HATIRLAMA VE UNUTMANIN KARŞILIKLI ETKİLEŞİMİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Ugo Perone

    1. Hatırlanan Gerçeklik

    Ampirist bir geleneğe göre algılama yetimiz olmaksızın bir gerçeklik yoktur. Duyularımızla bir şeyi algıladığımız zaman, o şeyin aslında var olduğunu tespit etmiş oluruz. Böylesi bir izlenim olmaksızın bizi çevreleyen şeyler hakkında bir şeyler söylemeye muktedir olamazdık. Hatta genel olarak bir şeyin var olduğuna dair bile şüphede olurduk.

    Böylesi cüretkâr bir iddianın, ampirizmin bazı yorumcular tarafından bir çeşit metafizik olarak görülmesine vesile olmasını insan anlayabiliyor. Gerçeklik bu durumda artık bir varsayılan değildir, sıradan bir olgu değildir; bilakis gerçeklik, onu algılayan insana bağlı bir neticeye dönüştüren bir biçimde anlaşılmış olur. Bu durumda ampiristler, alışılagelmiş iddialara nispeten rasyonalistlere daha yakın durmuş olurlar; sadece, bunlara nispeten onların bilgi edinme sürecini açıklamakta olduklarına dair önemsiz olmayan bir farkla.

    Ancak fenomenoloji ile başlayarak başka bir gerçeklik açıklaması gün yüzüne çıktı. Biz – dediklerine göre – şeylerin kendilerine geri dönmek istiyoruz. Bu en başarılı şekilde, algılanan fenomenin gerçeklik endeksini göz ardı bırakıp odağımızı algılayan bilince yönelttiğimizde ve sadece buna konsantre olduğumuzda sonuçlanır. Algılama, algılanan şeyin özüne – şeyin kendisine – ulaşmamızı sağlayandır. Ampiristlerin düşündüklerinden farklı olarak algılama hiç de zamansız bir duygu değildir. Zaman içinde vuku bulur. Ve her anda aynı zamanda bir geri yönelim (Retention), yani netice itibariyle hatırlama, ve ileri yönelim (Protention), yani öne almadır, zira algılama mütemadiyen zaman akışında vuku bulan bir süreci algılar.

    Böylesi bir telakkiye uyulduğunda hatırlama, gerçekliğin daha önemli ve özsel varsayımı olarak görülebilir. Reel olan, geri yönelim ile kavradığımız şeydir. Bir hadise, kendini bilincimize kazır ve onun tarafından muhafaza edilir. Bu durumda tarih, hatırada tutulan hadise olmak dışında başka nedir?

    Ancak daha dikkatli bakıldığında, böylesi bir mütalaanın zarfında sadece radikal bir öznelciliğin (sadece öznel olarak bir hatırada bulunan şey gerçek olarak mevcuttur) tehlikesi belirmiyor, bilakis aynı zamanda reel olan şeyin sürekliliğinin istikrarsızlaşma riski de doğuyor (bir algılamada aynı zamanda, olmuş olan şeyin altını kazıyan bir ileri yönelim, geleceğe doğru yönelmiş bir yönelim de etkindir).

    Bu filozof olmayanlar için belki zahmetli olan girizgâhın amacı aslında, gerçekliğin algısı için hatırlama kavramının ne kadar merkezî olduğunu göstermekti. Biz, gerçekliği bir olgu gibi, salt bir olay gibi görmeye alışkınız. Ancak bahsi geçen felsefi örnekler bize net bir şekilde gösteriyor ki, realite, içinde dışsal izlenimlerin (Hume bunlara impressions diyordu) ve hatta algılayan bilincin hatırlama biçiminin (Husserl’e göre ileri yönelimin) belirleyici bir rol oynadığı son derece karmaşık bir bileşimdir. Bu bizi, reel olan şeyi salt nesnel olan şey olarak ele almaktan korumalı ve bizi nesnel olan ile öznel olanın çözülmez örgüsünü kabul etmeye yöneltmelidir.

    Fakat gerçekliğin ve özellikle bizim tarih veya gelenek olarak adlandırmaya alışkın olduğumuz gerçekliğin oluşumunda hatırlamanın önemine dair böylesi bir kabullenme, bizi birkaç sorunla karşı karşıya getiriyor. İlk sorun, sadece araçsal bir tutarlılığa sahip olan veya hatta ekseriyetle sahte haberlerin temeli üzerinde inşa edilebilen bir gerçekliğin sadece başkalarının (iktidar sahiplerinin) uydurduğu bir yapıya dönüşme tehlikesidir. Sadece toplumun (veya iktidar sahiplerinin) faydalı ve uygun olarak buldukları şeyler hatırlanır (ve günümüz dâhil olmak üzere tarih buna dair birçok örnek sunuyor). İkinci sorun, hatırlama sürecine aynı zamanda unutmanın da dâhil olduğu keşfidir. Burada çift bir zorlukla karşılaşıyoruz: Hatırlama, (bahsi geçen tüm öznelci risklerle birlikte) sadece nesnel ve tabiri caizse naif bir süreç olmamakla birlikte, aynı zamanda yapısal olarak kendi sürecinde daima aynı zamanda vuku bulan unutma süreciyle de bağlantılıdır. Hatırlama bu durumda bir seçki gibi görünüyor. Bir şeyi muhafaza edebilmek için bir başka şey terk ediliyor.

    2. Zaman İçinde Hatırlamaya ve Unutmaya Çalışmak, İyi Olanı Korumak

    Dolayısıyla, bu süreci daha detaylı bir şekilde incelemek faydalı olacaktır. Fenomenolojinin bize öğrettiğine göre zaman dâhilinde bir izlenim duyumsuyoruz. Bu, salt ve zamansız bir izlenimin olmadığını, bilakis fenomeni bilinçte durdurarak muhafaza etmeye yönelik bir zemin sağlayan bir dizin izlenimler var. Hatırlamanın kendisi hiçbir zaman sadece duygu değildir, ancak salt uydurma da değildir. Hatırlama, bir şeyi hatırlamaktır; buna bir mesafe dâhildir ve onu muhafaza eder. Suni bir şekilde ve araçsal olarak, realiteye dair yanlış bir görüntü yansıtan veya daha doğru söylemek gerekirse yanlış bir gerçeklik oluşturan uydurmaları (ve bunları takip eden hatırlamayı) kendi içimizde uyandırmak elbette mümkündür. Ancak bu, buna dair bir sorumluluk taşımayan hatırlamanın bir eseri değil, bilakis artık algılamanın kendisinindir artık. Sonrasında hatırlamanın köksel faktörüne çok özenli bir şekilde dikkat etmemiz ve böylece de bilincimizi, kendini pek kolayca aldatmaması için hazırlamamız gerekir (bu, sadece siyasetin ve toplumsal diskurun vesileler sunduğu bir egzersiz değildir, bilakis daha gündelik yaşamda zaten en önemli örnek reklamlardır). İnsanın, gerçek olanla arzulanan şeyi birbirine karıştırmamak için bilhassa dikkat etmesi gerekir. Bir algılamada daima, bize karşı gösterdiği edilgenliğin özsel belirtilerine dikkat etmemiz gerekir. Bir hadise, Almancada isabetli bir şekilde ifade edildiği gibi, başımıza gelir. Hadise vuku bulur, kendi gücüne sahiptir ve bunu böylesi olarak da hissederiz. Hatırlama, bu edilgenliğe karşı aktif bir yanıttır; tabiri caiz ise hatırlama, yaşanmış olan şeyi daha geniş bir bağlama kaydetmenin bir türüdür.

    Aynı zamanda – ve bu bahsettiğimiz ikinci sorunu ilgilendiriyor – bilincimiz, yaşanmış fenomenin sonuçlarına dair bir bekleyiş içindeyken geleceğe doğru hareket eden başka bir sürece de yönelir. Geri yönelim geçmiş olanı durdurur, ancak ileri yönelim o geçmiş olana  bir veda hazırlar. Anılar bu şekilde oluşur, ancak tam da bu şekilde de bastırılırlar. O hâlde hafızamızda bir şeyin unutulmaz bir anı olarak devamlı muhafaza edilmesi nasıl mümkün olabilir? Bu ancak, fenomeni bir anlamlandırma amacının – yapıcı veya yıkıcı bir manada – belirleyici bir unsuru olarak gören ikinci derece bir işlemle olur. Bir fenomeni, onu değerli olarak dikkate aldığım (veya değerli bulduğum) bir anlam bütününün parçası olarak sınıflandırdığım için hatırlarım. Veya tersi şeklinde, olmuş olan şeyin yaralayıcı ve yıkıcı gücü, onun düzenli bir şekilde çözülmesini bana müsaade etmediği için. Bu durumda unutulmamış olan şey ve bununla birlikte yönelimsel olarak hatırlanmamış olan da bu durumda bastırılır, yani hafızamızda istenmeyen olarak kalır ve manası sadece bastırılmış olan şeyi olabildiğince bizden uzak tutmak olan bir yığın anı tarafından ezip geçilir.

    Görüldüğü gibi hatırlama ve unutma, birleşik bir süreçtir. Bir anı her zaman hürriyet ve değer ile de alakalı olduğundan vuku bulur. İnsan çok sıradan ve salt işlevselci veya ahlaki sebeplerden – yani bir değer yargısında bulunan bir hürriyetin kararı olarak – hatırlamak ister. Birinci durumda anı, işlevsel sebepler geçerliliğini yitirdikleri zaman silinir. Hatırlamada, ertelenmiş bir unutmaya dair zımni bir koşul vardır. İkinci durumda ise, zamanın otomatik ve tüketen gücüne karşı bir mücadele başlar. Hatırlama, bir fenomende bulunan iyiyi ve değerli olanı muhafaza etme çabasıdır.

    Şimdiye kadar iki durumu dikkate aldık: iyiye dair yönelimsel bir hatırlama ve yaralayıcı olana dair bir unutamama. Ancak daha dikkatli bakıldığında bu son durumda çift bir ihtimal yatmaktadır. Ya anıya dair duygular tamamen olumsuzdur veya bu duygular silinmez ve mahrem bir çekirdeğe de sahiptirler (acıya dair kişisel olarak yapılan tecrübe). Anı ilk durumda kendisiyle çelişki içinde olan bir süreçtir: insan, unutmak için hatırlamaktadır. Her olumsuz tavır (örneğin intikam veya kin), olmuş olanı ve ona dair anıyı silme teşebbüsüdür. İnsan, yeni bir hadisenin olmuş olanı silme konusunda yardımcı olabileceğine dair (boşuna olan) bir umut içinde yaşar. Ancak tecrübeler gösteriyor ki, başa gelen acı, erişilen bir hoşnutlukla telafi edilememektedir (her iki hadise de birbirinden bağımsız olarak bilincimizde yer edinecektir).

    Ancak ikinci bir ihtimal de vardır. İnsan, anıyı başka bir yöne doğru eğmeye ve bulunduğu takıntıdan kurtarmaya da çalışabilir. İnsan acıyı ciddiye aldığında, onu silmek değil ona bir anlam kazandırmak ister. Hafıza ile yapılan her faaliyet, olmuş olanla başa çıkabilme adına, hatta vuku bulan şeyin acı ve yara getirdiği yerler de dâhil olmak üzere, yeni imkânlar açar. Olmuş olan şeyin genel olarak silinmesi ve unutulması mümkün değildir. Gördüğümüz gibi olmuş olan en fazla bastırılır ve işlevi unutturmak olup da gerçekte esasen hakiki ve kalıcı bir çözümü sadece zorlaştıran yeni izlenimler tarafından yüklemlenir. Ancak hafıza süreci, daima bir anlam ufkuna kayda geçirmeyle alakalı olduğundan dolayı, anıyı daha kompleks bir işlemin momenti olarak anlamak mümkün olur ve bu işlemde çekilen acı, yaşanan incinmenin acısını yanlış değerlendirmeksizin ona tayin edilen bir anlama sahip olur. Bunun en bilindik örneği, bir yas hadisesinin hazmedilmesidir. Acı zaman içinde azalmaz ve etkinliğini yitirmez, ancak acının aynı zamanda da, tam da o acıyla birlikte ölmüş kişinin varlığını sürekli olarak ayakta tutmanın bir ihtimalini teşkil ettiğine dair bilinçten de ayrı tutulamaz. Böylece yasa da bir sükûnet karışır.

    3. İyili Olan, Geçiciliğe Tabi Olan Varlıktır

    Eğer bir gerçeklik iddia ettiğimiz gibi, yaşanmış bir şeyi muhafaza eden anının ilgisi olmadan tespit edilemiyorsa, fani varlıkların dünyası olan dünyamızda hiçbir şeyin mutlak olarak neden güvende olmadığı da anlaşılmış olur. Her şey tehdit altında ve arkeoloji bize, yüz yıllar boyu kalmayı başarabilen nesnel arta kalanların bile, sadece kolektif hafızamızın onlara tarihimizde bir yer vermeye razı olduğu müddetçe hayata geri getirilebildiklerini göstermektedir. Unutkanlığımızın hatırlama istencimizden daha kudretli olma tehlikesi her yerde pusuda yatmaktadır.

    Dolayısıyla, insanın doğru bir şekilde nasıl unutabileceğini öğrenmemiz yerinde olacak gibi görünüyor. Unutmak gerçekten de sadece, hatırlamaya hizmet ettiği zaman meşrudur. Biz, en önemli olan şeyi hatırlamak için unutabiliriz (ve hatta unutmalıyızdır da), fakat hiçbir zaman rahatsız edici olanı silmek için değil. Hatırlamak ve unutmak Janus kafası gibi birbirine bağlıdır ve her ikisine eşlik eden ahlaki sorumluluk da bundan dolayıdır. Ve sanki unutmadaki sorumluluk herhangi bir şekilde daha büyükmüş gibi gözükür. Bir şeyi hatırlamaya karar verdiğimizde, iptali sonradan hâlâ mümkün olan pozitif bir eyleme cesaret etmiş oluruz. Hayatın bir kısmını gelecek için kurtarırız; ancak gelecek yine de hâlâ bu kurtarılmış kısma dair bir yargıda bulunabilir. Eğer bilinçli (veya hatta bilinçsiz) bir şekilde bir şeyi unutursak, unutulmuş olan şeyin bastırılmış bir şey olması ve bize karşı bir intikamda bulunması veya – ve bu hatta daha da kötüdür – unutulan o yaşanmışlığın içinde mevcut olan iyinin çözümlenip ve belki de tüm zamanlar için yitirilmesi tehlikesi doğar.

    Hatırlama ve unutmaya dair tüm sürecin – eğer tabiri caiz ise – ayıklığın nezaretinde durması bir tesadüf değildir. Buradaki mesele, hafızanın her türlü basit mekanik icrasından sakınmamız ve neye yöneldiğimize dair dikkat etmemiz gerektiğini bilmemizdir. Hafıza manevi bir alıştırma öne koymakta ve her en küçük hadise için bir endişe taşımaktadır. Özsel olan, yani bize ve hatırlama yetimize kendini emanet veren o iyi olan belki orada mevcuttur. Bundan dolayı Malebranche’dan Benjamin’e kadar birçok filozof, ayıklığı bir tür ibadet olarak anlamışlardır. Aynı şeyi, hafızanın yapıtı için de söyleyebiliriz.

    * Prof. Dr., Berlin Humboldt Üniversitesi