BİR HATIRLAMA BİÇİMİ OLARAK ŞARKİYATÇILIK VE MODERN ALMAN KİMLİĞİNİN İNŞASI
Yazar: Lütfi Sunar
Bugünlerde Çernobil felaketini ele alan popüler bir dizi gündeme oturdu. Dizi etrafında konuşulan en önemli mesele gerçekliği çarpıtıp çarpıtmadığı, bir propaganda ürünü olarak geçmişte olan bir olayı şimdiki politik pozisyonların inşası için kullanıp kullanmadığı sorusu çerçevesinde kilitleniyor. Bütün medya unsurları gibi bu dizinin de bir yeniden inşa içerdiğine şüphe yok. Zira dizi bize bazı acıları hatırlatarak bugüne dair bir bakış oluşturuyor. Ancak geçmişe dair hatırlatmaların her zaman bir açığa çıkarma kadar gizleme içerdiği de unutulmamalı.
Toplumsal kimlik belirli olaylar etrafında inşa edilen bir hatırlama eylemi üzerinden oluşur. Bu hatırlama eylemi bir yeniden inşa fikrini beraberinde taşımaktadır. Salt hatırlamak ve belirli öğeler etrafında ısrar bütünden ziyade parçaya ideolojik ve sembolik bir odaklanmayı mecburi kılar. Böylece toplum aslında hatırlatma gücünü (dolayısıyla unutturma gücünü) elinde bulunduranların oluşturduğu bir kimliğe sahip olmaya başlar. Buna ideolojinin gücü diyebiliriz. Bu bağlamda sıklıkla şahit olduğumuz üzere modern tarih yazımı bir meydan muharebesidir aynı zamanda.
Modern toplum için başlangıcından itibaren tarih ulusun inşası bakımından önemli bir meseleye dönüşmüştür. Tarihi anlamak, inşa etmek, yorumlamak ve yeniden biçimlendirmek modern ulus kimliğinin çok önemli bir unsurudur. Zira modernliğin kendisini geçmişten radikal bir kopuşla tanımlayabilmesi için tarihin de yeniden açıklaması zorunlu hâle gelmiştir. Bu bir taraftan tanımlamayı içerirken öte yandan da bir ötekileştirmeyi barındırmaktadır. Modern ulus tasavvur edilirken, başka uygarlıkların ve toplumların bir öteki olarak tasviri ile kimliğin tamamlayıcı bir unsuruna dönüştürülmesi söz konusudur. Bu bağlamda modern Batılı kimliğin oluşumunda şarkiyatçılığın çok özel bir yeri mevcuttur.
Şarkiyatçılık ve Ötekileştirme
Şarkiyatçılık Avrupa’da tarihsel geçmiş ile bağın zayıfladığı ve ulus kimliklerinin tanımlanmaya başlandığı 19. yüzyıldan itibaren kurumsal bir hâl almış ve hafızada stratejik bir bileşene dönüşmüştür. Bu bağlamda geçmişin Doğu ile “Batı” arasındaki tasavvur edilen kritik karşılaşmalar ekseninde yeniden tasavvuru Batılı kimliğin tanımlanmasını sağlamıştır.
19. yüzyılda Avrupa uygarlığının ve modern toplumun ifadelendirilmesinde Doğu’ya ihtiyaç duyulmaktadır. Dünya üzerindeki siyasi egemenliğin belirginleşmeye başladığı bu yeni dönemde şarkiyatçı uzmanlar Doğu hakkında yapılandırılmış bir bilgi üretimine başlamışlardır. Avrupa’da üniversitelerde Doğu ile ilgili kürsüler kurulmaya başlanmış, cemiyetler ve mecmualar bu gelişmeleri tamamlayan diğer unsurlar olmuşlardır. Bütün bu araştırmalar imparatorluğun yaşamı için hayatidir. Edward Said’in (1995) belirttiği gibi imparatorluğun “jeopolitik bilinci” ile şarkiyatçılık birbirinin mütemmim cüzüdür. Bu yönüyle şarkiyatçılık bir hobi, bir hülya veya ilmî tecessüs alanı olmaktan ziyade Avrupa’nın kolektif bir siyasi yatırımıdır.
Bu bağlamda şarkiyatçılığın tarihinde Napolyon’un 1798’deki Mısır Seferi’nin önemli bir yeri vardır. Bu seferle birlikte şarkiyatçılık bir yaratma ve temsil aracına dönüşmüştür. Zira Napolyon Mısır’a sadece askerî bir sefer yapmamış yanında Mısır’ın tarihini, kültürünü ve sosyal yapısını yeniden yazacak bir uzmanlar heyeti de götürmüştür. Bu incelemeler sonucunda 1809 yılında 22 ciltlik Mısır’ın Tasviri (D’escription de la Egypt) isimli Mısır’ı tarihte ve coğrafyada yeniden konumlandıran kapsamlı çalışma çıkmıştır. Böylece işgal ile tanımlama birlikte yürüyen iki unsura dönüşmüştür.
Aslında şarkiyatçılıkta tanımlanan Doğu gibi gözükse de Batı’dır. Zira Doğu’nun konumu bir göstergeden ibarettir ve tartışmanın esas konusu Batı’nın inşasıdır. Bunun en önemli sebebi ise modernliğin Batılı tarihsel birikim ile sorunlu ilişkisidir. Orta Çağ’ın, aristokrasinin ve kilisenin reddi, tarihsel hafıza ile ilişkinin koparılması yeni bir hafıza ve geçmiş inşasını zorunlu kılmıştır. Böylece modern incelemeler ulusun inşası bağlamında tarihi bir kurgu alanına ve bir söylem sahasına çevirmiştir.
19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Doğu araştırmaları üniversitelerin olmazsa olmazları arasına girmiştir. Ancak bu asla bir ufuk genişlemesi, Doğu’yu daha iyi tanımanın bir aracı değildir. Bu araştırmalar daha çok yeni oluşan Avrupa uygarlığının üstün ve gelişkin olduğunu göstermek üzere diğer uygarlıkların nesnelleştirilmesine ve ötekileştirilmesine yaramaktaydı. Böylece dinamik bir Avrupa karşısında pasif, itaatkâr bir Doğu miti kurgulanabilmiştir. Batı adına konuşan şarkiyatçı bir tarafa aydınlığı diğer tarafa da karanlığı koyarak dikotomik bir o kadar da hipotetik bir evren inşa etmiştir. Dolayısıyla bir şarkiyatçı metinde dile getirilen Doğu’dan ziyade Batı’dır. Said bunu “Şark’ın şarklılaştırılması” olarak tanımlar, biz de buna Garp’ın garplılaştırılmasını ekleyelim. Bugün Batılı kimliğin en temel kategorileri aslında şarkiyatçılık eliyle kurgulanmıştır.
Alman Romantizmi ve Ulusal Hafızanın Kuruluşu
Şarkiyatçı incelemelerde zamanla kendiliğinden bir ayrışma ve farklılaşma meydana gelmiştir. Bu ulusların sömürgecilik tecrübelerine bağlı olsa da bir taraftan da ulus inşası ile de yakından alakalıdır. Geç başlasa da hızlı bir gelişim göstererek önemli bir konum elde eden Alman şarkiyatçılığının gelişiminde Alman romantizminin yeri önemlidir. Alman genç kuşağın Fransız devrimi ile yayılan evrenselciliğe verdikleri tepki, etnik tarihi ve benzersizliği ekseninde Alman folkloru ve mitolojisini öne çıkarmak olmuştu. Bu bağlamda ortaya atılan romantik Aryancılık tezleri önemli bir yere sahiptir. Buna göre tarihte Aryanlar uygarlığın kurucu unsurudur ve Alman milletinin kökenlerini de bu Aryanlar oluşturmaktadır. Böylece Alman milleti seçilmiş bir millet olarak tasavvur edilmektedir. Aryanların kökenleri ise Kafkaslar üzerinden Hindistan’a dayandırılmaktaydı. Böylece ulusun kimliğini oluşturmada özel bir yere sahip olan Hindistan’a ve onun eski biçimine, eski dili Sanskritçeye olan ilgi artmış ve Hint-Alman kökenler keşfedilmeye başlanmıştır. Vedaları en eski metinler olarak gören bu Alman Hindologlar Aryan uygarlığının en eski ve en saf biçimini keşfetmeyi amaçlamaktaydılar. Uygarlığın dünya tarihinde Doğu’dan Batı’ya doğru ilerlediğini ve Almanya’nın da onun zirvesini teşkil ettiğini dile getiren Herder’in çalışmalarının Alman şarkiyatçılığı ve Avrupa romantizminin gelişimi üzerinde belirleyici bir etkisi mevcuttur. Fakat bu bağlamda en önemli isim Friedrich Schlegel’dir.
Paris’te Silvestre de Sacy’den Sanskritçe öğrenen Schlegel’in 1808’de kaleme aldığı Hintlerin Dilleri ve Hikmetleri Üzerine (Über Die Sprache und Weistheit der Indier) isimli kitabı Avrupa’da karşılaştırmalı dilbilim ve Hindolojinin gelişmesinde önemli bir yere sahiptir. Sanskritçe ve Avrupa dilleri arasındaki yakınlıktan daha önce William Jones bahsetse de Schlegel bu hususta çok ileri gitmiştir. Kitabın yayımlanması tüm Avrupa’da bir “Hint tutkusu” (Indomania) husule getirmiş, eser hemen 1809’da Fransızcaya çevrilmiştir. Bu etki altında 1812’de Bavyera Kralı iki öğrenciye Paris’e Sanskritçe ve Farsça öğrenmek üzere gitmeleri için burs vermiş, dört yıl sonra bu öğrencilerden biri olan Franz Bopp Sanskritçenin Fiil Çekim Sistemi isimli eserini yayımlamış ve 1821’de Berlin’de kürsü kurmuştur. Eserinin önsözünde çalışmanın amacını “Asya ruhu” hakkında bilgi vermek olarak açıklayan Schlegel gerçek hikmetin Şark’ta olduğunu ileri sürmekte ve Almanlar ile Doğu arasında dilsel bağlar kurmaktadır. Onda Hint-Avrupa anlayışının başlangıçlarını görmek mümkündür. Hegel, Doğu dinlerini ruh ve doğanın birbirinden ayrılmadığı, ruhun henüz ruh olarak aktif ve özgür olmadığı doğal din olarak başa koyarken, Schlegel Sanskritçeyi organik dil olarak kökene alır. Böylece Latincenin yerine Sanskritçe ilk orijinal dil (dillerin kaynağı) olarak görülmeye başlanmıştır. Hindistan’ın Aryan kökenleri ve Sanskritçenin Grekçe ile olan biçim benzerliği Almanlar için Hindistan’ı ve Antik Yunan coğrafyasını siyasal ve kültürel bir ilgi alanına çevirmektedir. Bir yüzyıl sonra başa bela olacak Aryan miti 19. yüzyıl sömürgecisine toprak açlığına felsefi bir anlam vermede yardımcı olmuştur. Bu mit başka türlü yaptıklarından utanacak olan sömürgeciye bir rahatlama fırsatı sunmuştur. Alman kimliğinin ırkçı bir şekilde tanımlanmasında kullanılan Aryan miti aynı zamanda Hindistan’ın geçmişini, Sanskritçe konuşan Hint-Aryan işgalcilerini açıklamakta ve böylece Hindistan üzerinde bir hak iddiasını gündeme getirmekteydi. Ancak Almanya’da sadece Hindoloji değil Şarkiyatçılık bir bütün olarak ilerlemekteydi. Almanya’nın bir kimlik inşasına olan acil ihtiyacı, Şark’ın araştırılmasını vazgeçilmez bir konuya dönüştürmüştü.
Genişleyen Şarkiyatçılık: Dinler Tarihi, Arkeoloji, Asuroloji ve İslamiyat…
Alman şarkiyatçılığı yüzyılın üçüncü çeyreğindeki durgunluktan sonra yeni bir genişleme ve kurumsallaşma döneminde girmiştir. Bu dönemde Almanya’da şarkiyatçı yayıncılık faaliyetleri de hız kazanmıştı. Paul Hinneberg tarafından yayına hazırlanan Die Kultur der Gegewart (Çağdaş Kültür) serisi Alman şarkiyatçılarının kamusal bir forumu niteliğine bürünmüştür.
Bu çalışmalar neticesinde Almanya’da dönemin Alman uzmanları tarafından tarihin nesnel doğal yasalar tarafından idare edildiği fikrini reddetmek ve tarihin öznel ve kültürel taraflarına odaklanmayı tercih etmek üzere dinler tarihi araştırması ile modern Batı kültürü analizini birleştirmek yaygın bir akademik tutum hâlini almıştı. Önde gelen Alman ilim adamları dini kendi modern sosyal kurumların gelişiminin analizi ile birleştirmekte ve Aydınlanma’nın modern kültür şekillendirmedeki rolünü alaşağı etmekteydiler. Daha sonra dinler tarihinden hareketle Doğu toplumları konusunda önemli analizler yapacak olan Max Weber’in de çevresinde yer aldığı bir grup Protestan teolog bu bağlamda karşılaştırmalı din çalışmalarına yönelmişti. Kendilerine Max Müller’in “Bir dini bilen hiçbirini bilmez!” cümlesini slogan edinen bu grubun çalışmalarının modern dinler tarihi çalışmalarının oluşumunda önemli bir etkisi mevcuttur.
1870 sonrasında Alman şarkiyatçılığında özellikle Mezopotamya’ya karşı gelişen bir ilgi söz konusudur. Mezopotamya’ya olan bu ilginin arkasında Almanya’nın 1880 sonrası değişen dış siyaseti ve bu çerçevede Osmanlı ile geliştirdiği ilişkiler bulunmaktadır. Almanya’nın Afrika ve Orta Doğu’daki siyaset değişiklikleri ihtiyaç duyulan bilgileri ve uzmanları da yönlendirmekteydi. Sami dillerin bir alt dalı olarak Mezopotamya’nın eski uygarlıklarını araştıran bir alan olarak 1874/5’te Asuroloji’nin doğuşu Alman şarkiyatçılığında yeni bir ayrışmayı/aşamayı temsil etmektedir. Friedrich Delitzsch (1850-1922) Leipzig’te 1874’te Asuroloji’de doçentlik (habilitation) alan ilk akademisyendi. Bir yıl sonra Berlin Üniversitesi Yakın Doğu dilleri için ikinci bir kürsü kurdu ve çalışmalarını artık Asuroloji üzerine yoğunlaştıran Eberhard Schrader (1836-1908) bu kürsüye atandı. Dolayısıyla Schrader Alman üniversitelerinde disiplinin kurucusu olarak görülmektedir. İlk Asuroloji kürsüsü 1893’te Breslau’da kuruldu ve bu kürsüye 1877’den beri Laipsig’de Asuroloji extraordinaryüsü olan Delitzsch atandı. 1899’da Delitzsch Berlin’de Schrader’in yerine geçtikten sonra o kürsü de Asuroloji kürsüsü olarak yeniden şekillendirildi. 1900’de Leipzig Üniversitesi de bir kürsü kurdu ve Heinrich Zimmern (1862-1931) buraya atandı. Başka üniversitelerde de Sami dillerle ilgili kürsülerde Asuroloji’ye odaklanma söz konusu idi. Birinci Dünya Savaşı’na kadar yeni Asuroloji kürsülerinin sayısı muhtemel pozisyonların beşte birine yükseldi. 1884’te Çiviyazısı Çalışmaları Dergisi (Zeitschrift für Keilschriftforschung) adında yeni bir dergi yayımlanmaya başladı ve ismi 1886’da Asurbilim ve İlgili Konular Dergisi (Zeitschrift für Assyriologie und verwandte Gebiete) olarak değiştirildi. Bunlara ek olarak 1898’de Leipzig’de yayımlanmaya başlanan Asurbilim’e de yer veren Şarkiyatçı Literatür Dergisi (Orientalistische Litteraturzeitung) isimli başka bir dergi için de alan vardı. Ayrıca bu süreçte Mısırbilim de gelişme hâlindeydi ve Almanya’nın Mısır elçiliği 1907’de Mısır Enstitüsü (Institut für ägyptische Altertumskunde) oldu. Fakat Asurbilim ile karşılaştırıldığında Mısırbilim daha az gelişmiştir.
Bir başka gelişme de Almanya’da arkeolojinin doğuşu ve ilerlemesiydi. Önce müzeler ortaya çıktı ve eski malzemelerin tarihsel bir gösterge olarak sergilenmesi fikri oluştu; ardından Avrupa kökenleri ile ilgili olarak 1850 sonrasında eski Yunan uygarlığına olan ilgi Yunanistan’da Olimpos’ta kazıları gündeme getirdi. Bunu Anadolu’da Helenik döneme dair kazılar, özellikle Bergama kazıları, takip etti. Buralarda bulunan “hazine”lerin sergilenmesi ile kamuoyunda arkeolojiye yönelik bir ilgi ve talep doğdu. Böylece şarkiyat çalışmalarında arkeoloji önemli bir yere kavuştu. Devletin fonları ile Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün (Deutsches Archäologisches Institut) çatısı altında sürdürülen bütün bu çalışmalar lise eğitiminde klasik eğitiminin payını azaltan reformlar ile paralel bir zaman dilimine denk geldi ve arkeoloji klasik eğitime alternatif bir konuma yükseldi. Bunların neticesinde şarkiyat gittikçe daha fazla öne çıkmaya başladı. 1880’lerde çok sayıda ve çeşitli Alman örgütler değişen düzeylerde devlet desteği ile Yakın Doğu’da arkeolojik keşifleri başlattı. Örneğin 1880’lerin ortasında “eski Doğu’nun kalıntılarını keşfetmek” amacıyla genellikle Şark Komitesi olarak anılan bir cemiyet (Comité behufs Erforschung der Trümmerstätten des Alten Orients) teşkil ettirildi. Bu kuruluş özel fonlara dayanarak Kuzey Suriye’ye keşifler (1888-1902) düzenledi. 1890’dan sonra bu kazılarda devletin fonlarının oranı sürekli artmaktaydı. DAI, Prusya Meclisi, bilimler akademisi, kraliyet müzeleri, Alman Şark Cemiyeti, Kayzer’in kendisi Milet, Baalbek, Bergama, Koz, Boğazköy, Didim, Samos, Borsippa, Far ve Ebu-Hattab, Ash Shargat (Eski Asur), Babil, Aksum, Abusir, Jericho, Tel El Amarna ve Warka (Eski Uruk) gibi kazılara mali destek sağlayanlardan bazılarıdır. Maliyeti gittikçe büyüyen bu kazılar aslında tek bir şey için, bir Alman tarihi yaratmak için gerçekleştirilmekteydi. Sadece 1899 ile 1913 tarihleri arasında Anadolu’daki kazılara 4 milyon Mark’ın harcandığı düşünülmektedir. Mezopotamya’da Alman kazılarına olan talep 1890’lardan itibaren gittikçe artmaktaydı. Asurbilimciler Arkeologlarla birlikte kazı yapmak üzere alanlar aramaya başladılar. Bağdat’taki Alman konsolosu Fransız ve İngiliz egemenliğini kırmak üzere Dış İşleri Bakanlığı’ndan daima Mezopotamya’ya yeni arkeologlar gönderilmesini istemekteydi. Zira İran Fransızlara 50.000 Frank gibi küçük bir ücret mukabilinde tüm ülkede kazı yapma hakkını vermişti. 1897’de Richard Schöne başkanlığında Fırat ve Dicle bölgelerinde arkeolojik kazılarda bulunmak üzere bir komite (Kommission für die archäologische Erforschung der Euphrat-und Tigrisländer / KaEET) oluşturuldu. Komite hemen gayriresmî bir gezi organize etti ve neticesinde tüm Musul vilayetinin kazı haklarının alınması yönünde taleplerde bulundu. Şark Komitesi üyesi Dr. James Simon araştırmalara mali kaynak sağlamaktaydı. 1898’de Berlin’in mali, siyasi ve kültürel elitleri Alman Şark Cemiyeti’ni (Deutsche Orient Gesellschaft) kurdu. Bu cemiyetin kuruluş amacında Babil ve Asur’un daha çok Anglo-Saksonlar tarafından çalışıldığı ve Almanların bu alanda başarısızlığının giderilmesi gerektiğinden bahsedilmekteydi. Cemiyet bu alanda 1898’den 1917’ye kadar sürecek yoğun kazı çalışmalarını başlattı ve bulunanlar Berlin’e transfer edildi. Artık Mezopotamya’nın her tarafında Alman arkeolojik kazıları düzenlenmekte ve Asurbilim önemli bir alan olarak varlığını göstermekte idi. Asurbilim klasik çalışmalarına paralel bir şekilde klasik çalışmalarının dilbilim ile olan ilişkisine benzer şekilde zamanla Şark araştırmalarındaki dilbilim boyutunu kültürel bir araştırmaya dönüştürdü.
Almanya’da bütün bu gelişmelerin üzerine ortaya çıkan İslam çalışmalarının doğuşu ile sömürgeci ilgiler arasında yakın bir bağlantı olduğu şarkiyatçılık tarihi ile ilgili bütün metinlerde dile getirilen bir durumdur. Fakat Almanya’da İslam çalışmalarının gelişimi dilbilim çalışmaları, Asurbilim’den farklı bir gelişim seyri göstermiştir. İkinci Dünya Savaşı’na kadar Almanya’da İslam Çalışmaları için bir tane dahi kürsü kurulmamıştır. Sadece iki isim İslam çalışmalarında kürsü derecesinin altında bir pozisyon elde etmişlerdir: Leipzig’te Richard Hartmann (1881-1965) özel profesör (1818-22) olarak ve Berlin’de Franz Babinger (1891-1967) önce okutman (1921-24) ve ardından özel profesör (1924-34) olarak görev aldı. Her ikisinden sonra da bu görevlere başkaları atanmamıştır. Kurumsal olarak İslam çalışmaları Sami diller çalışmalarına bir ek olarak algılanmaktaydı. Bu anlamda ilk olarak Kiel’de Georg Jakob (1862-1937) Sami ve İslami Filoloji ordinaryüsü oldu. Böylece Üniversitede ilk kez İslam bir çalışma alanı olarak kabul edilmekle birlikte filolojinin önceliği de korunmaktaydı. Ayrıca İslam Çalışmaları alanında bilinen bir isim olan Theodor Nöldeke de Kiel’de Sami diller, Sanskritçe ve hatta Kutsal Kitap Yorumu öğretiyordu. Nöldeke 1872’de Strassburg’a gittiğinde Kutsal Kitap Yorumu artık onun halefi olan Georg Hoffmann’ın (1845-1933) görev tanımının bir parçası değildi. Gittikçe İslam çalışmaları Sami dillerinin bir parçası olarak algılanmaya başlandı. İlk kurumsal değişimler Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Carl Heinrich Becker ve Martin Hartmann’ın liderliğinde yürütülen tartışmalardan sonra başladı. İslam çalışmalarını ilerletmek üzere iki dergi ve bir dernek kuruldu. Becker’in ilk editörü olduğu İslam: İslami Doğunun Kültür ve Tarihi Dergisi (Der Islam. Zeitschrift für die Geschichte und Kultur des Islamischen Orients) dergisi 1910’dan itibaren yayımlanmaya başlandı. 1912’de Hartmann ve birkaç başka isim İslam çalışmaları için alanda önde gelen isimlerin katıldığı Alman İslambilim Cemiyeti (Deutsche Gesellschaft für Islamkunde) isimli bir dernek kurdular. Dernek Georg Kampffmeyer’in (1864-1936) editörlüğünde İslam Dünyası (Die Welt des Islam) isimli bir dergi yayımlamaya başladı. Her iki dergi de varlıklarını devam ettirmelerine rağmen üniversitede kurumsallaşma hayli yavaştı. Zira İslam’ın medeniyet birikiminin canlılığı onu Alman kimliğinin salt bir ötekisi olarak kurmayı zorlaştırmaktaydı. Bu sebeple tüm şarkiyat incelemelerinde olduğu gibi İslamiyat hep daha zor gelişen ve nüfuz edilen alan olmuştu.
Hafıza İnşasının Özel Bir Biçimi Olarak Şarkiyatçılık
Alman şarkiyatçıları özellikle dilbilim ekseninde Hindistan ve daha sonra arkeoloji üzerinden Mezopotamya üzerine önemli çalışmalara imza atmışlardır. Bunda Alman toplumunun ve kimliğinin oluşumunda şarkiyatçılığın önemli bir role sahip olmasının payı hayli yüksektir. Thierry Hentsch’in dile getirdiği gibi “Doğu, oluşum ve tanımlayıcılık olarak, belki de Almanya’daki kadar hiçbir yerde şair ve filozofların muhayyilesiyle ve düşünceleriyle, Weltanschauung’uyla [dünya görüşü] böylesine şiddetle bütünleşmemiştir” (Hentsch, 1996, s. 183). Bir taraftan da bir türlü kurulamayan imparatorluk sebebiyle şarkiyatçılık Britanya’dakinin aksine Almanya’da hep başarılamayanı gösteren bir eksikliğe işaret etmektedir. Böylece hafıza inşa edilirken yarım kalan bir hikâyeye dönüşmüştür.
Bugün geldiğimiz noktada Alman kimliğinin oluşumunda şarkı tanımlama ve ötekileştirmenin payı üzerine yeniden düşünmek gerekir. Belki 19. yüzyıldaki gibi kaba bir biçimde olmasa da günümüzde de Alman kimliği ötekinin tanımlanmasına muhtaç görünmektedir. Bu da hatırlama ve unutmanın özel biçimleri aracılığıyla bir hafıza inşasına yöneltmektedir. Ancak yapay olarak inşa edilen bir hafıza her zaman eksik kalır ve yarım hikâyeler de acıtıcıdır…
*Doç. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
Kaynakça
Hentsch, T. (1996). Hayali Doğu: Batı’nın Akdenizli politik Doğu’ya bakışı (A. Bora, Çev.). İstanbul: Metis.
Said, E. W. (1995). Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları (B. Ülner, Çev.). İstanbul: Metis.