DERİNLİK PSİKOLOJİSİNİN ESASINA DAİR
Yazar: Atila Ataman
İnsan gerçeklikten ve doğruluktan (ontik Hakk’tan ve deontik hakk’tan) eksilttiği ölçüde kendisinden eksilir ve gerçeksizliğinin sancısı ona kendisizliğinin acısı olarak geri döner. Nitekim Ve’l-Asr suresinin (Kur’an, 103:1-3) öğrettiği de bundan başka hiçbir şey değildir ve insana dair isabetsiz olmayacak her derinlik psikolojisi (tabir Freud’a aittir) daima bu mihver etrafında, hakikat tasavvurunun ve hakkaniyet duygusunun kıvamına ilişkin olarak kurulmalıdır. Yani insanın asıl merkezî bunalımı ve karmaşası şu ya da bu ikincil psişizm çerçevesi içinde yer almaz, ama öncelikle epistemiktir ve ardından adlidir ve doğrudan doğruya hakikat tasavvuruna bakar ve hiçbir zaman hakikatsizlikten daha büyük değildir. Böyle söylendiğinde kulağa belki çok soyut ve alakasız geliyor, ama aslında son derece somut olarak gündelik yaşamın her yanında daima bulgulanabilecek bir olgudan söz ediyorum: Örneğin dünyanın para ve cinsellik etrafında döndüğünü düşünen ve para dediği kurmaca yüzeyin altında Marx’ın söz ettiği üretim ilişkilerinin ve cinsellik dediği yüzeyin altında türün neslin devamına ilişkin ihtiyaçlarının bireyin bilinçdışına nakşedilmiş arzular hâline gelmesinin yattığını bile düşünmeye gerek görmeyen kişiyi ve, ne bileyim, mesela Gandhi’yi karşılaştıralım ve onlardaki muhtemel sağlığı ya da patolojileri hayal edelim. Dünya her ne kadar sık sık gerçekten de çiğlik ve sığlık etrafında dönüyor olsa bile, ilkinin çiğ ve sığ bir insan olduğunu herhâlde herkes teslim edecektir ve öyleyse ikinci bir adımda bu çiğliğin ve sığlığın patoloji ürettiğini gözlemlemek de o kadar zor olmasa gerekir. Mademki çağdaş düşünce Hitler’in şeceresinin Voltaire’e ve Stalin’in şeceresinin Kant’a kadar geri gittiğini vurgulayabilmiştir, öyleyse hakikate ilişkin metafizik tasavvurdaki yetersizliğin ve maneviyat eksikliğinin patoloji ürettiğini iddia etmek de imkânsız sayılmamalıdır.
Hatta belki, tam tersine, böyle bir iddia zorunlu ve kaçınılmazdır ve bunun iddia edilmesinden çok Kierkegaard’dan beri artık hiçbir zaman yeterince vurgulanmıyor olmasına şaşırmak gerekir. Ve, öyle sanıyorum, bu vurgusuzluğun nedeni iddianın zayıflığından ziyade, entegrizmlerin geçmiş vahşetlerinin hatırası da (böylece, tıpkı sosyalizmden yalnızca Pol Pot’u anlamak gibi, teizm de öncelikle auto-da-fé ile anılır ve dogmalara ve dogma görüntüsü altında yine kendi nefslerine tapanlarla tüketilemezliği içindeki gerçekliğe yönelenler ayırt edilmez) bir tarafa, hakikate ilişkin metafizik tartışmalardan bıkıp usanmış olmamızdır. Mademki psikiyatri ve teknoloji var, öyleyse pozitivist olanlarından daha nüfuz edici bir psikoloji ve acemi gözlere göre görünür doğayla bağlantısı kesilmiş gibi duran bir metafizik fuzulidir. Böyle varsayıldığında ikinci adımı atarak metafizik ve psikoloji arasındaki rabıtayı kurup insanın gerçeklikten eksilttiği ölçüde kendisinden eksildiğini ve hakikatsizliğinin sancısının ona kendisizliğinin acısı olarak geri döndüğünü teşhis etmek artık imkânsız hâle gelir, çünkü işaret ettiği mesele görüş ufkumuzdan çıkar. Oysa olanca açıklığıyla orada, gözlerimizin önünde durmaktadır. Onu ele almaya ilişkin sorun entelektüel zayıflığından ziyade aktüel demodeliğinden ibarettir. Nitekim Heidegger bizi ancak Tanrı’nın kurtarabileceğini düşünmüştür, ama ondan önceki yüzyılda Nietzsche Tanrı’nın, en azından belirli tanrıların ölmüş ve gömülmekte olduğunu çoktan haber vermiştir bile. Ve fakat onunla beraber Tanrı’dan söz etmediğimiz ve onu en nihayetinde Tanrı olarak anlamadığımız sürece gerçekliğin her tasarımı zorunlu olarak indirgenmiştir, çünkü böylesi bir gerçeklik, daha doğrusu gerçeklik enkazı, sonsuz imkân olarak değil de tasarımlarımız arasındaki bir kesişim kümesi olarak gerçeklik tasarımı ancak hiçliğin içindeki katılaşmış bir kabuk olarak anlaşılabilir.
Tanrı’nın kendisinden tardedildiği bir gerçeklik, en nihayetinde, Hinduların öğrettiği üzere maya, yani “yanılsama” ya da Budistlerin öğrettiği üzere sunyata, yani “boşluk” ve “anlamsızlık” hükmündedir. Doğrudan doğruya Tanrı olmadığı ya da doğrudan doğruya Tanrı’ya merbut olmadığı ve bir tecelligâh olarak anlaşılmadığı ölçüde, gerçeklik… aslen yoktur. Ya da, bu kadar keskin görüşlü ve mistik olmadığımızda bile, en azından anlamı yoktur. Jacobi Kant’a atfettiği hiperrasyonalizmin ya da Heidegger Varlık’ın unutuluşuyla beraber var olanların kalabalığına gömülünmesinin nihilizm ürettiğini düşünüyordu, ama bunlardan çok daha aşikâr ve basiti, Tanrı’nın evrenden tardedilmesinin geriye bir anlam ve değer yokluğundan başka hiçbir şeyi sahiden bırakmamasıdır. Anlamlar bazen yine de vardırlar, ama, açıkçası, uydurmadırlar ve değerler bazen yine de vardırlar, ama, açıkçası, ya sosyalizm örneğinde olduğu gibi layıkıyla temellendirilmeksizin vardırlar ya da liberalizm örneğinde olduğu gibi kültürel hikâyelerden ve işlevlerinin işlevlerinden (hatta sık sık, Platon’un “soylu mit”ine karşılık, soysuz yalanlardan) ibaret kalırlar. Tanrı’dan yoksunlaşmış bu evrenin çorak ülkelerinde Kant’ın ödev etiği de Camus’nün isyan ahlakı da, ilgilenen herkesin hemen fark edilebileceği üzere, bir zeminsizlik üzerinde var olur ve kendi uydurup kendi inanmakla tatmin olmayan bir zihni ikna etmezler. Yani nihilizm modern akıl için kaçışsızdır, ancak görmezden gelinmekle veya yüzeysel kalmakla geçiştirilebilir, ama reddedilemez ve toplumsal ilişkileri piyasa ilişkilerine evirip duran bir pornokrasiye mükemmelen eşlik eder, çünkü Tanrı’nın boşaltacağı her alanı mutlak olarak doldurur.
Tanrı’nın her çeşit muammaya verdiğimiz kestirme bir isim olduğu ve zaten hiçbir zaman idealist bir felsefenin arzuladığı sahicilikle var olamayan bir anlamı ve değeri de ancak böyle temellendirebildiği belki hatırlatılabilir, ama bu tartışmaya şimdilik ve burada girmeyeceğim. Buradaki tartışmam, deyim yerindeyse, insanın durumunu değerlendirmek üzere antropolojik olacak, teolojinin yeniden kuruluşu adına metafizik değil. Bu noktada şu an için yalnızca ontik Hakk’ın ve deontik hakk’ın birbirlerini gerektirdiklerini ve hatta psişik açıdan birbirlerinin yerini tuttuklarını belirtmekle yetineceğim: Hakka riayet etmeyen Hakk’a riayet edemez ve hakka riayet etmek Hakk’a riayet etmektir. Ve Platon’dan rivayet edildiğine göre onun sözlü öğretisinin esası İyi’nin, yani deontik olanın ilkesinin (hakk) ve Bir’in, yani ontik olanın ilkesinin (Hakk) özdeşliğiydi. Tıpkı daha derinde insanın ilkesinin (atman) ve Varlık’ın ilkesinin (Brahman) bütünüyle özdeş olması gibi, –zaten bu nedenle insanın gerçeklikten eksilttikleri kendisinden eksilttikleri hâline gelmekte ve varoluşunun tahakkuk etmesini engellemektedir,– İyi ve Güzel ve Bir de en derinde özdeştir. Tıpkı Sanskritçe dharma sözcüğünün aynı anda hem evrensel ahengin hem toplumsal düzenin hem de bireysel etiğin ilkesini vermesi gibi, Gazzâlî’ye göre Allah’ın en büyük ismi olan Arapça Hakk da aynı anda hem ontolojinin tekvinî ilkesini hem etiğin teşriî ilkesini tanımlar. Öyle ki, güzel olan her şeyde Güzel olan Tanrı’nın görünmesi gibi, iyi ve doğru olan her şeyde de İyi olan Tanrı görünür. Öyle ki ateist ve hakşinas biri herhâlde güya teist ve haknaşinas birinden ruhen daha sağlam ve sağlıklıdır. Öyle ki, dharma ve hakk gibi sözcüklerin sunduğu semantik geçişlilikler vasıtasıyla insan dillerinin telkin ettiğine göre, Varlık’ın kozmik düzeni simetrilerle örülmüştür ve dolayısıyla insanın hiçbir psişik asimetrisi kendisi hakkında hayırlı olmaz. Tam tersine, bütün Varlık son tahlilde salt iyilik (el-hayru’l-mahz) iken insan kendisini oradaki yegâne yokluk, üstelik giderek kesifleşen bir yokluk olarak bulacaktır.
O hâlde insan için hayırlı olan kendini dinlemek ve ne adına var olduğunu iyice düşünmektir. Aristoteles Metafizik’in meşhur giriş cümlesinde insanın doğası itibarıyla bilmek istediğini söyler (ve ardından görme ve benzeri duyulardan alınan zevki bu tespitine kanıt göstererek varoluşun lezzetine atıf yapacaktır). Müfessirler insanın ancak Tanrı’ya “kulluk etmek” için yaratıldığına ilişkin Kur’ani beyanı (Kur’an, 51:56) insanın Tanrı’yı “tanımak ve bilmek” için, yani gerçekliğe yönelmek için, yani tüketilemezliği içindeki gerçekliğe yönelmek için yaratılması olarak açıklarlar. Geleneksel felsefe insanı akıl sahibi hayvan olarak tanımlar, vs… Bütün bunlarda vurgulanan, en temelde, insanı niteleyen ve ayırt eden arzunun bilme istenci olduğu, diğer canlılarla da paylaştığı başka herhangi bir arzudan çok tanıma ve tanımlama arzusu olduğu ve insanın kendisini ancak gerçekliği buldukça bulabileceğidir. Öyleyse en derindeki insani karmaşa ve bunalımın sözcüğün düşük anlamıyla psişik değil, ama sözcüğün yüksek anlamıyla epistemik olduğunu da kesinlikle söylemek gerekmektedir ve tam da bu yüzden hakikatsizliğinin sancısı insana kendisizliğinin acısı olarak geri dönmektedir. Bu durumda bilgi talebi, hakikatin bilgisinin talebi profesyonel uğraşlar arasından bir diğer alelade uğraş, karmaşık bir toplumsal işbölümü şebekesi içinde çok sıkıcı filozoflara ve pek antipatik teologlara bırakılabilecek öylesine bir meşgale de değildir, ama insani olan her varoluşun esasıdır. Biz bu noktada pekala unutkanlaşabilir ve öylesine ve bön yaşamlar sürdürmeye kolaylıkla alışabiliriz, hatta bugünlerde olduğu gibi bir post truth çağından şapşal şapşal dem vurabiliriz bile, ama doğamızın en derindeki niteliğini herhâlde değiştiremeyiz.
Ve bu doğanın yetkinleştirilmemesi bize, dünyadaki sıkıntıların ya da hazların bol bol sunacağı görünürdeki her türlü yanılsamaya karşın, mutluluk ve özgürlük noksanlığı olarak tasallut eder. Shankara’ya göre avidya, yani metafiziğe ilişkin cehalet doğrudan doğruya bir yanılsamalar çarkına mahkûm olmanın köleliğini ve bunun ürünü olan manevi mutsuzluğu üretmektedir. Oysa bizim sahip olduğumuz en yüksek kelimeler, yani yaşam deneyiminin parçalanmayışını işaret eden kelimeler, işte bu mutluluk ve özgürlük lafızlarından başka bir yerde verili de değildir. Öyle ki hakikatin bilgisini (sat, chit) ve özgürlük ve mutluluğu (ananda) birbirlerinin işlevi olarak tanımlamayan hiçbir ana akım premodern öğreti yoktur. Kederin ve bilgeliğin daima birbirlerini çağırdığına ilişkin sözler başka bir bağlama, arayışın ve yolculuğun başlangıcının koşullarının betimlenmesine aittir, ve en nihayetindeki bilginin özgürlük ve mutluluk ürettiğine ve özgürlüğün ve mutluluğun başka hiçbir biçimde asla mümkün olmayacağına ilişkin daha asli tasavvuru değiştirmezler. İncil’de (Yuhanna, 8:32) açıkça öğretildiği üzere “Gerçek özgürleştirir.”, ve ancak Gerçek özgürleştirir. –Ve bütün bunlar elbette çok sıradan ve bildik düşünceler. Bugün artık bir parça anlamsız ve geçmişte kalmış vaazların içinde tesadüf eseri izlerine belki rastlanıyor, ama geleneksel telakkilere ait idealist söylemin ürettiği yanıltıcı kurgulara (akıllı hayvan olarak insana, bilme istencine, olumsuzluk olarak yanılsamaya, yanılsama ve hakikat ikiliğine, hakikatin çağrısı olarak melankoliye, özgürlük ve mutluluk olarak hakikatin bilgisine, hatta doğrudan doğruya hakikate ve bilgisine) açılan postmodernist savaşların konusu değillerse doğru dürüst anılmıyorlar bile. Oysa, bana göre, mademki unutulabiliyorlar, unutulabildikleri ölçüde tekrarlanmaları gerekirdi. Ve mademki insanlar bir zamanlar Oedipus kompleksini bile ciddiye alabilmiştir, ve ampirik verilerin gerçekliği tüketebileceğine ilişkin bir idealizm karşıtlığını hâlâ ciddiye alabilmektedirler, kendilerini anlamak adına bu daha sahih ve daha nüfuz edici düşünceleri ciddiye almayı hiçbir zaman bırakmamış olmaları gerekirdi: İnsanın özü bilme istencidir, ve dolayısıyla insan gerçeklikten eksilttiği ölçüde kendisinden eksilir ve gerçeksizliğinin sancısı ona kendisizliğinin acısı olarak geri döner. Sahici bir psikoloji, işte, bu merkezî noktadan itibaren inşa edilmelidir.
Ama burada bile önümüze modernleri ve eskileri kökten ayırt eden bir mesele bütün cesametiyle dikilecektir: Bilgi nedir? Biz modernlere göre bilgi sırf diskürsif düşüncenin (cogitatio) eseridir, oysa eskilere göre diskürsif düşünce bilmenin yalnızca en yüzeyidir ve bu yüzey meditatio’dan (teemmül ya da tefekkür) geçerek contemplatio’ya, yani sufilerin ıstılahındaki müşahede’ye ve keşf’e ulaşıncaya kadar hiç durmaz ve müşahedenin zirvesinde de (hakka’l-yakîn) müşahede eden ve edilen bütünüyle özdeşleşir. Tam da bu yüzden, Otto Rank’ın insanın en derindeki bunalımı olarak doğum travmasını, yani insanın kendisini Varlık’ın geri kalanından ayrımlanmış hâlde bulmasını göstermesini isabetli sayacak ve Rûmî’nin Mesnevi-i Manevî’deki meşhur ilk beytini (Bişnov in ney, hikâyet mikoned / Ez cüdayiha şikâyet mikoned, “Dinle neyden ki hikâye etmekte / Ayrılıktan şikâyet etmekte”) böyle bir anlayışa delil gösterecek olsak bile, söz konusu ontik yarılmışlığın devası hâlâ daha bilgi, daha doğrusu modernlerden önce anlaşıldığı biçimiyle keşfe kadar ulaşacak bilgidir. Yani Varlık’ın mertebeleri olduğu gibi bilginin de mertebeleri vardır ve hep beraber ayrımlanmamış bir Bir’den neşet ederler ve yine ayrımlanmamış bir Bir’de buluşurlar. Gerisiyse Varlık dairesinin nüzulî ve suudî kavisleri arasında şu tanık olduğumuz kozmik tiyatrodur. Ve bu kozmik tiyatro bir taraftan Bir’in içindeki imkânları sonsuzca zuhura saçarken bir taraftan da arifinki olmayan bir bilinci Bir’den perdeler ve metafizik cehaleti üretir.
Maddi dünyanın zülumâtına ilişkin bütün bir materyalizm ve tensellik karşıtı retorik, semavi bir anavatana ilişkin bütün bir nostalji retoriği, cennetten düşüşe ilişkin bütün bir contemptus mundi (zühd) retoriği, yani Nietzsche’nin nefretinin nesnesi olmuş şu mahut Hristiyanilik ve Platonizm bileşimi, aslında, kesret âlemindeki bu ontik uzaklaşmışlık ve ayrımlanmışlık hâlinin, avidya perdesinin şikâyet dolu ifadelerinden başka hiçbir şey değildirler ve tam da bu yüzden Rank’ın terminolojisindeki doğum travması teşhisiyle mutatis mutandis özdeşleştirilebilirler, ama bu ontik ayrımlanmışlığın travması hâlâ daha bilginin, premodern bilginin, irfanın onarabildiği bir yaradır. Öyle ki Novalis, bir diğer büyük psikolog, felsefenin sıla hasreti olduğunu dahi söyleyecektir. İnsan en derinde Varlık’ın geri kalanından ayrımlanmış ve cehalete düşmüş olmakla yaralıdır, ama gerçekliğin bilgisi bu yarayı mükemmelen onarır. Zaten, philo-sophia olma niteliğiyle, bu onarımın arayışından başka herhangi bir şey de olmamıştır. O hâlde Oedipus’un coğrafyası beden değil, ama bütün bir evrendir ve kompleksi de psikanalizle değil, ama irfanla çözümlenir. Kendini bütün var olanlarda ortaya koyan tek bir varoluş olduğunu kavrayan kişi, işte, doğum travmasını ve ürettiği yanlış bilinç olarak çokluk âlemini atlatmıştır ya da atlatmaktadır. Yeter ki kavramış olduğunu layıkıyla kavramayı sürdürsün ve sonuna kadar tahkik etsin. Yani, insanın bunalımı bilenin ve bilinenin hiç iflah olmayan ayrımlanmışlığı olarak teşhis edildiğinde bile, deva yine bilenin ve bilinenin özdeş olduğu daha sahici bir bilgidir. Böylece ruhun bu dünyadaki sayrılığı asıl vatanından gurbette oluşuna ve “psikiyatri”, yani tıbb-ı ruhanî de zirvesinde marifetullah bulunan bir seyr ü süluka dönüşmektedir. Eskilerin telakkisi, çok kabaca, budur. İbadetlere, manevi bir psikoterapiye ve hatta vaazlara, mürşitlere gösterdikleri düşkünlüğün esası da budur.
Belki The Perennial Philosophy’de çağdaşlarının psikolojinin Freud tarafından keşif, hatta icat edilmiş olduğunu sanmasından şikâyet eden Aldous Huxley’nin telkinlerine uyarak Theophrastos’un Karakterler’inden La Bruyère’in Karakterler’ine, La Rochefoucauld’nun ve Vauvenargues’in vecizelerinden Lichtenberg’in ve Chamfort’un aforizmalarına, Pascal’ın ve Rousseau’nun gözlemlerinden Kierkegaard’ın ve Nietzsche’nin tespitlerine kadar her şeyi özel olarak bu amaçla bir kere daha okumaya kalkışıp bu dağınık ve basit zeminin üzerine mistiklerin ve ezoterizmin daha ileri ve inisiyatik biliminin bir tekrar değerlendirilişini katarak psikolojiyi gerçek yuvasına geri çağırmak pek kolay bir girişim olmazdı, ama hiç değilse bir noktadan itibaren bu işe başlamak gerekirdi. Açıkçası, bana kalırsa, sahici bir psikoloji mesela Augustinus’tan ve Muhasibî’den itibaren yeniden kurulmalıdır, çünkü, içinde kendilerini ifade ettikleri üslup ve hatta duyarlılık tarzları her ne kadar tedavülden kalkmış olsa da, onlar Freud’un ve akranlarının aksine şu olguyu açıkça kavramışlardı: İnsanın özü bilme istencidir, ve dolayısıyla insan gerçeklikten eksilttiği ölçüde kendisinden eksilir ve hakikatsizliğinin sancısı ona kendisizliğinin acısı olarak geri döner. Yani insan ruhuna, en azından paramparça fetişler arasında ve rastgele bir nihilopaganizm içinde ömür tüketmeyen bir insanın ruhuna nüfuz edebilmek için onun hakikat tasavvurunu değerlendirebilmek gerekir. “İnsan,” demişti Lewis Mumford, “tanrılarının suretinde yaşar ve ancak onların izin verdiği ölçüde büyür.” Öyleyse, diyebiliriz biz, insan gerçeklikten eksilttiği ölçüde kendisinden eksilir ve hakikatsizliğinin sancısı ona kendisizliğinin acısı olarak geri döner.
*Çevirmen, yazar.