ARAPÇA ÇEVRİLEMEZ MİDİR?
Yazar: Robyn Creswell*
İster gerçekten mevcut olsunlar ister olmasınlar, çevrilemez kelimeler karşılaştırmalı edebiyat derslerimizde elde bulunan malzemedir. Lafzi çeviri hakkında, şair Forrest Gander’i işlediğim bir seminerde öğrencilere kendi favori çevrilemez kelimemi söyleyerek işe başladım -çevrilemez kelimeler, yani her dilde bulunup bir başka dilde muadili olmayan, bundan dolayı söz konusu dili konuşanlara özel veya onlara özgü görünen kelimeler (duende, litost, toska kelimelerini düşünün.) Öğrencilere tanıttığım kelime eski Arapçadaki el-bevv kelimesiydi. İngilizce now kelimesiyle kafiyeli olan bu kelimeyi Victoria döneminin büyük sözlük bilimcisi Edward Lane şöyle tanımlıyor; “Sütten kesilmemiş [ölü] yavru devenin, içi samanla ya da sümâm denilen otla veya kuru otla doldurulan derisi ki yavrusu öldüğünde dişi deve ona yönlendirilir; bu nesne, [ölmüş] yavru devenin anası ona doğru eğilsin de süt vermeye devam etsin diye dişi devenin yanına getirilir” (Lane 1980, 1:270).
Arap yarımadasının İslam öncesi Bedevi kültüründe deve sütü temel gıda maddesiydi. Bir yavru deve öldüğünde kabile hâlâ onun anasının sütüne muhtaç oluyordu. Onlar da ölü yavrunun derisini doldurup bunu anne deveye koklatma gibi bir çözüm bulmuşlardı; böylece anne deveyi süt vermeye devam etmesi için yavrusunun hâlâ hayatta olduğuna inandırarak kandırıyorlardı. Hafızanın en yakın müttefiklerinden biri olarak koku duyusunun anayı gözünün önündeki şeye inanmamaya ikna edip kandırdığı bu âdette son derece hünerli ama zalimce bir şey var. Öte yandan el-bevv kelimesi Bedevi şiirlerinde, yani çöl göçebelerinin sözle aktarılan kasidelerinde, bu en eski Arap edebiyatında bir mecaz olarak yinelenmeseydi bedevi kurnazlığının bu eseri çevirmenlerin ilgisini çekmeyecekti.
Özellikle ağıt şiirlerinde, şiiri dile döken kişi zaman zaman kendini, tıpkı bevv üzerine eğilmiş ana deve gibi genellikle savaşta öldürülmüş biri olan ölü yoldaşın veya akrabanın bedenine eğilmiş biri olarak tasvir eder. Bu imge ilk elde son derece yabancı ama esrarengizce tanıdıktır. İşin ayrıntılarını -ana deve ve doldurulmuş yavru kuklası- ancak bir Bedevi yakalayabilir, fakat buradaki kederli resim hemen fark edilebilir. Ölmüş yavru bedenine “eğilen” anne tıpkı Pietà gibidir, aşağı doğru eğilmiş bir salkım söğüt veya Rönesans’ın şu melankoli gravürü gibi; yanaklar avuçlarda ve gözler yerde. Bu Arapça mecaz özellikle duygulandırıcıdır, çünkü bevvin üzerine eğilen ana devenin aslında kanmadığını iddia eder; dişi deve hâlâ süt veriyordur ancak duruşunda bir yas pozu vardır.
Şimdi, tüm bunlar İngilizcede nasıl aktarılabilir ki? Düreyd bin Sımme altıncı ve yedinci yüzyıllarda yaşamış bir cengâver şairdi. Kardeşi Abdullah bin Sımme için yazdığı ağıtta kardeşinin cesedini savaş alanında buluşunu tasvir eder. Alan Jones’un mükemmelen bilgilendirici antolojisi Early Arabic Poetry eserinde sunduğu çeviriden alıntılıyorum:
My brother — his mother suckled me [too] with her milk at the two breasts [that fostered] mutual affection between us, [affection] that has never been severed.
The men cried out to one another and said, “The horsemen have destroyed a warrior”; and I said, “Is ‘Abd Allah the one of you who has perished?”
So I came to him, and spears were raining on him as weavers’ combs fall on outstretched fabric.
And I was like the camel that has lost its foal [dhat al-baww] and is terrified and has ventured forth to a hide stripped from the skin of a young one. (1992: 73–74)
Kardeşim benim; anası emdirmişti beni göğüsleriyle
aramızdaki saflık memesiyle hiç kesilmeyen
Bağırıyor ve diyorlardı; “Atlılar mahvettiler süvariyi.”
ben de dedim “Abdullah mıydı bu mahvedilen?”
Vardım yanına, mızraklar dalıyordu onu serili incecik bezde gezen dokumacı fırçası sanki
Bense önüne bevv konmuş deve gibiydim, ürkütülmüş yavrusundan doldurulmuş deriye eğilmiş
أَخي أَرضَعَتني أُمُّهُ بِلِبانِها – بِثَديِ صَفاءٍ بَينَنا لَم يُجَدَّد
تَنادوا فَقالوا أَردَتِ الخَيلُ فارِساً – فَقُلتُ أَعَبدُ اللَهِ ذَلِكُمُ الرَدي
فَجِئتُ إِلَيهِ وَالرِماحُ تَنوشُهُ – كَوَقعِ الصَياصي في النَسيجِ المُمَدَّدِ
وَكُنتُ كَذاتِ البَوِّ ريعَت فَأَقبَلَت – إِلى جَلَدٍ مِن مَسكِ سَقبِ مُقَدَّدِ
Jones İngilizcede bir şiir yaratmaya kalkmamıştı, böyle bir şey yapmamıştı zaten. Peki, daha iyisi yapılabilir mi? Ciddi miktarda yorum katılmadan Arapçanın çağrışımlarını elde etmenin nasıl mümkün olacağı meselesi açık değildir -üstelik kelimenin çekiciliğini oluşturan bir parça da onun şiirsel yoğunluğudur, der Ezra Pound; “dichten = condensare” (1960: 36)- bevv kelimesiyse geniş çağrışımları olan bir kelimedir. O hâlde Düreyd bin Sımme’nin bu 1400 yıllık şiirinin, ana dilinde kanonik bir ağıt olan bu şiirin İngilizceye lafzi bir çeviriyle aktarılmaya kabil olmamasında şaşılacak bir şey yok belki de. Düreyd bin Sımme’nin diğer şiirleri de aynı yapıdadır. Bu doğrultuda, bevv kelimesinin aslında Arapçaya veya hiç değilse klasik Arap şiirine özgü ve onun özünde olan bir şey olduğunu, yani onun yalıtıklığını öne sürmek çekici geliyor. Peki, nasıl oluyor da klasik Grekçe, Sanskritçe ve Çincenin edebî külliyatı kadar zengin olan, dünyanın en muazzam edebî külliyatlarından birinin dilimizde bu kadar az yankısı oluyor? Upanişadlardaki bir satır İngilizcedeki en meşhur modern şiirin başlığında yer alıyor. Çağdaş Amerikan şairleri için Li Po ve Sappho elan canlı kaynaklardır, ama Düreyd bin Sımme böyle değil.
Çevrilemez kelimeler sınıflarımızda bizlere yardımcıdır, çünkü kültürel farklılığın sade ve renkli örneklerini sunarlar. Bu, her çeviri macerasında veya karşılaştırmalı edebiyat ya da tarihte karşılaşılacak önemli bir olgudur. Her şeye rağmen bence çevrilemez kelimeler sorunu nihayetinde sahte bir sorundur. Bir başka anekdot bu durumun nedeni hakkında fikir verecek. (Hikâyeyi, bu meselelerdeki akıl hocam Richard Sieburth’tan aldım.) Günün birinde Richard Howard’a efendiye kafa tutmak anlamına gelen bir Fransızca kelimeyi nasıl çevireceği sorulmuştu, o da “Ben kelimeleri çevirmem.” karşılığını vermişti. Bu beyan bir taraftan açıkça yanlıştır. Bütün çevirmenler kelime seçimlerini fazlasıyla dert edip bunun için epeyce zaman harcar. Howard’ın beyanı öte yandan kesinlikle doğrudur. Diller arasındaki eşanlamlı kelimeleri seçmek makinelerin yapacağı bir iştir ve hiçbir çevirmen kendi işini bu şekilde tarif etmez. “Bizlerin uğraştığı iş bir bilim değildir,” diye yazar George Steiner (1975: 311), “aksine tamı tamına bir sanattır.”
Howard’ın bu keskin cevabı çeviri sanatının kelimeden daha geniş olan birimlerle uğraştığını gösterir; cümlelerin şekli ve sentaksı, ses tonu, pasajın sıkleti gibi. Bunlar kullanım örneklerinden ziyade kalıplardır. Deneyimli herhangi bir çevirmenin söyleyeceği gibi, eğer bir kelimeyi çeviremiyorsanız cümleyi veya dizeyi çevirmeyi deneyin, eğer bunu da çeviremiyorsanız paragrafa veya dörtlüğe geçin. Şöyle diyerek bu noktayı genelleştirebiliriz belki; çevirmenin ilk ve en son sonuç olan seçimi, yani diğer tüm seçenekleri sınırın dışında bırakan bu seçim kelimelerle ilgili olduğundan daha çok metinlerle, yazarlarla ve hatta dillerle ilgilidir. Hangisi İngilizceye çevrilmeye değerdir ve neden böyledir?
Bu türden bir soru, iş başındayken öyle basitçe cevaplanamaz. Sorudan doğan meseleler biçim ve kompozisyonun ötesine geçip siyaset ve tarih alanına giriverir. Yirmi beş yıl önce yazılmış, “Ambargo Konmuş Edebiyat” adlı denemesinde Edward W. Said (1990: 34) dehşetle belirtir; “Önde gelen dünya edebiyatları arasında Arapça Batı’da hâlâ görece bilinmez ve okunmaz olarak duruyor.” Ayrıca Said burada, kendisine “Arapçanın ihtilaflı bir dil” olduğunu açıkladığı New Yorklu bir yayıncıyla yaptığı sohbete işaret eder. Arap edebiyatı artık ambargo konmuş bir edebiyat değil, zira 11 Eylül bu yaptırımları fiilen kaldırdı, ancak Arapça hâlâ ihtilaflı bir dil. Medyada ve popüler dünyada Arapça mezhepçilik lügatine (Sünni, Şii, Alevi), dinden etkilenmiş şiddet (cihat, şehit) ve kadınların zapt altında tutulması (nikab, hicab) diline indirgenmiş durumda. Şeriat gibi karmaşık gelenekler karikatürize edilerek yanlış yorumlanıyor ve sıkça olduğu üzere din genel olarak, bizim idealize edilmiş benliğimizin imgesini yansıtan bir ayna olarak hizmet eden bir şey hâline getiriliyor.
Bu koşullar altında Arapçadan çeviri yapmak da doğrudan ve sıkça açık şekilde siyasal anlamı olan bir eyleme dönüşüyor. Hangi metinler ve yazarlar seçilecek, bunlar nerede yayımlanacak, bu yeni metin önsöz veya dipnotlarla mı sunulacak, eğer böyle sunulacaksa nasıl sunulacak, eser kamuya nasıl duyurulacak, tanıtılacak; tüm bu etkenler de bütünsel çeviri işine, herhangi bir Arapça kelimeye İngilizcede ne karşılık verileceği kadar dâhildir. Bence bu durum yapılan işi daha az ilginç kılmak bir yana daha da ilginç hâle getiriyor. Durumun böyle olması çevirmenin bir tek şeyi değil çok daha fazlasını düşünmesini gerektiriyor. Çevirmen bir eleştirmen, bir avukat, bir yorumcu ve (sıkça olduğu üzere, karşılığını alamamış) bir girişimci olmak zorunda. Tüm bunları yerine getirmek bir profesyonelin uzmanlığından çok bir amatörün tutkusuna ihtiyaç duyar. Ayrıca bunlardan hiçbiri daha dar, teknik anlamıyla çevirinin önemini azaltmaz. Bilakis bu durum eserin bağlarını açığa çıkarır.
Zannımca, bir dile ait kelimeleri bir başka dildeki kelimelerin yerine ikame etme şeklindeki çeviri fikri gayet yerleşik bir fikirdir, bunun nedeni kısmen, bu yaklaşımın pedagojik açıdan kullanışlı olmasıdır. Bu yaklaşıma göre çeviri, hakkında bir belge alınabilecek şekilde öğretilebilir olan bir tekniktir. Yine bu yaklaşım için lafzi çeviri çevirinin kuralıdır, yani çeşitli türevlerin kendisinden yola çıkıp mesul oldukları başlangıç çizgisidir. Uzmanlar her daim çevirmenin kelime seçimlerini düzeltmekten veya bunlarda kusur aramaktan zevk alacaktır. Olağanüstü bir kusur arayıcısı olan Vladimir Nabokov, Aleksandr Puşkin’den yapılan Eugene Onegin çevirisi hakkında kaleme aldığı 1995 tarihli denemesinde şöyle yazar; “‘Lafzi çeviri’ ifadesi bir totolojidir, çünkü bundan gayrı hiçbir şey tam anlamıyla çeviri değil bir taklit, bir uyarlama ya da bir parodidir” (1955: 504). Bu yaklaşım aşırı uçlardan birinde durmaktır, beri yandan ben Nabokov’un görüşünün aslında, gayet önemli sonuçlarıyla, akademi dışındaki en önemli yerlerde standart görüş olduğunu düşünüyorum.
Lafzi çeviriler lehine getirilen anlaşılması zor delillerden biri de bu tür çevirilerin, sonuçlar her zaman zarif olmasa da, bazı bakımlardan doğru ve kesin olmasıdır. Çevirmen, saydam cam levha gibi iş gören bir metni üreterek çeviriyle uğraşan birçok kişi için bu mesleğin en önemli erdemi olan kendini öne çıkarmama tutumunu takınabilir. Bu bakış açısına göre, benim yukarıda ortaya koyduğum, lafziliğin dışına çıktığı iddia edilen mülahazalar bu zanaata ihanettir. Saydam cam levha yerine bir partizanın lunaparklarda bulunan hileli aynalarından kullanabilirsiniz; doğrular yerine ideolojik bir çarpıtma yapabilirsiniz. Çevirmenin görünmezliği elbette soylu bir idealdir, ancak bana göre bu meselelerde kesinliğin peşinde koşmak bizzat kendisinin çarpıtılmalarına ve ironilerine yol açacak bir kuruntudur. Bu bağlamda vereceğim örnek yine Arapçadan.
11 Eylül olaylarından sonraki aylarda New York Times sık sık, o tarihten sonra Afganistan dağlarında kaçak yaşayan Üsame bin Ladin’in konuşmalarını, röportajlarını ve yazılı tebliğlerini çevirdi. El-Kaide liderinin beyanları dönemin önde gelen yeni hikâyelerini oluşturuyordu ve genellikle en ön sayfadan sunuluyordu. Üsame bin Ladin’i eleştiren veya ona duygudaşlık besleyen, ister ana dili olsun ister olmasın Arapça konuşan birçok kişi onun beliğ bir hatip olduğunda hemfikirdi. Bernard Lewis mesela onun bildirilerinden birini “muhteşem bir belagat örneği, hatta yer yer şiirsel bir Arapça nesir” şeklinde adlandırmıştı (1998). Birçok meselede Lewis’e katılmayan Edward Said de Al Jazeera’nin o sonbahar yayınını izlemiş ve şöyle yazmıştı (2004); “Çarpıcı bulduğum nokta, gerçekte ne söylendiğinden ayrı olarak, Üsame bin Ladin de dâhil olmak üzere daha savaş yanlısı ve hatta itici olan yandaşlar arasındaki bu yüksek belagat düzeyi. Ladin, hiç duraksamayan ve en küçük bir dil sürçmesi dahi yapmayan -ki kuşkusuz onun bu bariz etkisindeki önemli bir etken- tatlı dilli, akıcı konuşan bir hatip”.
Birleşik Devletlerin zirvesindekiler dahi Ladin’in belagatini kabul etmişti. 2001 Ekim’inde dış işleri bakanı Condoleezza Rice, daha önce eşi benzeri görülmemiş bir düzenlemeyle, Ladin’in konuşmalarını hükümetin tenkitlerine uyumlu olarak yeniden düzenlemeleri için, önde gelen beş Amerikan haber servisinin başındaki kişilere seslenmişti -bu kişilerin hepsi de hemfikirdi. Times’a göre; “İdareciler haber ağlarının başındakilere, El-Kaide kayıtlarının yalnızca kısa bölümlerini yayınlamalarını ve Amerikalılara karşı şiddeti tahrik edecek süslü retorik içeren pasajları elemelerini söyledi. Yayıncılar da bu kayıtlara, uygun içerik dedikleri şeyi sunan haberlerle eşlik etmeye razı oldular” (Carter ve Barringer 2001).
Bir Times okuru, şiirsel belagate sahip korkunç hatip şeklindeki bu Üsame bin Ladin efsanesini inanması güç bir şey olarak görebilir. Tam da Birleşik Devletlerin Afganistan’a bomba yağdırmaya başladığı gün Ladin 11 Eylül saldırılarını kutladığı ve Amerikan ikiyüzlülüğünü eleştirdiği, önceden kaydedilmiş bir video yayınladı. Bu konuşmanın, 8 Ekim 2001’de Times’ta yayımlanan versiyonunda Ladin şöyle diyor (2001); “Amerikalılar kuzeyden güneye, doğudan batıya dehşete düşmüştür, Allah’a şükürler olsun. Amerika şimdilerde bizim daha önce tattığımızın bir kopyasını tadıyor sadece. Bizim İslam milletimiz seksen yıldan fazladır aşağılanma ve itibarsızlığı tadıyor; milletimizin çocukları öldürüldü ve kanları akıtıldı, kutsallarına hakaret edildi”.
Bu kelime seçimlerinden her biri kendi başlarına savunulabilir, ancak bir bütün olarak bu beyan süslü bir retorik örneği olmadığı gibi belagat örneği hiç değildir. “Deneyimlemek” veya “acı çekmek” kelimeleri daha uygun olacakken “tatmak” kelimesinin hantalca tekrarlanması; “kopya” ile yaratılan karışık metafor; gramer açısından yersiz kaçan “aşağılanma ve itibar” kelimeleri; “holy places” (kutsal mekânlar) yerine artık eskimiş bir çoğul olan “sanctities”in (kutsallıklar) kullanımı; burada yeri olmayan, günlük dile ait bir deyiş olarak ve gereksiz bağlacıyla “Allah’a şükürler olsun” (and thanks be to God) ifadesi; bu hiç de uygun bir konuşma tonu değildir, bilakis kendi dilini bilmeyen birinin veya konuşmayla ilişkisi herhangi bir Times okurunun ilişkisinden kökten farklı olan birinin beyanıdır. Bir haber kuruluşu olarak Times mecburen doğruluğa yatırım yaptı. Times’ın, yukarıda sembolik bir örneği sunulan, Ladin versiyonlarının lafzi çeviriye uyması şaşırtıcı değil. Ancak Said ve Lewis’in Ladin’in belagati hakkında söylediklerini doğru kabul edersek, ortada böylesi aşırı derecede itici bir sonuç varken bu lafzi çeviriyle ne türden bir kesinliğe erişildiğini sormamız lazım. Böylesi bir uygunsuzluk bazen belagatin, artık biçimsel retoriği çok da ciddiye almayan bir dilde (İngilizce) kelimesi kelimesine sahnelenmesinden doğar. Üsame bin Ladin 2001 Aralığındaki bir konuşmasında Birleşik Devletlerin bilerek sivil hedefleri bombaladığından yakınmıştı. Konuşmanın Times versiyonunda şunu görüyoruz; “Hatalı saldırılar hakkında duyduğunuz her şey bir yalandır, düpedüz yalan” (alıntılayan Risen 2001). Tenkit amaçlı tekrar hatiplere özgü, ortak bir süstür -Arap retorikçileri buna tikrâr/tekrir der- ancak İngilizce pasajda, özgün dilde olmayan gülünç, şamatacı bir tat vardır. Üsame bin Ladin’den daha az yetenekli bir hatip olan Eymen ez-Zevâhirî’nin Ekim ayındaki video kaydından yapılan Times çevirisinde de yine aynı etki ortaya çıkıverir; “Amerika İsrail’i yarattığı için suçluların başıdır. Bu, elli yıldır süren suçtur. Müslüman milleti bu suçu kabul etmemelidir” (alıntılayan Burns 2001).
Yukarıda Üsame bin Ladin hakkındaki değinilerini alıntıladığım “Arapçada Yaşayan” adlı denemesinde Edward Said belagat idealine, ayrıca yazılı ve sözlü türevleriyle iki değişkenli dil olarak Arapçanın modern İngilizce için söz konusu olmayacak şekilde retorik kodları nasıl canlı tutabildiğine uzun uzadıya değinir. Denemenin sonuna doğru Said şöyle yazar (2004); “Arapça ve İngilizce, faaliyet gösterme bakımından böylesi farklı diller olduklarından ve ayrıca bir dildeki belagat ideali başka bir dildekiyle aynı olmadığından, sık sık düşlediğim ve zaman zaman zaten eriştiğimi cesurca düşündüğüm türden mükemmel bir çift dillilik gerçekte mümkün değildir”. Üstelik Said sonunda bu “mükemmel çift dillilik” düşünü İngilizce ve Arapçanın “mükemmel değişkenliği” dediği şeyin imkânları lehine yadsır. Bu değişkenlik “Donmuş, tamamlanmış ama nihayetinde, bana göre ilkesel olarak beliğ sayılamayacak yorumcuların ve çevirmenlerin sahipmiş gibi göründükleri türden, yalnızca teorik olan kazanımdan çok daha tatmin edicidir” (a.g.e.).
Bu anlamda “mükemmellik” bir uzmanlık meselesi değil daha ziyade dilbilimsel -aynı şekilde tarihsel ve siyasal- yamukluk durumlarına ustalıkla cevap vermedir. İngilizce ve Arapçadaki belagat idealleri arasındaki dengesizlik böylesi durumlardan biridir; bir başkası da küreselleşmenin lingua francasıyla görece yalıtılmış “bölgesel” dil arasındaki mevcut eşitsizliktir. Gramere uygun konuşmayla retorik klişelerin zayıf taklitlerini birbirine zar zor menteşeleyen Times çevirilerinin Ladin’e ve daha genel olarak Arapça konuşanlara yönelik, Times okurlarının zaten sahip oldukları fikri -yani konuşmasında bir düşünceyi diğeriyle bağlantılı kılamayan, tuhaf ve dengesiz bir yabancı fikrini- onaylama gibi bir etkisi olmuştur. Böylece bizzat Arapça çevrilemez bir dil olarak sunulmuştur ki onun İngilizcedeki tarihsel yazgısı neredeyse hep böyledir.
Burada bir kısır döngüye yakalanıyoruz; çevirilerin kıtlığı çevrilemezliğe işaret ediyordur ki bu da muhtemel çevirmenlerin gözünü korkutuyor veya çıtanın, saçma sapan şeylerin dahi kabul edilebilir hâle geleceği kadar aşağı konmasına yol açıyor. Bu koşullar altında bana göre, Arapçadan çeviri yapacak çevirmenlerin asli görevi bu dilin İngilizceye öylece çevrilebilir olduğunu iddia etmektir. Burada çevrilebilirlikle Arapçanın yorumlanabilirliğini, estetik anlam da dâhil olmak üzere potansiyel anlamlı kılınabilirliğini kastediyorum. Arapçada eloquence kelimesinin karşılığı olup “açık söz söyleme sanatı” anlamına gelen el-beyân kelimesi İngilizce çevirmenlerine iş görür bir örnek sunabilir, böylece onların çevirileri de “doğru” ikameler sunmaktan ziyade aydınlatma derdine düşebilir. (Kelimesi kelimesine tercümelerin vazgeçtiği şey tam da bu yorumlama ve aydınlatma işidir).
Bu delil “ehlileştiren” çeviriler lehine, yani dilbilimsel yabancılaşma pahasına okuma kolaylığı ayrıcalığı sunan, kısırlaştırılmış İngilizce çeviriler lehine getirilmiş bir delil değildir. Bu delil getirme aksine şunu dillendirir; İngilizce ve Arapça arasındaki yabancılaşmanın kaba bir tarihsel olgu olduğu dönemde Arapçadan yapılan beliğ çeviriler, bu çeviriler de dâhil olmak üzere her bir sağlam okuma deneyiminin barındırması gereken, tam bir şok ve alışkanlıkları yıkma deneyimi sunabilir. Berrak ve okunaklı İngilizce çevirilerin bu deneyimleri teşvik edebilme ihtimali bana “ehlileştiren” ve “yabancılaştıran” çeviriler kategorisinin anlamsız veya hiç değilse son derece tesadüfi olduğunu düşündürüyor.
Benim asgari çevrilebilirlik lehine getirdiğim delil Steiner’ın (1975) meşhur adlandırmasıyla “hermeneutik hareket” dediği ilk hareket tarifinin yeniden şekillendirilmesidir aslında. Steiner’a göre çeviri bir “ilk adım güveni” jestiyle başlar ki bu, “karşıt metnin” anlamlılığını ciddiye alma lehine sunulmuş bir varsayımdır; “Bir sıçramaya girişiriz; orada anlaşılabilecek bir şeyler olduğunu en başından onaylarız, bu şeylerin nakledilmesi hükümsüz olmayacaktır. Tüm anlama, anlamanın gözler önüne seren beyanı -ki çeviridir- bir güven edimiyle başlar” (a.g.e.). Steiner bu başlatıcı güven edimine “çevirmenin radikal yüce gönüllülüğü” (a.g.e.) der.
Kendi tehlikeleri olduğunu düşündüğüm bu türden yüce gönüllülük açıktır ki Üsame bin Ladin çevirilerinin gözler önüne serdiği noktadır. Ciddiye alma ve anlamlılık -diyelim ki aklilik- canavarları sıradan siyasal aktörlere dönüştürme tehlikesini taşır. Bir yandan beliğ olurlarken çevirmenlerin kitle katillerine kadar genişletmeleri gereken yüce gönüllülük ne türdendir? Bizzat Steiner’ın yazdığı gibi “Güven asla kesinlik kazanmaz” (a.g.e.). (Steiner anlamsızlıktan kaygılanıyordu, ancak patolojik söylem de aynı vesveseyi doğurur.)
Bu kaygıya bir yanıt olarak son anekdotumu nakledeceğim. 2015 yazında meslektaşım Bernard Haykel’le birlikte New Yorker dergisi için cihat şiiri hakkında bir makale yazdık. Arapça konuşan dünyadaki militan İslamcı hareketlerin, neredeyse hepsi online yayımlanan, muazzam miktarda şiir ürettiklerine, bu şaşırtıcı olguya değindik. İntihar bombacılarına ağıtları, İslam zaferlerine övgüleri ve düşmanlara karşı hakaretamiz mısraları içeren bu şiirler cihat kültürünün tam merkezinde durur. Birçok amatör şair gibi, Üsame bin Ladin de dâhil olmak üzere liderleri de kapsayan, bu militan şairler biçimsel teamülleri bir fetiş hâline getirir. Gerçekten de onların neredeyse tüm şiirleri klasik ölçü ve vezinlere göre yazılmıştır; bu ise, militanların kendilerini gelenekte derin kökleri olan kültürel aktörler şeklinde sunma kaygılarından doğan öz-bilinçli bir arkaik telif tarzıdır. Ailelerini ve doğdukları ülkeleri reddeden (veya onlar tarafından reddedilen) bireylerin ulusal sınırları aşan bir hareketi olarak, militanlar kendilerini otantik olarak sunmaya yükümlü hissetmişlerdir.
Bizi bu makaleyi yazmaya iten saiklardan biri teolojiyi, siyaseti ve kültürel üretimi tutarlı ve yeni bir tarzda mezceden bir bütün olarak militan hareketlerdeki derin mantığı açığa çıkarmaktı. Ayrıca cihatçılık ile ondan daha tanıdık olan siyasal ve kültürel hareketler arasındaki bazı mukayese noktalarını -denklikleri değil- saptamak istedik; militanlar diaspora niteliği taşıyan bir topluluktur ve bunun sonucu olarak topluluğun geçmişteki kazanımlarını, başarılarını kaydetmeye takıntılıdır; cihatçılar din adamları sınıfının kurumsal otoritesini reddeder ve bireylerin dinî metinleri okumasındaki meşruluğa vurgu yaparlar; kendisini çevreleyen ortamca reddedilen bir siyasal kimlik hareketi olarak cihatçı ahlak, benliğini ilan etmeyi ve kendini teşhir etmeyi merkeze koyar. Yine biz, korkunç, tam anlamıyla hesaplanmış şiddetinin yanı sıra cihatçı söylemin en uzak yerlerdeki Müslümanlarla bir duygudaşlık ve dayanışma söylemi olduğunu göstermeyi istedik. Cihatçı çevrelerde “İşid’in kadın şairi” olarak bilinen bir kadın militanın sözleriyle (çeviri bize ait):
Güneyin Araplarını daha çok sevmiyorum
Kuzey Araplarını sevdiğimden.
Hindistan’daki kardeşim, kardeşimsin benim
Balkanlardaki kardeşim nasıl kardeşimse.
Ahvaz’da ol, ister Aksa’da
İster Arabistan veya Çeçenistan’da.
Filistin haykırırsa eğer
Afganistan yardıma çağırırsa
Kaygılanırsa Kosova
Assam veya Pattani dertlenirse
Kalbim uzanacak oralara
Duyarak bu muhtaçlara yardım özlemi.
Aralarında hiçbir fark yok
Bunu söyler İslam öğretisi.
Biz tek bir bedeniz
Budur mesut akidemiz…
Dilimiz farklı, rengimiz farklı
Ama paylaşıyoruz aynı damarı
(Alıntılayan Haykel ve Creswell 2015)
Bu pek de Whitmanesk bir şiir değil -zira sempati dairesi oldukça kısıtlı- ancak İngilizce çevirisinde aktarmak istediğimiz gibi beliğ bir şiir. Radikal yüce gönüllülüğün atılgan bir örneği mi? Eğer Birleşik Devletlerin İşid’le medeniyet savaşı içinde olduğu düşünülüyorsa bu, ne seçilecek bir şiirdir ne de benimsenecek bir çeviri stratejisidir. Böyle bir kalkış noktasından bakıldığında İşid’in şiiri çevrilemez, hatta düşünülemez olacaktır. Tıpkı benim inandığım gibi Orta Doğu’nun kökünde yabancı bir diyar olmadığına inanılıyorsa; Amerika’nın uzun yıllardır bölgesel bir aktör olageldiğine ve bir dış güç olmadığına inanılıyorsa; araçları acımasız olmakla beraber siyasal hareketlerin temelde patolojik değil akli olduğuna inanılıyorsa o hâlde böylesi bir şiir yorumlanma ve aydınlatılma gayretine değer görülebilir. Ancak bu, geniş ölçüde, siyasal zeminlerde savunulması gereken siyasal bir seçimdir. Kişinin salt çevirmen olarak gerçekleştireceği bir seçim değildir. Ortada ne yazık ki böylesi seçimler yok.
*Prof. Dr., Yale Üniversitesi, Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü
Kaynakça
bin Laden, Osama. 2001. “Bin Laden’s Statement: ‘The Sword Fell.’ ” New York Times, 8 Ekim. www.nytimes.com/2001/10/08/world/a-nation-challenged-bin-laden-s-statement-the-sword-fell.html.
Burns, John F. 2001. “Bin Laden Taunts U.S. and Praises Hijackers.” New York Times, 8 Ekim. www.nytimes.com/2001/10/08/world/a-nation-challenged-the-wanted-man-bin-laden-taunts-us-and-praises-hijackers.html.
Carter, Bill, and Felicity Barringer. 2001. “Networks Agree to U.S. Request to Edit Future bin Laden Tapes.” New York Times, 11 Ekim. www.nytimes.com/2001/10/11/us/nation-challenged-coverage-networks-agree-us-request-edit-future-bin-laden-tapes.html.
Haykel, Bernard ve Robyn Creswell. 2015. “Battle Lines.” New Yorker, 8 ve 15 Haziran. www.newyorker.com/magazine/2015/06/08/battle-lines-jihad-creswell-and-haykel.
Jones, Alan, ed. 1992. Early Arabic Poetry. C. 1. Reading, UK: Ithaca.
Lane, Edward. 1980 [1875]. An Arabic-English Lexicon. 8 Cilt. Beyrut: Librarie du Liban.
Lewis, Bernard. 1998. “License to Kill: Usama bin Ladin’s Declaration of Jihad.” Foreign Affairs, Kasım-Aralık. www.foreignaffairs.com/articles/saudi-arabia/1998-11-01/license-kill-usama-bin-ladins declaration-jihad.
Nabokov, Vladimir. 1955. “Problems of Translation: ‘Onegin’ in English.” Partisan Review 22, no. 4: 468–512.
Pound, Ezra. 1960. ABC of Reading. New York: New Directions.
Risen, James. 2001. “A Gaunt bin Laden on New Tape.” New York Times, 27 Aralık. www.nytimes.com/2001/12/27/world/a-nation-challenged-video-a-gaunt-bin-laden-on-new-tape. html.
Said, Edward W. 1990. “Embargoed Literature.” Nation, 17 Eylül, 34–41.
Said, Edward W. 2004. “Living in Arabic.” Al-Ahram Weekly, 12–18 Şubat.
Steiner, George. 1975. After Babel: Aspects of Language and Translation. Oxford: Oxford University Press.