurmuşlardı. Filmin -ve daha sonra kitabın- süper-bilgisayarı Hal9000 o günden beri, yapay zihnin hayati karar anında efendisine nasıl itaat etmeyip bilakis ona karşı geldiğini gösteren bir model imge olarak duruyor.
Dikkate değer teknik-matematik kazanımlarla birlikte insan zekâsının kendini insan-üstü makinelere dönüştüreceğini düşünen bir ütopik-apokaliptik gelecek görüşünün söz konusu olduğu bu devirde bu düşünceye karşı geliştirilmiş felsefi söylemler de vardı. Heidegger teknolojinin insan yaşamı ve idraki üzerindeki etkileri hakkında düşünmeyi sürdürdü. Dünya Resmi hakkındaki derslerinden 15 yıl sonra Heidegger en çok alıntılanan eserlerinden biri olacak bir konuşma yapar; “Tekniğe yönelik soru” (Die Frage nach der Technik). Heidegger teknolojinin yalnızca teknik bir şey olmadığını ama ayrıca dünyayı deneyimleme ve organize etme yolu olduğu iddiasını burada da tekrarlar ve derinleştirir. Nihayetinde, Heideggerin Ge-stell şeklinde gönderme yaptığı bu teknolojik-metafiziksel düzlem insanların kendilerini ve dil de dâhil olmak üzere tinsel kazanımlarını anlama tarzını kuşatmaya yönelecektir.
Teknolojinin yalnızca bir alet veya bir amacın aracı olduğunu ve onu hakkıyla denetleyip ona hâkim olmamızın kâfi olduğunu dillendiren geleneksel fikre sadık kalırsak teknolojinin bütünsel manasını kavrayamayız. Teknoloji yalnızca bir alet değildir, o ayrıca dünyanın tezahür etme ve gözler önüne serilme yoludur. Teknolojinin dünyayı gözler önüne serdiği yol aynı zamanda sömürme, düzenleme ve denetleme yoludur. Heidegger 50’lerin sonu, 60’ların başında psikanalist Medhard Boss’la yaptığı söyleşide bu sorunlara geri döner. O burada, meseleyi Harvardlı matematikçi Norbert Wiener ve onun “sibernetik” bilimiyle, yani hem doğayı hem de teknolojiyi denetleme ve yönlendirme çalışmasıyla açıktan bağlantılı kılarak ele alır. Bunun tipik bir örneği de sibernetiğin bakış açısıyla karmaşık ama hesaplanabilir bir insan yapımı olarak görünen dildir.
Wiener’in sibernetik hakkındaki eserine yaptığı eleştirel değinilerde Heidegger’in yeni doğan bilgisayar bilimi ve henüz erken aşamasındaki yapay zekâ disiplinine dolaylı olarak dâhil olduğu söylenebilir; her ne kadar bizzat Wiener bile o dönem Harvard ve MIT’de bilgisayar bilimi ve yapay zekâ üzerine çalışan meslektaşlarıyla ancak ucu ucuna bağlı sayılabilirse de. Ancak Heidegger’in bu genel yaklaşımının yapay zekâ meselesine karşı girişilen ilk, ana felsefi yüzleşme olacak çalışma üzerindeki, yani Hubert Dreyfus’un 1972 tarihli What Computers Can’t Do çalışması üzerindeki belirleyici etkisi kesindir. Fenomenoloji eğitimi alan Dreyfus 60’larda MIT’de ders verdiği için Marvin Minsky’nin etrafında kümelenen yapay zekânın öncü simalarıyla kişisel olarak tanışıyordu ve onların, çalışmalarının sonucuna dair besledikleri abartılı beklentilerden haberdardı. Kısmen erken dönem Heidegger düşüncesine dayanan Dreyfus o zamanlar uygulandığı şekliyle tüm yapay zekâ araştırmalarının bedenle ve canlı dünyayla bağlantısız, yalnızca soyut sembollerle iş gören bir şey olarak oldukça dar bir zekâ anlayışına dayandığını iddia eder. O, söz konusu içkin, kuramsal sınırlılığından dolayı yapay zekâ araştırmalarının teknolojik açıdan da bir dizi kurucu matematikçi ve bilgisayar bilimcisi çerçevesiyle sınırlı kalacağını -doğru olarak- öngörür.
Diğer yandan, yapay zekâya yönelik felsefi eleştiriyle Dreyfus değil onun Berkeley’den meslektaşı John Searle ünlendi. Searle 1980’deki bir makalesinde “Çin Odası” dediği bir düşünce deneyi sunar. Deneyin amacı, Çince konuşan bir makinenin zekâ sahibi insan davranışını taklit ederken bile kendisi için hiçbir anlam ifade etmeyen ve düşünmeksizin yapılmış bir semboller karışımına dayandığını kanıtlamaktı. Searle, Turing’in davranış odaklı ölçütüne açıktan meydan okuyarak insan yetilerinin makineye -mecazi bir anlam dışında- yüklenmesine gerek olmadığı konusunda ısrar eder. Bir bilgisayar belki ustaca şah çekebilir, doğru yorumlar yapabilir veya bir konuşmada doğru cevaplar verebilir, ama nihayetinde bu eylemlerin herhangi birinde neyle meşgul olduğunu bilen biri yoktur ortada. Searle’ün eleştirisinin hedefi, bir şeyi gerçekten anlamakla ve dolayısıyla zekâ benzeri bir şeyle meşgul olmakla kastedilen şeyin yalnızca bir parçası olan varlığa -böyle bir varlığın kendi-için-varlık olması ve kendilik bilincine sahip olması için bir yolu olduğu iddiasıyla- zekâ atfeden davranışçı yaklaşımdır.
Diğer yandan, pratik zihniyetli mühendislerin çoğunluğu için bu sorunlar öyle çok da önemli değildir. Şu veya bu işi görebilen, diyelim ki çeviri yapabilen, tıbbi teşhis koyabilen, araç kullanabilen veya satranç oynayabilen bir makine yapma görevi söz konusu olduğunda bu kişilere göre nihai kertede mesele bu makinenin düzgün iş görüp göremediğidir, yoksa daha felsefi bir manada “zekâ” meselesi değildir. Tüm bunlara rağmen, alana yönelik felsefi eleştiri yapay zekâ işiyle uğraşan birçok insanı öfkelendirdi; özellikle de alanın sözcüleri mahiyetindeki öncüleri ve girişimcileri. Bu kişilerin tepkileri, yaptıkları iş bağlamında kendilerini yalnızca bir görevi yerine getiren mühendisler olarak değil de insan zihninin gizemini ve insan zekâsının işleyişini göstermek üzere yola çıkmış birileri gibi hissetmenin öncüler ve müritleri için ne kadar önemli olduğunu açığa çıkarıyor. Elbette bazı örneklerde çalışma güdüsü felsefi-entelektüel olabilir, ancak ortada apaçık ekonomik nedenler de vardır. Yapay zekânın insanın kendini anlaması bağlamında felsefi bir önem, anlam taşıdığını öne sürmek veya bu araştırmaların yeni, elle yontulmuş bir insan-sonrası yaşam biçimi üretmek üzere olduğunu iddia etmek tabii ki basının ilgisini çeker ve araştırma için gelir sağlar. Google’ın araştırma-geliştirme bölümünün başındaki Ray Kurzweil’ın göklere çıkartılan 2004 tarihli The Singularity is Near. When Humans Transcend Biology kitabında onlarca sayfayı Searle’ün üzerinden çeyrek asır geçmiş argümanını çürütmeye ayırması durumun boyutlarını gösteriyor.
Yapay zekâyı kendisine yöneltilen felsefi eleştiriye karşı savunmanın ardındaki saik 1980’lerden bugüne kadar gelişen şeyle de ilgilidir. Yapay zekânın başarılı olacağına dair ilk dönem tahminlerinin doğru çıkmadığını görünce insanlar makinenin iş gücünü artırmak için yeni modellerle, özellikle de insan beyninin gerçekte çalışma tarzıyla yakından ilişkili modeller olarak görülen ve nöral ağlar denilen yapıyla deney yapmaya başladılar. Ancak, makinelerin iş görme kabiliyeti hızlıca arttığında bile bu artışa eşlik etmesi beklenen yeniliklere duyulan muazzam umutların boşa çıktığı görüldü. Geriye baktığımızda, 80’ler ve 90’larda yapay zekâ araştırmaların inişli çıkışlı bir durum sergilediğini görüyoruz. Bana kalırsa, yapay zekâ kavramının o dönemde kötü bir şöhreti olduğunu söyleyecek kadar ileri gidebilirim. Bu hikâye, yakın dönemde New Scientist dergisince yayımlanmış Machines that think. Everything you need to know about the coming age of artificial intelligence (2017) adlı kitapta gayet güzel anlatılmıştır. IBM’in yaptığı Deep Blue adlı makine 1997’deki satranç maçında Kasparov’u yendiğinde satranç dünyasında büyük şaşkınlık yaratmıştı. Bu galibiyetin ayrıca, ilk dönemlerdeki abartılı vaatlerini yerine getiremeyen yapay zekâ araştırmalarına yeniden ilgi çekmek gibi bir katkısı oldu. Ancak hiç kimse, Deep Blue’nun programcıları bile onun genel anlamda, hatta bir satranç oyuncusu olarak bile “zekâ sahibi” olduğunu iddia edemedi. Deep Blue’nun bir stratejisi yoktu, oynadığı oyunlardan bir şey öğrenebilmesi veya tecrübe kazanması söz konusu değildi; ayrıca o, satranç dışındaki başka etkinlikler için kullanışlı değildi.
Bugün farklı bir durum içindeyiz. Günümüzde yapay zekâ tekrar herkesin dilinde. Yapay zekânın peygamberleri, vaizleri var, tıpkı felaket tellalları olduğu gibi. Edebiyat ve sinema bir kez daha, hem tehditkâr hem yardımsever olan zekâ sahibi robotların estetik gösterimleriyle doldu. Von Neumann’ın ve Good’un 1950’lerdeki “garabetler” ve “zekâ patlaması” fantezileri bugün, dersleri karşılığında yüksek meblağlar alan araştırmacılar tarafından hevesli seyircileri için tekrar sahaya sürülüyor. Öte yandan ticari dürtü de yine kızışıyor. Peki, ne olup bitiyor? Yapılan açıklamalarda ilginç bir felsefi dönemeç göze çarpıyor. Yapay zekânın, insan zekâsını açıklayıp yeniden yaratma girişimi olduğuna inanıldığı sürece yapay zekâ çalışmaları geniş ölçüde çıkmazda kalacaktır. Mühendisler, insan zihninin işleyiş tarzı olduğuna inandıkları tarzın modellerini yaratma fikrini bırakıp bunun yerine, daima çoğalan muazzam miktardaki verileri istatistiksel olarak işletebilecek daha az karmaşık algoritmalar aracılığıyla kendi kendine “öğrenebilen” makineler yapmaya odaklandıklarında asıl gerçek yarılma meydana geldi.
Çeviri programları bu söylediklerimizin iyi bir örneği. İlk başlarda bu programlardan çok şey bekleniyordu, ancak çeviri yapan bir insanın yeteneklerini taklit edebilecek algoritmalar geliştirme çabalarına rağmen bu programların ticari açıdan başarılı sayılacak bir verime ulaşamadığı ortaya çıktı. Yine gerçek bir kırılma anı 2000’lerin ilk çeyreğinde, devamlı büyüyen metin veri tabanı aracılığıyla istatistiksel bir tahmin yapabilen programların yazılmasıyla geldi. Söz konusu tahmin, hedef dildeki bir önermenin kaynak dildeki bir önermeye karşılık gelmesine yönelikti. Aynı model yüz tanıma programlarında, otomatik araçlarda ve mali piyasada kullanılan aletlerde de uygulandı. Bu programlar onları yazan kişilerin muazzam zekâsına tanıklık ediyor. Ancak söz konusu programların işledikleri dilleri anladıkları iddia edilemez; onların zekâ sahibi oldukları hiç iddia edilemez.
Tüm bu süre zarfında, filozofların, fizikçilerin ve bilgisayar bilimcilerinin dramatik senaryolarıyla; zekâ sahibi robotların yakın gelecekte dünyayı ele geçirmek üzere olduğunu dillendiren bu gündelik senaryolarla doyuyoruz.
Bu türde yazan yazarlar içinde filozof Nick Bostrom ve İsveç asıllı fizikçi Max Tegmark en çok tanınanlardan. Çok satanlar arasına girmiş, Superintelligence. Paths, Dangers, Strategies (2014) ve Life 3.0. Being Human in the Age of Artificial Intelligence (2017) adlı eserlerinde kendi kendine öğrenen makinelerin durumuna bakılırsa “süper-zekâ” veya “zekâ patlaması”yla karşı karşıya kalacağımız geleceğin öyle çok da uzakta olmadığını tahmin edebiliriz. Google’da çalışan Ray Kurzweil gibi bir girişimciye göre bu durum umut vadeden bir beklenti, öte yandan Bostrom ve Tegmark gibilerine göre bu durum hem pratik hem de araştırma bakımından karşı bir hareketi gerektiren, tehdit edici bir senaryo, zira bu kişiler şu anda verimli bir şekilde araştırma fonu topluyor.
Yapay zekânın muhtemel olumsuz sonuçlarının ne olacağı sorusunu sormak için yeterince dikkate değer saikın var olmasına rağmen bu kıyamet senaryolarındaki asıl sorun onların, zekânın ilk belirlenimde ne olduğuna dair sınırlı bir kavrayışa dayanmalarıdır. Nöronlarla sinapstan oluşan yapısıyla birlikte insan beynine biyolojik bir terkip olarak gönderme yaparak bu kişiler meselenin yalnızca bir zaman meselesi olduğunu, yani bilgisayarın bilgisayma/hesap yapabilme gücünde beyinle kıyaslanabilir bir terkibe ne zaman ulaşacağı meselesi olduğunu iddia ediyorlar. Ancak, belirli bir terkibi hesaplama aleti olarak beyinle yapılan bu salt niceliksel kıyasın ötesinde, günümüzün bir hayli özelleştirilmiş programlarının, evrim geçirmiş bir tür yeni mantığın sonucu olarak birdenbire kendi içsel güdülenmesi olan, örgütsel ve siyasal stratejiler geliştirebilen süper-beyni bir şekilde doğuracağı fikrinin hiçbir akli gerekçesi yoktur. Ancak yapay zekânın üzerine inşa edildiği ilkelere ve dayandığı mevcut teknolojiye bakılırsa bu, asla muhtemel olmayan bir senaryo. Yukarıda gönderme yapılan New Scientist kitabının yazarına göre bu, birkaç “olağandışı ihtimalden” biri, ayrıca yapay zekâ kehanetlerinin hepsi ciddi bir “gerçeğe uygunluk denetimi”nden geçirilmeli. Zaten, bu fantezilerin kendilerine ait dinamik, estetik ve teolojik çekim güçlerine sahip oluşları onların ilettikleri haberin etkisini ve her yana yayılışını açıklıyor.
Bugünlerde tekrar, kökleri erken dönem savaş sonrası kıyamet fantezilerinde bulunan şu senaryoların muhtemel sonuçları hakkında tartışırken, aslında yapay zekâ teknolojisinin mevcut gelişimiyle ilişkili daha acil sorunları gözden yitirme gibi bir tehlike taşıyoruz. Robotların bıraktığı gerçek etki ve tesir yalnızca basit bir işçilik sunmalarıyla ortaya çıkmış değildir, onların asıl etkileri tıbbi teşhis, mali ve hukuki danışmanlık, görevlerin öğretilmesi gibi çok ileri düzey ve analiz temelli işleri de kademe kademe yapmalarıyladır. Bunun yanı sıra, yapay zekânın daha etkili biçimde nüfusu gözetim altında tutmak için kullanılma tarzının sonuçlarıyla açıkça yüzleşememe tehlikesini de taşıyoruz. Günümüzde Çin yapay zekâ araştırmalarında dünyanın önde gelen oyuncularından biri. Öte yandan Çin’in belirlediği hedef, yakın gelecekte, bu teknikleri ayrım gözetmeksizin ekonomik ve siyasal denetim için kullanacak bir dünya önderi, bir diktatörlük olmaktır.
Hâl böyleyken, süper-zekâ tehlikesini ancak bilim kurgu zemininde tartışan entelektüeller yapay zekâ alanında gerçekten nelerin olup bittiğini düşünebilme şeklindeki hayati beceriyi sulandırma tehlikesi taşıyorlar. Onların abartılı senaryoları dikkatleri daha acil ve gerçek tehditten alıp başka yere çekiyor, üstelik yapay zekâ sistemleri giderek çok daha uygun maliyetlerle ve muhtemelen herhangi bir değeri dikkate almayan, soğukkanlı denetleme ve idare etme amaçları için geliştirilirken. Kıyamet senaryoları gerçekte neler olup bittiğini düşünmemize ve bu yeni gerçeklik hakkında tefekkür etmemize yardım etmek yerine -istemeden- matematiksel-teknik kültürün, en başından beri mutlak efendilik arzusuyla yönlendirilen sapkın özünü teşhir ediyorlar, bir yandan da onun kendi gücüne itaat etme düşüncesiyle doğan muğlak iki duygu, yani kaygı ve coşkuyla titriyorlar. Çelişkili etkilerin bu garip bileşiminde teknik kültür kendi arzusuna dair hem bir düş hem de karabasan doğuruyor. Teknoloji, bütünüyle boyun eğdirilmiş bir dünya vadederken bir yandan da, işin sonunda bizleri kendi iradesinin araçlarından ibaret kılacak büyük bir Öteki imgesi çiziyor.
Benzer entelektüel körlüğün izleri, kendilerini, erken dönem hümanist araştırmacıların, teknolojiye karşı muhtemelen naif bir tutum içindeki bu kuşağın eleştirmeni olarak konumlandıran sosyal bilim insanlarında ve edebiyat araştırmacılarında da bulunabilir. Freidrich Kittler, beşerî bilimlerdeki “dijital medyayla gelen dönüşüm”ün önde gelen bu temsilcisi 1996 tarihli ve “Farben und/oder Machinen denken/Renkleri ve/veya Makineleri Düşünmek” (2006’da İngilizce çevirisi “Thinking Colors and/or Machines” adıyla yayımlandı) başlığını taşıyan metninde Heidegger ve diğerleriyle, beşerî bilimlerin medya ve enformasyon kuramınca zapt edilmek üzere olduğunu göremedikleri için alay eder. Kittler’e göre insanla makineyi ayrı tutma hevesi artık miadı dolmuş hümanist bir önyargının belirtisidir. Ancak bizzat Kittler de, bu muazzam Öteki karşısında, yani bu enformasyon teknolojisi karşısında yerlere eğilirken günümüz beşerî bilimlerinin talihsiz eğilimini teşhir ve tahmin ediyor; anlama yetisi olmayan, karmaşık bir makine karşısında sanki onay veya ret seçenekleri arasında seçim yapmak zorundalarmış gibi.
Heidegger, teknoloji hakkındaki denemesinin en sonlarına doğru teknolojinin yalnızca, efendilik peşinde olan ve yaşamın sürdürüldüğü çevreyle çok daha özsel bağlantıları kuşatan bir güç olarak görülmemesi gerektiğini, ayrıca teknolojinin bizi kendinde düşünülmez olanı düşünmeye davet de ettiğini belirtir. O hâlde teknolojinin yaşamlarımız üzerindeki giderek artan hak talebi bu icbar eden yazgıdaki hiçbir belirti göstermeyen özgürlüğü düşünme vaadi olarak da algılanabilir. Enformasyon kuramının makinelere yeni yeni uygulanmaya başladığı bir dönemde yapılan bu analiz boyunca Heidegger “düzenlemenin karşı konulamazlığı” (Das Unaufhaltsame des Bestellens) tarafından yönlendirilen bir şey olarak rasyonalitenin içsel arzusunu düşünebilecek bir tefekkür tarzına işaret eder. Teknoloji bizleri, efendi olmaya yönelik kendi içsel dürtüsü üzerine düşünmeye davet ederken ayrıca kurtarıcı, özgürleştirici bir düşünce de doğurabilir. Aslında hiçbir izi olmayan “mutlak efendiliğe sahip insan eseri” görüşü karşısında çekici gelen onaylama veya yadsıma seçeneklerinde bocalayıp kalmaya mahkûm olmaktansa bırakalım da yapay zekânın mevcut durumu ve onun kültürel tepkileri bizi şu teknolojik çağımızın sapkın özü hakkında tefekküre çağırsın.
*Prof. Dr., Södertörn Üniversitesi Felsefe Bölümü