CANLILIK ÜZERİNE YENİ BİR DEĞERLENDİRME
Yazar: Mustafa Yavuz
Giriş
Tabiat bilimlerinin bir parçası olan biyoloji, isminin kökeninden de anlaşılacağı üzere canlılık ve canlılar araştırması yapan, deney ve gözleme dayalı bir bilimdir. İsminden hareketle, biyoloji biliminin canlı adı verilen her nesneyi çalışma alanına aldığı sonucuna varılabilir. Kendisine en yakın görünen fizik ve kimya gibi bilimlerden bazen yönteminin, çoğunlukla da nesnesinin daha karmaşık ve farklı bir düzende olması ile ayrılır.
Canlılık, en kısa ve yalın anlamıyla can sahibi olma durumu demektir ve tanımı gereği canlıdan başka fakat onunla ilintilidir. Canın ne olduğu ve kaynağı antik dönemden beri tartışılagelmektedir. Canlılık mefhumunu tartışan herkes kendi arka plan bilgisine ve meşrebine göre farklı bir tanım yapmaktadır. Zira gerek can gerek canlılık gibi kavramlar insanın zihnî faaliyetine konu adlandırmalardır. Bununla birlikte özellikle ders kitaplarında canlılık hakkında bilgilendirme yapmaktan öteye geçilemediği için yalnızca canlıların ortak özellikleri sıralanarak, bu konu maalesef geçiştirilmektedir. Canlılık ya da canlı olma durumu, kitaplarda verildiği şekliyle yalnızca canlıların ortak özelliklerini sıralamakla tanımlanmış sayılamaz. Zira canlılığın tanımı yani canlı olma durumu ile canlılığın birer fonksiyonu olan “canlıların ortak özellikleri” bir ve aynı şey değildirler. Bahse konu bu ortak özellikler canlılığın ancak ve ancak birer belirtisidirler ki bunları ele alırken Latince symptoma vitæ terimini kullanmayı tercih ediyorum.
Biyosistemler
Bir biyolojik sistem, kendini meydana getiren elemanlardan ve onları da meydana getiren farklı düzeylerdeki alt-elemanlardan oluşmaktadır. Farklı düzeylerde görünen bütün bu elemanlar ve alt elemanlar ölçek ve amaç seçimimize göre birimler olarak adlandırılabilirler. Bazı elemanlar, müstakil birimler hâlinde etkin olabildikleri gibi, bazıları ancak bir bütünün yani sistemin içinde anlamlıdırlar (DesJardins, 2006). Herhangi bir metindeki bir ifadenin bazen yalnızca bağlamı içinde anlamlı olması gibi, özellikle çok hücreli canlılarda, organizmal bütünlükten ayrılan birtakım hücreler, canlılıklarını yitirirler. Organizmalardan bahsettiğimiz her zamanda, organizmaların açık sistemler olduğu (von Bertalanffy, 1968) ve çevreleri ile türlü alışveriş ilişkisi kuruyor oldukları gözden kaçmamalıdır. Bu noktada, tek hücreli bir canlının, müstakil olarak mevcudiyetine devam ediyor ve bir sistemin parçası değilmiş gibi görünüyor olması, tenakuz anlamına da gelmemektedir. Zira tek hücreli canlılar kendi başlarına bir organizma oldukları için, zımnen sistemlerden müteşekkildirler. Aslında biyolojik evrende müstakillik diye bir kavram yoktur. Örneğin biyolojik anlamda insanı, ağzındaki veya bağırsağındaki bakteri florasından azade, steril düşünmemiz imkânsızdır. Bu durum nerede birey, nerede çevreden bahsettiğimiz karmaşasını getiriyor görünse de bir canlı açısından, başka canlılarla paylaşmadığı bir çevre olmadığı ve çevrenin gerçekte canlı tarafından an be an işlenerek inşa edildiği görüşlerine (Lewontin, 2015) katılıyorum. Bu noktadan hareketle, çevre inşa ediyor olmayı ve çevre tarafından inşa ediliyor olmayı da canlıların zorunlu-ortak özellikleri arasında görüyorum.
Peki, niçin biyolojik dünyada sistemlere gerek vardır ve biyolojik dünyanın sistemlerden örülü olmasının anlamı nedir? Bu noktada, anlama dönük her tür ifadenin yine bizim yakıştırmamız ve yüklememiz olduğunun ve tabiatta “anlam” bulunması gibi bir ön-koşul olmadığının altını çizmek isterim. Bilimsel her tür etkinlik bir insan etkinliğidir, bilimsel bilgi kategorisine giren veriler üzerinden, insan anlam arayışı gerçekleştirir. Dolayısıyla verilerin zamanla değişiyor olması anlamı da değiştirebilir. Esasında bu hususta çıkaracağımız anlamlardan ilki, birimlerden sisteme doğru gidildikçe, -farklı çeşitlerdeki birimlerin de sisteme dâhil olmasıyla- sistem düzeyinde birim çeşitliliğinin artmasının ve buna ilaveten giderek artan düzeyde karmaşıklığın sistemin getirileri olduğudur. Dolayısıyla, hücre seviyesinden (organel çeşitliliği); organizma seviyesine (hücre, doku, organ, sistem çeşitliliği) çıkıldığında sistemleşmenin getirileri gereği çeşitlilik ve karmaşıklık artışı olmaktadır.
Ereksel (Teleonomik) Bakış
Darwin tarafından “Türlerin Kökenine Dair…” başlıklı eserinde verildiği şekliyle doğal seçilim konsepti, “en iyi uyanın yaşayakalması” (survival of the fittest) olarak özetlenen tek bir ilke hâline getirilebilir. Her ne kadar, İngilizce ifadesiyle cümlede fittest ile nesne, to fit ile de eylem Darwin tarafından muğlak hâlde bırakılmış ise de esasında to fit ifadesi, bir organizmanın ve dolayısıyla bir popülasyonun yaşayakalması için gerekli tüm değişiklik (variation), düzenleme (modification) ve uyum (adaptation) eylemlerini kapsar olduğundan, bu bağlamda doğal seçilime tabi olan bütün canlılar için bir postulat olarak temel bir erek (telos) öne sürüyorum: Yaşayakalmak. Bu metinde yaşayakalmak canlıların, süregitmek de canlılığın ereği olarak kullanılmaktadır çünkü aşağıdaki kimyasal açıklama da dikkate alındığında, sanki canlılık süregitmek için, dolayısıyla bir canlı da yaşayakalmak için çabalıyor gibi görünmektedir. Her bir hücre ve organizma, yaşayakalabildiği ölçüde süreklilik gösterme durumunda olduğundan, birtakım eylem ve tepki(me)leri canlılık sürecini destekledikleri müddetçe sürdürmelidir. Nedensellikle açıkladığımız zaman-mekân uzayımızda yaşayakalmak yalnızca bir anlık bir hadise, bir görüntü olmayıp, yalnızca bir an ve mekâna veya nihai mevkie doğru da değildir. Yaşayakalmak, uzam ve sürem gerektiren canlılık sürecinin temel dinamiği ve o sürecin önemli bir parçasıdır. Yalnızca tek bir hâl değil, aksine bir hâller bütünüdür, stasis değildir kinesistir. İşte tam bu noktada, homeostasis terimi yerine (Macklem, 2008) homeokinesis teriminin kullanılması önerisi (Thamrin & Frey, 2009) bu çalışma için oldukça anlamlıdır. Homeostasis terimi ile bir canlının dış ve iç şartları arasında denge kurması kastedilirken aslında zımnen statik bir hâl düşüncesi verilmektedir. Oysa, canlılığın her noktasında ve anında, süregiden bir akış olmalıdır. İnsan bedenindeki farklı sistemler ya da organlardan verilebilecek farklı örnekler, vücutta zaten mevcut olan geri-besleme (feedback) mekanizmaları, aslında makro düzlemde homeostasis ile kastedilen dengenin, mikro düzlemde süreklilik ihtiva eden bir hareket olduğunu ortaya koymaktadır. Başka bir ifade ile eşit kollu bir terazinin her iki kefesi, uzaktan bakıldığında sabitmiş gibi görünüyor iseler de gerçekte -minimum düzeyde bile olsa- salınım yapmaktadırlar. Canlılar da maddi evrenin bir parçası olduklarından dolayı, maddeyi etkileyen sebep ya da etmenler canlıları da etkilerler.
Canlılık Tanımının İmkânı
Canlılık, biyolojik dünyanın fizik dünyadan ayrıldığı en önemli husustur. Ancak bu alametifarikanın bilimin modernleşme sürecinde nasıl tanımlanacağı ve işleneceği başlı başına bir sorun hâline gelmiştir. Zira literatürdeki bir listeye göre (Popa, 2004) XIX. yüzyılın ikinci yarısından, XX. yüzyıl sonuna kadar geçen zaman zarfında, farklı yazarlarca kırktan fazla canlılık tanımı ya da yorumu yapılmıştır. Konu üzerinde görüş belirten tüm yazarların hemfikir olduğu husus, canlı olmadan canlılık olmayacağı, yani tabiatta kendi başına ve canlıdan ari bir canlılık mefhumunun olmadığıdır. Tekrar belirtmek gerekir ki, canlılığın canlılardan farklı olması fikri de insanın zihnî bir faaliyetine dayanır. Bu zihnî faaliyetin, tabiatta cari olan olaylara da uygun düşmesi esastır. Canlılığın mekanizmalarından ziyade neliği üzerinde bir uzlaşı -henüz- sağlanamadığından ve bu noktayı bir fırsat kabul ederek, yeni bir canlılık tanımı öneriyorum: “Canlılık, bir hücrenin iç yükleri ile dış yükleri arasında gerçekleşen akış sürecinin düzenlenmesidir”. Tanımda geçen iç yükler ifadesi, bir hücreyi hücre yapan ve ana/ata hücreden yavru hücreye aktarılan organik maddelerden müteşekkil olup, bu iç yük ya hücrede potansiyel olarak bulunur ya da hücresel zamanın belirli bir parçasında aktifleşir. Dış yük ise, hücrenin yaşadığı ortamdan ve hücrenin kendisi hariç, hücre üzerinde etkili olan her tür etmenden müteşekkildir. Canlılık, minimum ve maksimum dereceler arasındaki homeokinetik menzili dengeleyemeye dönük bir metabolizma ile mekanize olur ve ağsı bir yapıyla karakterizedir. Tanımdaki metabolizma, iç ve dış potansiyeller arasında, canlılığın bir aracıdır. Hücre Teorisinin (Schleiden, 1838; Schwann, 1839) ikinci maddesine göre: hücre, canlılarda yapının ve düzenin en temel birimidir. Teorinin bu maddesine, şu şekilde bir güncelleme yapmamız mümkündür: hücre bir canlının canlılık özelliği taşıyan en temel birimidir. Dolayısıyla, iddiama göre hücre, canlılığın en temel hâlini barındırmaktadır. Herhangi bir canlılık tanımından azade olarak, hücre teorisinin kendisi zaten bize postulat olarak canlılığın açığa çıktığı basamağın hücre düzeyi olduğunu vermektedir. Hiyerarşik olarak hücre altı yapılar her ne surette olurlarsa olsunlar canlı kabul edilmediğinden (mesela virüsler), canlılığın belirimsel (emergent) özelliklerinin de ilk kez hücre düzeyinde görüldüğü sonucu ortaya çıkar.
Kimyadan Örnekler
Pross (2016) biyolojik fenomenlere kimyasal açıklamalar getirme imkânını sorgulayarak başladığı eserinde, cansız maddenin nasıl canlı bir organizmaya dönüştüğüne cevap ararken, aynı zamanda kimya ve biyoloji arasında kullanışlı bir bağ ve geçerli bir prensip kurmayı da dener. Pross’a göre, kopyalanma kimyasındaki güncel buluşlar, biyolojik süreçlerin nasıl başladığını anlamamıza yardımcı olabilir. Yine aynı yazar, termodinamik bir kararsızlığın dinamik kinetik kararlılık anlamına geldiğini, sonuç olarak da biyoloji dünyasında görülebilecek yegâne kararlılığın bu olduğunu iddia eder. Zira kopyalanma kimyasında cari olan kurallara göre, kendini kopyalayan sistemlerde “Madde kendini kopyalamak için tepkimeye girerek kararlılığını korur.” ki böylece “Kopyalanma maddeye kalıcılık sağlar.” (Pross, 2016). Aynı zamanda kendini kopyalayabilen ilkel bir sistem, zamanla -dinamik kinetik kararlılığın artış gösterme meyli sebebiyle- giderek karmaşık hâle gelecektir. Böylece, biyolojik dünyayı oluşturan organizmaların belirimsel (emergent) özelliklerine benzer özelliklerin kimya dünyasında zaten var olduğu sonucu karşımıza çıkar.
Kimyasal elementler, atomik konfigürasyonlarının birer fonksiyonu olarak, element kararlılığı diyebileceğimiz bir kararlılık durumu sergilerler. Bu element kararlılığı, fonksiyonel konfigürasyonlarının ikinci basamağında farklı türlerde tepkimelere girmelerine imkân tanır ki bu tepkimelerin bir kısmının neticesi olarak, kendilerini oluşturan elementlerden çok farklı özellikler sergileyebilen bileşikler ortaya çıkarlar. Yani kimyasal reaksiyonlar, bazı durumlarda belirimsel özellikler sergileyen bir bileşiği verecek şekilde gerçekleşebilirler. Pross’un görüşlerine ve açıklamalarına ilaveten gezegenimizde hayat kaynağı sayılan su oluşumu tepkimesini ele alabiliriz:
2 H+ + ½ O2 → H2O
Yukarıdaki kimyasal yanma tepkimesinde H yanıcı, O2 ise yakıcıdır. Ancak, tepkime sonucu açığa çıkan H2O ne yanıcı ne de yakıcı, bilakis söndürücüdür. Canlılığın ortaya çıkması için kesinlikle gerekli olan bir bileşeni, suyu üreten böyle bir tepkime aynı zamanda, tepkimeye giren her iki elementte de görünürde mevcut olmayan, yalnızca tepkime sonucu ortaya çıkan bileşikte beliriveren bir söndürücülük özelliğini de sergiler. Kısaca, suyun söndürme özelliği yukarıdaki reaksiyon sonucu beliriverir.
Gestalt Ekolü’nün (Koffka, 1935) bütünün, parçalarının toplamından daha fazla olduğu görüşü yerine ikame ettiği Bütün, parçalarının toplamından başkadır görüşüne tam olarak katılmıyorum. Çünkü belki de “bütün, parçaların toplamından fazladır.” şeklinde alabileceğimiz bir bakışla, canlılık mefhumu açıklanabilir. Zira, parça bütün arasında aynı zamanda düzen (configuration) ilişkisi de bulunur. Dolayısıyla, bir hücre, kendisini meydana getiren bütün organellerin, hücre zarının ve sitoplazmanın toplamından daha fazlasıdır. Zira hücre, aynı zamanda canlı yapısının sıradüzeni içinde canlılık fenomeninin ilk kez ve beliriverme şeklinde görüldüğü düzeydir. Muhtemelen, elementler düzeyinde tespit edemediğimiz ancak, moleküller düzeyinde karşımıza çıkan bazı belirimler bir araya gelerek, hücre-altı düzeyde göremediğimiz fakat yalnızca hücre düzeyinde ve yukarısında beliriveren canlılığı doğurmaktadır.
Canlılık, -tıpkı kopyalanma kimyasındakini andırır surette- kendisini kopyalayarak ata/ana hücreden yavru hücreye aktarılmaktadır. Böylelikle canlılık, hücreyi mekân tutarak zamanda süreklilik kazanmaktadır. Canlılık özelliğinin üreme mekanizmaları ile hücreden hücreye veya bir organizma neslinden diğer nesile aktarılıyor olması yukarıda bahsettiğim biricik erek (telos) olan yaşayakalmak ile birlikte ele alındığında anlamlı hâle gelmektedir. Telos ile ilgili tartışmalarda Monod’nun (2012) “canlıların, cansızlardan teleonomi ile ayrıldığı ve canlılardaki özerk tasarının (telos) türün devamı ve korunması olduğu” görüşüne katılıyorum.
Bilinç ve Canlılık İlişkisi
Canlılık tartışmasında ele alınması gereken bir konu da bilinçtir (consciousness). Eğer bilinci, bir canlının vücut bütünlüğünü ve sürekliliğini korumaya yönelik her türlü hamleyi gerçekleştirmesi düşüncesine indirgeyebilirsek, o vakit bilincin, canlılık olgusu içinde zaten mütemekkin (embedded) olduğunu da iddia edebiliriz. Bilincin, farklı seviyelerde açığa çıkan farklı veçheleri olabileceği gibi, o canlılık seviyelerinde gömülü olarak farklı bilinç seviyeleri olması da makuldür.
Farklı canlı gruplarında farklı bilinçler olması ihtimali bağlamında Tulving’in (1985) APA ödüllü çalışmasında ortaya koyduğu farklı bilinçler ve bunlarla eşleştirdiği farklı bellek tipleri dikkat çekicidir. Buna göre, yöntemsel (procedural) bellek, duyusal (anoetic) bilinçle, eylemsel (episodic) bellek zamansal (autonoetic) bilinçle ve anlamsal (semantic) bellek ise zihinsel (noetic) bilinçle eşleşecek şekilde irtibatlıdırlar. Duyusal (anoetic) bilinç, organizmalara uyaranlar ile tepkiler arasındaki öğrenilmiş bağlantıları yöntemsel (procedural) bellekte muhafaza etme imkânı tanır. En düşük seviyedeki bu bilinç, organizmaların iç ve dış uyaranları algılama ve onlara tepki verme kapasitesine işaret eder (Chamovitz, 2018). Bu durumdan hareketle, hücre düzeyinde bir “hücresel bellek” ve yine bu bellekle irtibatlı “hücresel bilinç” bulunduğunu iddia ediyorum. Dolayısıyla yukarıda verdiğim tanıma şu eklemeyi yapmam mümkündür: Canlılık, yalnızca bir koordinasyon değil, aynı zamanda beliriveren (emergent) bir bilinç ve zekâ anlamına da gelmektedir.
Canlılarda görülen iki diğer mekanizma, son yıllarda giderek artan çalışma ile ilgi odağı hâline gelmiştir. Bunlardan, Türkçede özduyum olarak adlandırılan proprioception, memeli canlılarda özellikle de insanda, vücudun, farklı organlarının yerini ve duruşunu algılaması olarak bilinir (Jones, 2001). Canlılarda mevcut olan diğer mekanizma, akran algılama (quorum sensing), artan sayıda bilimsel çalışma ile incelenmektedir. Bir popülasyondaki bireyler, sinyal-yanıt sistemini kullanarak, popülasyon düzeyinde kendi davranışlarını senkronize eder ve çok hücreli organizma gibi davranabilirler (Kaya & Yardımcı, 2014). Böyle durumlarda, tikel organizmaların kendileri ile aynı zaman-mekân uzayını paylaşan akranları ile birlikte -varsayımsal olarak- tümel ve tek bir organizma gibi davrandıkları görülür. Tıpkı tiyatroda seyirciler tarafından rastgele başlatılan bir alkış tufanının bir süre sonra senkronize ritimli tek bir ortak-alkış hareketine dönüşmesi gibi. Canlılarda görülen özduyum ve akran algılama özellikleri bir arada ele alınırsa, bir canlının kendisine benzer diğer canlılarla etkileşime açık olduğu, ancak kendisine benzer canlıları algılaması için, öncelikle kendisinin de farkında olması gerektiği bütün bunları yapabilmesi için de asgari düzeyde bile olsa bir bilinç ve bir bellek tipi ile donanmış olması gerektiği çıkarımlarına varırız. Çünkü bir organizmanın kendisini tanıması ve aynı zamanda kendisi haricini de algılayıp kendine benzerleri seçerek tanıması gibi özellikler, organizmanın yaşayakalmasının devamı için gereklidir. Özetle, bütün canlılarda bir benlik ve bir de bana benzerlik algısı bulunmakta, bu ise asgari de olsa bir bilinç tipini zorunlu kılmaktadır.
Şu hâlde bilincin, canlılık fenomeninde mütemekkin olduğunu iddia ederken, özellikle hücresel düzeyde canlılığa içkin hücresel bir bilinci, organsal canlılığa içkin bir organsal bilinci ve nihayet organizmal canlılığa içkin de organizmal bir biyolojik bilinci kastediyorum. Bu konuya, beyin ölümü gerçekleşen bireylerin, organlarının tamamının beyin ile bir aynı anda ölmediği ve bu durumun da organ nakillerine imkân tanıdığı bilgisi örnek olarak verilirse, neticede organ canlılığı ile organizma canlılığının bir ve aynı şey olmadığı açığa çıkar. Dolayısıyla, yineleyecek olursak birbiri ile bağlantılı ancak birbirinden farklı üç katmanlı bir canlılık görüşü öne sürüyorum.
Tulving tarafından verilen üç bilinç tipi bir anlamda, antik ve klasik felsefe-bilim tarihinde gördüğümüz üç parçalı nefs görüşü ile örtüşmektedir. Tulving’in sırasıyla bitkilere, hayvanlara ve insanlara yüklediği bilinç ve bellek tipleri; bitkisel, hayvansal ve akli nefs tipleri ile uygundur. Bir diğer husus da gerek Tulving bilinç ve bellek tiplerinin gerek klasik nefs tiplemelerimizin zorunlu bir şekilde tek-sıradüzende (monohierarchical), yani bir üst nefs veya bilinç durumunun bir alttakini bütünüyle kapsayacağı şekilde örülü olduğudur.
Sonuç
Çağımızın bilim anlayışı her ne kadar farklı ifadelerle aslında tikellerden örülü bir evren tasavvuru sunuyor gibi görünse de esas olarak olgu ve olaylara kendi içinde tümel bakışla yaklaştığı görülmektedir. Özellikle yüzyılımızın herhangi bir bilim dalında elde edilen veriler, tümel ya da tümevarımcı bir bakışla evrenin tamamına teşmil edilmekte, evrenin hakikat(ler)ine ulaşma iddiası cazip görünmektedir. Yine de ihtimaller göz ardı edilmemeli, bir bilim insanı kesinkes ve mutlak surette hakikate ulaşma iddiasındansa, hakikate daha da yaklaşma iddiasında olmalıdır. Zira evrenin her alanı homojen ve tekdüze değildir. Canlılar dünyasının varlığı, cansız dünya ile kıyaslandığında heterojen evren modeline bir örnek teşkil ederken, canlılar dünyasında görülen biyoçeşitlilik, canlılığın farklı canlılarda farklı şekilde yoğunlaşmış olabileceğini de akla getirmektedir. Bu yüzdendir ki, canlılar dünyasını konu edinen çalışmalar, disiplinler arası bir bakışla yürütülmelidir.
Canlılığı ya da canlı olmayı, genellikle canlıların ortak özelliklerini vererek ele alma yaklaşımı yaygın olmasına rağmen, bir nesnenin özelliklerini betimlemek, o nesnenin tam tanımı sayılamayacağından, böyle bir yaklaşımı burada tekrar etmeyi doğru bulmuyorum. Buna ilaveten, canlılığın sebeplerini (causa vitæ), canlılığın kendisini (entitas vitæ) ve canlılığın belirtilerini (symptoma vitæ) birbirinden ayırt etme düsturunu benimsemekteyim. Canlılık sebepleri bu metinde kısaca ele alınan kopyalanma kimyası, biyokimya ve moleküler biyoloji gibi bilim dallarından elde edilen verilerle ortaya koyulabilir. Canlılığın belirtileri olarak zaten canlıların ortak özellikleri farklı başlıklar hâlinde sıralanarak tartışılabilir. Ancak bu ortak özelliklerin bazen istisnai durumlara maruz kalabileceği de dikkate alınmalıdır. Canlılığın kendisini de bu metinde verdiğim şekliyle tanımlayıp, hücre, organ ve organizma düzeylerinde giderek farklılaşıp karmaşıklaşan, beliriveren bir olgu (emergent phenomenon) olarak ele alabiliriz.
İçinde bulunduğumuz ve bir parçası olduğumuz fizik âlem, süregidenlerden ve olagidenlerden1 ibarettir (Simons, 2018) ki her iki grup da hem akledilebilir hem de anlaşılabilir olmalarıyla dikkat çekicidirler. Dolayısıyla, günümüzde henüz bilimce çözül(e)meyen sorunların ve cevaplan(a)mayan soruların olması, bunların ilelebet bu şekilde kalacağı anlamına da gelmemelidir. Bu çalışmada ele alındığı şekliyle, canlılık mefhumu da süregidenler kategorisine dâhildir. Bir örnek vermek gerekirse, uzay-zaman ağının tek bir anında bir balığın canlılığı bir olagiden iken, bütün balıklarda görülen canlılık bir süregidendir. Son zamanlarda (Dupré & Nicholson, 2018) oldukça akıcı bir biçimde ortaya konulan “Eşyanın mevcudiyeti, süreç ontolojisine ya da süreçlerin mevcudiyetine bağlıdır.” postulatı, “Her şey akar.” şeklinde özetlenen Herakleitosçu doktrine atıfla, biyolojik olgu ve olayların tamamının farklı zaman düzlemlerinde cereyan eden dinamik kararlı süreçler olduğunu iddia eder. Dolayısıyla Dupré ve Nicholson, bir organizmayı yapılar hiyerarşisinden ziyade, süreçler hiyerarşisi olarak değerlendirirler ki, bu değerlendirmeleri bu metinde bahsedilen süregiden mefhumu ile birlikte düşünüldüğünde daha da anlamlı hâle gelmektedir.
Bu çalışmada, biyolojik olgu ve olayların bazen fizik bazen kimya (veya bu ikisinin karışımı) tabanlı bir dil ile açıklanma ihtimali göz ardı edilmeksizin, indirgemeci bir bakıştan ziyade, canlılık biliminin kendine has birtakım yöntem, tanım ve ilkeler barındırdığı ve canlılığın beliriveren bir süreç olduğu iddiasıyla, belirimci bir bakış önerilmektedir. Canlılar dünyasında sıklıkla vaki olduğu üzere, bütünü oluşturan parçaların birbirleri ile etkileşimi sonucu ortaya yeni özellikler çıkabileceğini varsayıyor bu yüzden de atomik entiteler veya kısmi süreç önermelerinden ziyade, canlılığın bizatihi kendisini bir süreç olarak ele alıyorum.
Sonuç olarak, öne sürdüğüm canlılık görüşü şu üç maddede teorize edilebilir:
1) En basit tanımı ile canlılık, bir hücrenin, organın ve organizmanın iç yükleri ile dış yükleri arasında gerçekleşen akış sürecinin düzenlenmesidir.
2) Canlılık, hücre, organ ve organizma düzeylerinde minimum ve maksimum dereceler arasındaki homeokinetik menzili dengelemeye dönük bir metabolizma ile mekanize olur ve ağsı bir yapıyla karakterizedir.
3) Canlılık, yalnızca beliriveren bir koordinasyon olmayıp, aynı zamanda her üç düzeye mahsus birer bilinç ve bellek tipini de içkindir.
* Dr. Öğr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi Bilim Tarihi Bölümü
1 İngilizcede sırasıyla continuant ve occurrent olarak verilen bu iki terimi Türkçede süregiden ve olagiden şeklinde karşılamayı uygun gördüm. Süregidenler, görece daha uzun sürede duyulur ya da akıl edilir oldukları için adlandırmada birer isim ile eşleştirilirken, olagidenler görece daha kısa süre kapsamında gerçekleşir ve fiil yahut yüklem ile eşleştirilirler.
KAYNAKLAR
Chamovitz, Daniel; Bitkilerin Bildikleri: Dünyaya Bitkilerin Gözünden Bakmak, çev.: Gürol Koca, Metis Yayınları, İstanbul, 2018.
DesJardins, Joseph R.; Çevre Etiği – Çevre Felsefesine Giriş, çev.: Ruşen Keleş, İmge Kitabevi, İstanbul, 2006.
Dupré, John; –Nicholson, Daniel J.; A Manifesto for a Processual Philosophy of Biology. (In: Daniel J. Nicholson – John Dupré 2018. Everything Flows Towards a Processual Philosophy of Biology). Oxford University Press, 2018, 3-45.
Jones, Owen D.; Proprioception, Non-Law, And Biolegal History, Florida Law Review. 53(5), 2001:831-874.
Kaya, İnci Başak; – Yardımcı, Hakan; Quorum Sensing. Etlik Vet Mikrobiyol Derg, 25 (1), 2014: 25-31
Koffka, Kurt; Principles of Gestalt Psychology. Harcourt, Brace and Company, New York, 1935, s. 177-176.
Lewontin, Richard Charles; İdeoloji Olarak Biyoloji – DNA Doktrini, çev. Cengiz Adanur, Kolektif Kitap, İstanbul, 2015.
Macklem, Peter T.; Emergent phenomena and the secrets of life, J Appl Physiol 104, 2008, 1844–1846. doi:10.1152/japplphysiol.00942.2007.
Monod, Jacques; Rastlantı ve Zorunluluk: Modern Biyolojinin Doğa Felsefesi, Alfa Yayıncılık, 2012, s. 23-30.
Popa, Radu; Between Necessity and Probability: Searching for the Definition and Origin of Life, Berlin Heidelberg, Springer-Verlag, ISBN: 978-3-540-20490-9, 2004, 197-205.
Pross, Addy; Yaşam Nedir? Kimyanın Biyolojiye Dönüşümü, çev.: Raşit Gürdilek, Metis Yayınları, İstanbul, 2016, 1. Baskı, 2016.
Schleiden, Matthias Jakob; Beiträge zur Phytogenesis. Arch. Anat. Physiol. Wiss. Med. 13, 1838, 137-176.
Schwann, Theodor; Mikroskopische Untersuchungen über die Übereinstimmung in der Struktur und dem Wachstum der Tiere und Pflanzen. Sander’schen Buchhandlung, Berlin, 1839, 191-257.
Simons, Peter; “Processes and Precipitates” (In: Daniel J. Nicholson, John Dupré 2018. Everything Flows Towards a Processual Philosophy of Biology), Oxford University Press, 2018, s. 49-60.
Thamrin, Cindy; – Frey, Urs; Complexity and respiratory growth: a developing story. J Appl Physiol 106, 2009, 753–754. doi:10.1152/japplphysiol.91588.2008.
Tulving, Endel; How Many Memory Systems Are There?, American Psychologist, Vol. 40, No. 4, 1985, 385-398.
von Bertalanffy, Karl Ludwig; General System Theory: Foundations, Development, Applications, Revised Ed. New York: Braziller, 1968.