GELENEK İLE SÜNNET: İNSANI KADİM HAFIZANIN YÜKÜNDEN KURTARMAK
Ekrem Demirli
Peygamberliği ispat eden mucizeler toplumların başat değerleri ve başarı çıtalarıyla irtibatlı hadiseler şeklinde ortaya çıkar. Bir toplumda kehanet veya sihir mi gelişmiş, mucize o alanda insanın âcizliğini gösterecektir: İnsanın yaptığı/ürettiği sahte (sihir) ve yanılsama iken mucize sahtenin taklit ettiği hakikattir. Mucize insanların yapıp ettiklerinin gerçek başarı ve necat vesilesi değil, dünyevi iktidardan öte bir şey vermeyen bir aldanış olduğunu göstermek üzere gelen ilahî bir ikazdır.
Mucizeler ile toplum değerleri ve başarılar arasında irtibat kurmak yaygın bir temayül olsa bile bunun delillerini bulmak kolay değildir. Burada asıl dayanak “mucize” kelimesinin anlamı olan “âciz bırakma” ile toplumsal seviyenin ilişkisidir: İ’câz (âciz bırakma) insanın iddialı olduğu alanda bile onun yetersizliğini göstermek amacı taşır. Her peygamber yaşadığı devre, dönemin değerlerine ve başarılarına “meydan okuyan” kişidir. Hz. Mûsâ’nın sihirbazları susturması veya Hz. İbrâhim’in gök cisimleri üzerinden istidlali, yanılsama ve aldanmanın ötesine geçerek eşyayı hakikati üzere idrakin yolunu gösterir.
Böyle bir yaklaşım Hz. Peygamber’in mucizelerini izah için başvurulmuş teolojik bir izahın tezahürüdür gerçekte. Kelam bilginleri Hz. Peygamber’in mucizelerinden söz ederken böyle bir açıklama modeli bulmuş, peygamber ile toplumsal vakıa arasında makul bir irtibat tesis etmişlerdir. İnsana en başarılı olduğu alanda âcizliği gösterilsin ki hem peygamberin “peygamber” olduğu anlaşılsın, hem insan için başka kapıya yönelme umudu kalmasın. Hz. Peygamber’den aktarılan mucizeler onun önceki peygamberler gibi somut mucizeler getirmediğini anlatır. Hz. Peygamber’in Hz. Mûsâ gibi sihirbazlarla ilgili bir mucizesi yoktur. Peygamber’in kâhinlerle ilişkisi daha dikkate değerdir: Kadim toplumlarda sırlı bilgi kaynağı olan kâhinleri susturacak mucize göstermek yerine Hz. Peygamber ilahî bilgiye ve iradeye teslimiyeti tek yol olarak gösterdi. Kâhinlerin payesinin sebebi sayabileceğimiz “yağmurun ne zaman yağacağı, kişinin yarın ne kazanacağı, insanın nerede öleceği, rahimlerde neyin olduğu” gibi hususlarda din kapıları yüzümüze kapatarak insana “âcizliği” anlattı: Bilemezsin.
Hz. Peygamber’in asıl mucizesinin ilahî söz olduğu hususunda görüş birliği vardır. Hz. Peygamber bize sözü getirdi lakin kendisi -Hristiyanlıktaki gibi- ilahî söz olarak gelmedi. Hz. Peygamber’in mucizesinin söz olması Arapçanın ilahî sözün zemini ve yorum çerçevesi olarak yüceltilmesine yol açtı. Başka bir anlatımla öteki peygamberlerin mucizelerinin mukabili olan toplumsal başarı çıtaları İslam’da dil (Arapça) sayıldı. Başından beri Arapçanın imkânları ve Arapların maharetleri yüceltildi; sihirbazların Hz. Mûsâ hakkında “O bir sihirbaz değildir.” diye şahitlik etmiş olmalarının mukabili Arap şairlerinin “Kuran şiir değildir.” diyecek olmalarıydı: İ’câz tam olarak bu demekti ve delil bu âcizlikten doğacaktı.
Kur’ân-ı Kerîm bir dil mucizesidir. Onun ilahî kelam olduğunun delili, dili en iyi bilenlerin bir benzerini getirmekten âciz kalmalarıydı. Artık Arapça ve kurucu kabile Kureyş’in “model zihin”, “model dil”, “kurucu kabile” olarak yüceltildiği bir süreç yaşandı. İslam bilimleri alanındaki gelişmeler Arapça merkezli bir düşünce ve medeniyetin Doğu Akdeniz’e hâkim olmasını sağlayacaktı. Bugün bile Arapça birçok Müslüman için bütün dillerin üzerinde bir dildir. Ancak burada ciddi bir sorun vardır: Biz ilahî kelamı bir dilde ve dilin imkânları dâhilinde tanırız, bu doğru! Acaba ilahî kelam bu dilden ve onun imkânlarından mı yararlandı, yoksa ilahî kelam ve onun ilk yorumu olan sünnet, Arap diline kurucu bir unsur olarak mı geldi? Her dil bir değerler kümesi ve bir dünya telakkisi barındırdığına göre, ilahî kelam ve sünnet, çöl dünyasının değerlerini mi aktardı bize, yoksa o dili “açarak” yeni bir zihin, yeni bir hafıza, yeni bir değerler kümesi mi teşkil etti?
Sünnet: Dilin Tekrar İnşa Edilmesi veya Dile Metafizik Arka Plan
İlahî kelamın Arapça ile ilişkisi üzerinde konuşmak çok yönlü incelemeleri gerektirir. Haddi zatında ilahî kelamın “Arapça bir Kur’an” olması başlı başına zihni kilitleyen bir meseledir. Meseleyi sünnet ekseninde, yani nassı okuyan/yorumlayan ilk idrak olarak Hz. Peygamber’in mirası üzerinden ele almak takip edeceğimiz yöntemi belirginleştirebilir. Hz. Peygamber ilahî kelamı sadece getirmedi; onu okudu, yorumladı, fiilleriyle ise nassın anlamını ete kemiğe büründürdü. İlahî kelamın dille ilişkisini anlamak için bakılacak ilk yer Hz. Peygamber’in yorumu olabilir.
Bu meyanda akla gelmesi gereken ilk şey, Hz. Peygamber’in yeni bir dil kurduğudur. Geçmişte ve günümüzde bu mesele Müslümanların dikkatini yeterince çekmiş görünmüyor. Medine’de yeni bir cemaatin kurulduğunu kabul etmek mümkün iken yeni bir dil inşa edildiğini ve esas meselenin yeni dille konuşan cemaatin varlığı olduğunu düşünmek zihnî alışkanlıklarımızla çelişiyor. Şöyle demek gerekir: Medine’deki cemaatin Arapçası ile cahiliye Mekkelilerinin Arapçası aynı değildi: Aynı dili konuşuyorlar lakin aynı şeyi anlamıyorlardı. Sünnet ile birlikte Arapça cahiliye dönemindeki Arapça olmaktan çıkarak yeni bir dil hâline geldi. Bundan sonra Müslümanlaşan her toplumda benzer süreçler yaşanacaktı: Tasavvuf edebiyatıyla birlikte Müslüman toplumların dilleri yeniden kurulacak, dile metafizik arka plan getirilecek, bu edebiyatla yeni bir toplum ve yeni bir düşünce gelişecekti. Her dil yeniden kurulacaktı.
Burada bir paradoks var: Dil bir yandan metnin taşıyıcısı ve hamili iken öte yandan onun edilgenidir. Dil evi olduğu metin tarafından yeniden inşa edilerek başka bir seviyeye taşınır. Sünnetin Arapçayı kurması asırların mirasından temelli bir kopuş demekti. Bunu birkaç açıdan ele almak mümkündür:
Her şeyden önce dil bir hafızadır ve bir dünya görüşünü taşır. Bir dilde doğmakla dünyayı o dile göre tanır, bizden öncekilerce şekillendirilmiş dünyada gözlerimizi açarız. “Ana dili” öğrenmek, asırlardan beri gelen deyimler, kelimeler, duygularla yorumlanmış bir dünyayı kavramak demektir. Arapçanın nasıl bir dünya telakkisi içerdiği meselesi üzerinde çalışmalar yapılmıştır. Çölün basit ve radikal gerçekliği deyimler ve anlatılarla bireylerin zihnini nesiller boyu şekillendirmiştir. Bilebildiğimiz kadarıyla Arapların belli belirsiz bir kader anlayışı vardı; gök cisimleri, felekler ve dünya sınırları belirsiz bir fail olarak itham edilir, insanın çaresizliğine karşı zevk sefa salık verilirdi. Hemen bütün toplumlarda benzer dünya telakkileri görmek mümkündür. Hz. Peygamber Allah inancını dilin merkezine yerleştirince, dildeki belirsizlikler Allah’a iman ile yeni bir istikamet kazandı. Başka bir anlatımla dil kıblesini bulunca her kelime ve her deyim yeni anlam kazandı. Sünnet ile birlikte dil tarihin yükünden arınarak daha dinamik varlık ve hakikat anlayışının yorumu oldu. Kaderci ve kör talihi esas alan anlatımlar veya vefasız dünya ağıtı, yerini Allah merkezli iyimser dünya görüşüne bıraktı. Feleğin savurduğu hayatlar yerini “imtihan dünyası” tabirine bıraktı. Yok olma korkusundan beslenen karamsarlık öte dünya inancına dayalı iyimserliğe yenildi.
Din dile güçlü bir Allah inancı taşımakla insanın ve öteki tüm varlıkların -göksel veya yersel- özneliğini daraltarak Tanrı’nın hakiki özne sayılmasını sağladı. İslam ile birlikte yeni deyimler, tabirler ortaya çıktı. Dil insanlarla birlikte Müslümanlaşarak inancın ve ahlakın taşıyıcısı hâline geldi. İnsanın kendini veya başkasını suçlaması veya minnet duygusu anlamsızlaştı; her insan doğrudan Allah ile irtibatlı ise dilin bize anlattığı yatay ve tarihsel evren telakkisinin yerini dinamik ve dikey ilişki alacaktı. Allah’ın her an ve her yerde bulunuşu dili şekillendiren kadim gelenekleri bir anda anlamsızlaştırdı.
Burada esas dikkat çeken bir şey daha var: Sünnet dile böyle müdahalede bulunduğunda asırların mirası ve aklıyla çatışma yaşadı: İnsanlık tecrübesine karşı bireyin hâlihazırda idrak ettiği! Üstelik bu durum sadece sünnet ve Arapça için değil, bütün diller ile dinin ilişkisinde geçerli olmuştur. Din kadim mirasın insan, toplum ve tabiat hakkında teşkil ettiği zengin tecrübeyi değersizleştirerek hafızaya büyük darbe indirdi. Belki de dindar olmak bundan sonra “hafızasız kalmak” demekti. Başta mülkiyet ilişkileri olmak üzere, toplumsal sınıflar, insanlar arası ilişkileri, insanın insan ile ve Tanrı ile ilişkileri “şimdi” ve “burada” diye yorumlanarak insanları hafızanın asırlık yükünden özgürleştirmek istedi. Bu yönüyle de sünnet dilin dışına çıkmak demekti. Sünnet ile gelenek arasındaki çatışmalar dinî hayatın en büyük sorunu idi: Zihnimizi ve değerlerimizi şekillendiren geçmişin yükü ile öznesi Tanrı olan “şimdi” ve “burada” olanın çelişkisi, din ile toplum-gelenek arasındaki gerilimin kaynağı olageldi. Din merkeze Tanrı’yı ve Tanrı için yaşama ilkesini alarak geleneksel değerlerin koruduğu yapıyı bir an için korunaksız yaptı. Gelenekler uzun insanlık tecrübesiyle toplumu korunaklı kıldıkları ölçüde kabul görürler: Toplum korunur, birey korunur, tabiat ve hayat korunur! Hafıza kelimesinin “koruyucu” anlamı burada işimize yarayabilir: Bu hafıza insanlığı ve toplumu koruyan imkânlar sunduğu ölçüde itibar görür. Sünnet ise toplumsal hafızanın koruyuculuğuna mukabil Tanrı’nın koruyuculuğunu yerleştirerek bizi endeterminist bir insan ve toplum anlayışına taşıdı.
İslam esas itibarıyla bu hafızanın ve onu taşıyan dilin eleştirisi olarak ortaya çıktı. Kur’ân-ı Kerîm Arapça bir kitap idi fakat Arap zihninin ürünü değildi; onun ilk şekillendirdiği zihin olan Hz. Peygamber’in zihni de geleneksel anlamıyla Arap zihni değildi. Hafıza sınıfsal yapıları, bireysel farklılıkları tahkim ederek insanlar arasında aşılmaz duvarlar inşa eder. Bunun dayanağı da insan ve toplum tabiatı hakkındaki telakkidir. Toplum tabiatı bize insanların durumlarını bir olgu ve aşılmaz kader olarak dayatır: İnsan ne ise odur veya ona yakın bir şeydir. Değişim ancak masallarda veya hayatın gerçek olmayan anlatılarında rahatlatıcı bir unsur olarak dile gelir. İnsan mizacı hakkındaki teoriler determinist bir doğa teorisinin parçasıdır ve bu teori dil ile bize taşınır.
Sünnet ise hem toplumsal hem bireysel hayat için sürekli bir değişimi kabul ederek dilin determinist yapısını yıkmakla işe başladı: Maşallah veya inşallah demek, her şey olabilir demektir. Özellikle tasavvufa adını veren “hal (değişmek)” kavramı dinin bakışını özetler. Hayat her an değişebilir ve her yeni, bambaşka imkânları taşır. Sünnetin geleneksel değerleri nasıl değiştirdiğini anlatmak için iki örnek verebiliriz:
Birincisi Hz. Peygamber’in varlıklar ve olgular arasında sürekliliğin olmadığına dikkatimizi çekmek üzere söylediği “Bulaşıcılık yoktur.” hadîs-i şerifidir. İnsanlık tecrübesi “süreklilik” üzerine kuruludur ve hastalıklarda, alışkanlıklarda vs. bulaşıcılığın olacağını kabul eder. Hz. Peygamber insanı ve tabiatı tanımada her birimin ilahî irade karşısında bağımsız olarak yer aldığını söyleyerek lineer bir sürekliliği batıl kıldı. Bu sayede hafızada bir kopuş yaşandı: Süreklilik ve bulaşıcılık şeklinde anlattığımız her şeyi tadil etmemiz gerekecektir. İkinci örneği ise Hz. Ömer’den aktaralım: Hz. Ömer kendisinden sonra halifenin kim olacağı konuşulurken “Salim’in azatlı kölesi yaşasaydı onu halife yapardık.” demişti. Hz. Ebû Bekir “Halife Kureyş’tendir.” demiş, bu cümle İslam siyaset tarihinde birçok tartışmanın yaşanmasına yol açmıştı. Hz. Ebû Bekir’in cümlesi insanlık mirası ile uyumlu sayılabilir: Halife ancak üstün bir kabileden gelebilir, insanlar ancak öyle birini halife kabul edebilir. Buna mukabil Hz. Ömer vakıaya ve hafızaya aldırış etmeden azatlı kölenin halife olabileceğini söyler. Sünnetin dile ve hayata müdahalesinin en iyi örneği budur! Fakat kabul etmek gerekir ki, zaman içinde gelenek kendini yeniden konumlayarak sünnetin etkinliğini azaltmış, endeterminist teoriye mukabil determinist bir fert ve toplum teorisini esas alan yaklaşım hâkim olmuştur.
Tarih boyunca Müslüman toplumların sünnet ile ilişkide yaşadıkları ciddi sorun budur: Dinamik ve değişken toplum ve birey görüşüne mukabil insanlık tecrübesinden beslenen determinist bir hafızanın çelişkisi!