“NE TÜR BİR DÜNYADA YAŞIYORUZ?” SORUSUNA YANIT

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Ian Almond

    Ne tür bir dünyada yaşıyoruz? Nasıl olduğunu bildiğim en güvenli yolla başlayacağım; Benim yaşıyor olduğum dünyayı tanımlayacağım. Bu, güvenli, dingin ve düzenlenmiş bir dünyadır. Yine bu dünya bir göçmenin, seks işçisinin veya bir mültecinin dünyası değildir, aksine iyi beslenen, iyi ücret alan bir akademisyenin dünyasıdır. Belirsizliğin o uzak, hayal meyal görülen duvarları bu dünyanın kıyılarında gezinir ve parlar – trafik kazaları, tesadüfi şiddet ve kanser – ancak o, büyük ölçüde beni gözeten ve sahip olduğum özelliklere, üzerimdeki (beyaz) deriye, konuştuğum dile saygı duyan bir dünyadır. Bir banka hesabında belirli bir meblağım duruyor, bu da bazı insanların bana karşı kibar olmaya devam edecekleri anlamına geliyor; belirli algoritmalar meblağı bana gülümsemeye devam ettiği müddetçe kimse arabamı veya telefonumu veya dolabımdaki yiyeceği alıp götürmeyecek. İçinde ilerlediğim yaşam-dünyaları silsilesi bile – yaşadığım apartman, çalıştığım odalar ve koridorlar, çalışmak için gitmediğim eğlence yerleri – benim etrafımda güvenli olarak düzenlenmiş. Rahatlatıcı, güven veren ve hatta zaman zaman kutlayan bir dünya.

    İşte bu benim dünyam. Gelgelelim bazı anlarda yalnızca bu dünyanın mevcut olmadığını anlıyorum. Bütün bir öteki dünyalar kümesi etrafımda uzanıyor; benimkinden daha fazla belirsiz olmakla kalmayıp ondan daha az konforlu ve daha az mutlu dünyalar; beri yandan benim dünyamla kesişen dünyalar. Şimdi, benim dünyama bağlı olan ama benimkini diğerlerininkine bağlı kılan şeyi söyleyebilirsiniz. Bu sözleri yazdığım bilgisayar bir yerlerde toplanmıştır; sömürülen bir çift el tarafından üretilmiş, sonra bir başka sömürülen insan tarafından bir yerden bir yere nakledilmiş, böyle bir sömürü zincirini takip ederek nihayet benim kucağıma ulaşmıştır. Aynı şey ağzıma götürdüğüm domates, kulağıma tuttuğum telefon ve kaşıkla fincanıma aktardığım kahve için de geçerli. Etrafımdaki her şey pratikte, birilerinin mutsuz enerjilerinin ürünü; diş macunu gibi onlardan sıkılmış enerjilerin. Gezegenimizdeki çoğunu tanımadığım milyonlarca insan, oturma odamda doğru türden televizyon ekranına sahip olduğumu veya radyatörlerimde doğru miktarda ısı olduğunu kesinleştirmek için çalışıyor. Üzerimde ve etrafımda kümelenmiş, bırakın görmeyi hayal bile edemeyeceğim işlemler fiziksel rahatımı artırmaya adanmış. Bu işlemler emekçiler ve hizmet elemanları için bir derece gizem, acı ve ızdırap barındırıyor, ama bu hakikat aklıma gelse bile – yukarıda dediğim gibi – ancak belirli anlarda onun ayırdına varıyorum.

    Bazen, internet aracılığıyla bu diğer dünyaya dair bir şeyler duyuyorum. İçinde yaşadığım dünya benden şu taşınabilir cam kareye dikkatle bakmamı giderek daha çok talep ediyor – dünyanın diğer kısımlarından (az kalsın “diğer dünyalar” yazıyordum) imgeler ve malumat aktaran portallar avucumun içinde, kucağımın, masamın ve duvarımın üstünde. Etrafımdaki birçok insan gibi ben de bu ışık saçan dikdörtgenler karşısında aşırı zaman harcıyorum; bunlar bana, başka dünyalara ve başka insanların dünya görüşlerine dair anlık bakışlar sunan cihazlar. Bu cihazlarla ilişkim biraz karışık; bu cihazlar bir yandan, başkaları üzerinde etkili olmama izin verip beni tüm şu farklı bilinçler çeşitliliğiyle bağlantıya sokarak muazzam ölçüde memnuniyet ve onanma sağlıyorlar; her türden garip sayı sistemleri (kredi durumları, facebook beğenileri, sayfa görüntülenmeleri) yalnızca benim öz-değerimi ölçmek için değil ama ayrıca beni bu ekranlara katman katman yığılarak bağlamak için de yerlerini alıyorlar. Bu ekranlara öyle bağlıyım ki yaşamımı idame ettirdiğim gıdalar artık görünüşe göre, büyük ölçüde onlar aracılığıyla bana akıyor. Artık, sadece var olduğumu değil, ayrıca nasıl da başarılı şekilde var olduğumu denetlemek için herhangi bir ekrana bakmadan bir yerlerde gezinmek, bir saat bile olsa, bana zor geliyor.

    Benim gibi milyonlarca insan var. Onları, onların hayal edilemez sayısını düşünmeyi denediğimde dünya bir tür piramide dönüşüyor. Bir şekilde benim “üzerimde” olan insanlar var. Bazen onlara bir göz atıyorum, birinci sınıf şezlonglarda ince bardaklardan birtakım sıvılar içiyorlar ya da ev fiyatındaki arabalarının üstündeler. Bendeki küçük bir parça bu insanlar gibi olmak istiyor, bu parça en nefret ettiğim parçam olsa da bana kendi kokum kadar yakın. Bir şekilde benden “aşağıda” olan başka pek çok insan da var; benim kaygılanmadığım şeylere kaygılanıyorlar, benim yaşamadığım sorunları yaşıyorlar, benimkinden çok daha düşük maaşlar için çalışıyorlar. Zaman zaman bu kişileri, ilgilenmem gereken insanlar olarak düşünmede ciddi bir mücadele veriyorum; dünyamdaki her şey beni yalnızca ürün ve hizmetleri (yepyeni bilgisayar, teslim edilmiş pizza, boyanmış oda, açık banka hesabı) düşünmeye, ama bunları mümkün kılan insanları düşünmemeye ikna ediyor. Görünüşe göre, yaşadığım dünya bunun bir meritokrasi olduğuna; tüm bunların – birinci sınıf şezlonglar, saatler, ev değerinde arabalar, adından başka her yönüyle köleler – çaba ve emeğin derin ve daimî ölçümünü yansıttığına az çok karar vermiş. An geliyor kendimi bu gidişatı eleştiriye tabi tutmadan kabul ederken bulunuyorum; garsonlar garsonluk yapar mesela, çünkü şair olamazlar veya işte şu yerleri silen adam, kabiliyetlerinin azami eşiğine varmıştır. Bazen de tüm bunları adaletsizlik sisteminin örgütlediğini hissediyorum; ama sürekli görüş alanında tutulması zor olan optik bir yapboz şeklinde.

    Bu durum kısmen, yaşadığım dünyanın “siyasal” bir dünya olmasından kaynaklanıyor. Siyasal kelimesini tırnak içinde yazıyorum çünkü siyaset giderek öz sorusu değil semantik sorusu gibi görünüyor. Ne de olsa yakın geçmişte evsiz insanlardan, kanser ve obezlikten nasıl söz ettiğimiz meselesi evvela neden bu kadar evsiz insan, kanser ve obezlik var, sorusundan daha önemli hâle geldi. Ne de olsa içindeki içeriği veya gerçekten neye gönderme yaptığını unutacak şekilde dil aracına bu kadar duyarlı olduk – 90’larda mıydı? İnternet yüzünden mi? Siyasal çağımızın hemfikir olduğu tek bir şey var; hepimiz bölünmüşüz. Ancak bizi neyin böldüğü meselesinde uzlaşı yok; kimilerine göre bizi bölen şey deri renklerimiz, kimilerine göre dilimiz, kimilerine göreyse tercih ettiğimiz kitabın ve peygamberin adı. Kimileri, kendi kültürlerinden olan insanlarla yaşamak istiyor, kimileri yaşamlarını farklı kültürler öğrenerek geçirmek istiyor; kimimiz, insanların kendi bedenine veya (rızaya bağlı olarak) başkasının bedenine ne yaptığıyla ilgilenmiyorken, bazıları o kadar iğreniyor ki meseleye ancak hüsnü tabirle yaklaşabiliyor. Ardı arkası kesilmeyen küresel yorum vızıltısı bu tartışmaların ardındaki zemini biçimlendiriyor, sanki dünyanın nasıl bölündüğüne dair ikna edici açıklamalar getirecek uzman veya “yönlendirici” kıtlığı yokmuş gibi. Parası ve mülkiyeti olanlarla olmayanlar arasındaki temel ayrım, bu “yönlendiriciler” gelir basamaklarında kendilerini ne kadar yukarıda buluyorsa o kadar az gözlemleniyor. En başarılı gazeteci ve medya simalarıyla birlikte, “kültürel” açıklamalarda şiddet ve çatışmayı açıklama tarzı tercih ediliyor. Yoksulluk ve işsizlik nerdeyse hiçbir anlam ifade etmiyor.

    “Yaşadığımız dünya” hakkında kesin olarak söyleyebileceğim tek şey var; adaletsiz bir dünya bu. Adaletsizliğe karşı çıkmanın neredeyse, yağmura veya hücre bozulmasına karşı çıkmak kadar anlamsız olduğunu söyleyecek bazı insanlar vardır, ancak içinde yaşadığımız dünya yalnızca adaletsiz değil, o aynı zamanda sistematik olarak adaletsizdir. Yetenekli, becerikli insanlar sırf doğdukları enlem ve boylam yüzünden emekçilerin işlerini yapıyorlar; elitler ise kendilerine mevcut konumlarını sağlayan ayrıcalık zincirini ya göremiyorlar ya da bıkıp usanmadan yanlış değerlendiriyorlar. Her şey bir yana, bu adaletsiz dünyanın sistemi söz konusu adaletsizliğe yönelik meşru kızgınlığı başka yönlere saptırmada giderek ustalaşıyor, ki bu yönlerden kimisi uyuşturucu, kimisi zarar verici, kimisi tehlikeli ve başkaları için fiziksel tehdit olacak yapıdadır. Bu dünya üzerinde insanlar kendi iç manzaralarını kendi içlerinde yetiştiriyorlar; bazı kayıp çağlara yönelik, uygarlığı ilgilendiren mücadeleler, ırkı ilgilendiren yok etme tehditleri, asırlar ve hatta bin yıllar önce gerçekleşmiş savaşların (Kurukshetra, Viyana, Gettysburg) simgesel olarak yeniden diriltilmesi. Bu manzaralar milyonlarca insanın içinde büyüyor ve çiçek açıyor, ancak her şeye rağmen dışarıda birçok insan ne yapıyorsa onu yapmakla ilgileniyor. İnsanların kalbinde hangi fanteziler gelişirse gelişsin, hangi fanteziler kalplerde coşku yaratırsa yaratsın çoğu insan işlerine dönüyor, faturalarını ödüyor, kastetmediği şeyler söylüyor ve kendileri için hayal kırıklığı olan partilere oy veriyor. İçsel ve dışsal yaşamlarımız arasındaki, yani hayal ettiğimiz, dijital yaşamlarla dışardan görülebilecek fiilî, deneyimlediğimiz yaşamlar arasındaki ikilik görünüşe göre dünyamızın tanımlayıcı özelliklerinden biri. Belki de bu, tasarlanmış bir özelliktir, kim bilir? Belki de bizzat internet, insanların enerjisini bir dijital öte dünyaya çeken ve insanları göz kırpmadan ekranlarının karşısında tutarken onlara her türden sanal nimetleri vadeden bir seküler ahiret işlevini üstlenmiştir. İster tasarlanmış olsun ister olmasın, görünüşe göre bu, gerçeklikle temas edişimizin şimdilik asli yolu hâline geliyor. Söz konusu diğer gerçeklikle elektronik temasımızın altında bir sömürü, emek ve sefalet dünyasının duruyor oluşu her geçen gün belirsizleşen, kabul edilmiş bir ironi gibi görünüyor. 

    *Prof. Dr., Georgetown Üniversitesi Katar, Karşılaştırmalı Edebiyat