CEMİYET-İ SÛFİYYE’NİN TASAVVUF DERSLERİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Semih Ceyhan*

    II. Meşrutiyet (1908) sonrası sufi çevrelerde, siyasi gidişata ve Osmanlı modernleşmesinin seyrine paralel biçimde yeni kurumsallaşma türleriyle karşılaşırız: Tekke ehlinin tekke dışında tesis ettikleri cemiyetler (Cem’iyyet-i Sûfiyye, Cem’iyyet-i İttihâdiyye-i Sûfiyye) ve dergiler (Cerîde-i Sûfiyye, Tasavvuf, Muhibbân). Devrin şeyhülislamı Musa Kâzım Efendi’nin (1858-1920) riyasetinde 1911’de temelleri atılan Cemiyet-i Sûfiyye, cemiyetin haftalık yayın organı Şeyh Saffet Efendi’nin çıkardığı Tasavvuf dergisinin VI. sayısında ilk tüzüğünü (nizamname) neşreder. 18 asıl 1 geçici maddeden müteşekkil tüzüğün ilk maddesine göre cemiyetin kuruluş amacı, Osmanlı coğrafyasındaki tüm tekke ehli arasında kardeşlik bağlarını güçlendirmek ve birliği tesis etmek, dervişlerin hukuki haklarını muhafaza altına almak, ahlakı güzelleştirmek, tarikatların şan ve şerefine yakışmayacak durumlara engel olmak, tasavvufi hayatın ıslaha muhtaç yönlerini revize etmek, dervişlerin her türlü maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamaktır. Nizamname, cemiyetin siyasetle meşgul olmayacağını, tüm dervişlerin cemiyetin doğal üyesi kabul edileceğini söylemesine rağmen, Tasavvuf dergisi istibdat muhalifi, meşrutiyet müdafisi bir çizgiyi daima korumuş, bununla birlikte İslam halifesine tazim ve hürmeti de eksik etmemiştir. Bektaşiyye iltisaklı kuruluşu başarılamayan bir diğer tasavvufi yeni kurum Cem’iyyet-i İttihâdiyye-i Sûfiyye’dir. Şeyh Ahmed Nâilî Efendi’nin başını çektiği cemiyet projesinin yayın organı Muhibbân dergisi kadroları, Musa Kâzım Efendi’yi Cemiyet-i Sûfiyye’yi hedef tahtasına oturtmuştur.11 Tasavvuf dergisi ve ilgili literatür hakkında bk. Semih Ceyhan, “Tasavvuf Mecellesi’nden: Şeyhülislam Haydarîzâde İbrahim Efendi’ye Göre Uzlet ve Gayret”, Sabah Ülkesi: Üç aylık kültür-sanat ve felsefe dergisi, 2018 Nisan, sayı 55. Cemiyet-i Sûfiyye’nin kuruluş faaliyetleri Nakşibendî-Hâlidî şeyhi Esad Erbîlî’nin (1847-1937) öncülüğünde Kelâmî dergâhında başlatılır. Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi cemiyetin birinci, Esad Efendi de ikinci reisi olur. Cemiyet binası, Topkapı Tramvay Caddesi, Molla Gürânî Camii’nin karşısındadır.22 Cemiyet-i Sûfiyye hakkında bk. Mustafa Kara, Günümüz Tasavvuf Hareketleri, İstanbul: Dergâh Yayınları 2002, s. 40-44; Mustafa Kara, “Cem’iyyet-i Sûfiyye”, DİA, VII, s. 335; Mustafa Kara,” İkinci Meşrutiyet Devrinde Dervişlerin Sosyal ve Kültürel Etkinlikleri”, haz. Ahmet … Continue reading Cemiyetin başlattığı ancak gerçekleştiremediği iki faaliyet söz konusudur: Birincisi, tasavvufa dair yazma eser ve matbu kitapları toplayıp İstanbul’da bir tasavvuf kütüphanesi kurmak; ikincisi, genel tasavvuf tarihi hazırlatmak. Gerçekleştirilen faaliyet ise cemiyet binasında her hafta Salı gecesi umuma açık tasavvuf dersleri tertip etmektir. Kaç ders verildiği malum olmamakla birlikte, Tasavvuf dergisinde beş ders metinleştirilerek neşredilmiştir. Açılış dersi ile birlikte üç ders Esad Erbîlî’ye, diğer iki ders Rızâeddin Remzî er-Rıfâî ile Şeyh Osman Efendi’ye aittir. Aşağıdaki satırlarda günümüz Türkçesine aktardığımız ders metinlerinde iki ana tema başı çeker: İnfak ve tevhit.

    Açılış Dersi: Şeyh Esad Erbîlî
    (“Cem’iyyet-i Sûfiyye”, Tasavvuf, İstanbul: Şeyh Saffet, 28 Nisan 1327, cilt: I, sayı: 8, sayfa: 3-4)
    Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi’nin birinci reis, Kelâmî Dergâhı postnişini Şeyh Mehmed Esad Erbîlî Efendi’nin ikinci reis olduğu Cemiyet-i Sûfiyye’nin açılışı –Allah Teâlâ’nın inayetiyle- geçen Perşembe günü Topkapı Tramvay Caddesi, Molla Gürânî Camii’nin karşısındaki cemiyet binasında tarikat meşayihinin iştirakiyle gerçekleşmiştir. Açılışta mevlid-i nebî okunmuş, dualar edilmiştir. Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi, Nakşibendiyye’nin Hâlidiyye kolu müntesiplerindendir. Ömrü müddetince arif sufilerin sözlerini ve bilgilerini incelemiş, tasavvuf meselelerine dair kitapları tercüme ve telif etmiştir. Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî hazretlerinin irfanından feyz almış, ardından onun halifesi Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi’nin (ö. 1911) himmetleriyle manevi tekâmül kesbetmiştir. Cemiyetin ikinci reisi Esad Erbîlî hazretlerinin ulvi makamına Tasavvuf mecmuasının önceki sayılarında işaret edilmişti. İşte Cemiyet-i Sûfiyye’nin bu iki değerli zevat tarafından kurulması, tarikatların ne kadar şerefli olduğuna bir manevi işaret ve ledünnî bir müjdedir. Cemiyetin muvaffakiyetini, mesaisinin meşkûr olmasını, Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarına mazhar olmasını niyaz ederiz. Şimdi Esad Efendi hazretlerinin açılış merasiminde yaptıkları konuşmayı aşağıdaki satırlara teberrüken kaydediyoruz.

    ***

    Şeriat ve tarikat güneşi, bu uğursuz istibdat devrinin kapkaranlık safhaları arkasında örtülü kaldığı, pek çok hünerli zevat tarafından güneşin tenvir ve tahkim edilmesinde muvaffakiyetin mümkün olmadığı siz dinleyicilerin malumudur. İslam âleminin felaketine sebep olan, her tarafı yangın yerine çeviren bu istibdat hadisesinin meydana getirdiği zihnî endişelerin ve fikrî sarsıntıların en yüksek seviyesine ulaşmasını takdir eden Alîm ve Kadîr olan Allah Teâlâ hazretleri kullarına inayette bulundu, sevimli hürriyet devrini ve huzur veren meşrutiyet rejimini pek haşmetli şekilde ihsan buyurdu. Bizim için birinci vazife, İslam âleminin gerilikten ileriliğe, aşağılıktan yüceliğe sebebiyet veren, hakikaten tebcil ve takdise şayan hizmete muvaffak olan, daha doğrusu vatan ve milletin aziz canının selametine kendilerini feda etmeye hazır bulunan zevât-ı kirâma şükranlarımızı sunmaktır. Görevimiz, senelerden beri harap olan mülkün imarına, eksikliklerin ikmal edilmesine çaba harcayan ve bunda başarılar kaydeden kimseleri tekrar davette bulunmaktır. İkinci vazife, malum olduğu üzere, insanların -dünyada olsun ahirette olsun- saadet ve selamete ermesine vesile olmaktır. Bunun için pek mühim ve oldukça mukaddes iki şeye muhtacız: Birincisi, ruhun yüce arzularıdır. Bu en yüce zirveye ve büyük mevhibeye nail olanlar, yalnız ahirette değil dünyada da ihtirama mazhar olanlardır. Hürmete layık olmaları herkesin kabul ettiği aşikâr bir durumdur. “Rabbin makamından korkan kimse için iki cennet vardır” (Rahman, 55/46). İkincisi, cismani düşük arzulardır. Cismani arzuların ruhani arzularla güçlü irtibatını nazarımızdan uzak tutmamamız gerekir. Zira insan her şeyden evvel maddi gereksinimlere muhtaçtır. İnsan aç ve susuz kalır, hayatın zorunlu ihtiyaçlarını tedarikten aciz kalırsa, manevi mutluluğuna hizmetkâr olamaz. İnsan, miskin ve sefilce yaşarsa ruhunun yüceliği hatırına bile gelmez. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinden “İnsanın maişet teminine çalışıp gayret etmesi akıl ve dinin meyvesidir.” anlamında hadis nakledilmiştir. Cenâb-ı Hakk’a binlerce şükürler olsun ki, maişetin artması için kullarının meşru sınırlar dâhilinde mesai harcamasına dahi ibadet nazarıyla bakmış ve şeriat dairesinde bulunan maddi gereksinimlerinin tümüne müsaade buyurmuştur. Bu mukaddimeden fakirin kastı, şeriat ve tarikatın maddi ilerlemeye ve terakkiye engel olmamakla beraber, dünya ve ukba için harcanması lazım gelen çabanın ciddi ve hakiki olmasının zorunlu olduğunu ifade etmektir. Binaenaleyh uhdelerine Allah tarafından emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker vazifesi tevdi edilen ilim adamları ve mutasavvıflardan beklenen işlerin birincisi, mescit ve medreselerinde, tekke ve zaviyelerinde, belirlenmiş vakitlerde, talebe ve dervişlerle buluştukları meclislerde, İslami bilgi ve marifetlerin neşrine, ruhlarımıza feyz veren şeylerin yayılmasına inayet buyurmalarıdır. Ayrıca saltanatı esnasında, Hakk’ın bir bağışı olan dindarlık, doğruluk, sadakat, niyette samimiyet ve ihlas sayesinde nail olduğumuz hürriyet nimetinden ötürü İslam halifesinin ömrünün devamlılığına, afiyetine, vekillerinin, vezirlerinin ve de muzaffer askerlerinin muvaffakiyetine dua etmeleridir. Ulema ve sufiyye taifesinden beklenen ikinci vazife, genelde din ehline tevcih edilecek muhabbet ve sadakatin riya ve gösteriş şaibelerinden uzak bir şekilde, müminlerin tek bir yürekle hayat ve ölümlerinin, izzet ve uzletlerinin birbirlerine bağlı bulunduğunu anlatmaktır. Bununla birlikte sufiyye taifesinin, maneviyat askerlerinin yetiştirilmesi maksadıyla birer mektep makamında inşa edilmiş dergâhların görevlerini icra etmesi için, şan ve şereflerini yüceltmek için, itinalı davranmalarıdır. Cenâb-ı Hak cümlemizi bu gibi mukaddes hizmetlere muvaffak buyursun. Cenâb-ı Hak vakıf ve hayrat sahiplerinin, tarikat taliplerinin meşru haklarına riayet etmemizi, özellikle mensubu bulunduğumuz yüce tarikatların büyük pirlerinden aldığımız emirlere itaatimizi saadet sebebi ve selamet vesilesi buyursun, amin.

    Tasavvuf Dersleri I: Şeyh Rızâeddin Remzî er-Rıfâî
    (“Cem’iyyet-i Sûfiyye’nin Muvaffakiyetleri”, Tasavvuf, İstanbul: Şeyh Saffet, 2 Haziran 1327, cilt: I, sayı: 13, sayfa: 2-4)
    Salı geceleri Cemiyet-i Sûfiyye dairesinde tasavvuf derslerinin tertip edileceği idare heyeti tarafından ilan edilmiş idi. Geçen haftadan beri salı geceleri derslere başlandığını ihvan ve muhibbana müjdeleriz. İlk dersler Şeyh Esad Erbîlî ile Hoca Osman Efendi tarafından verildi. Dersler idare heyeti tarafından tertip edilmiştir. Aşağıdaki satırlarda okuyacağınız ders, manevi münasebet uyarınca teberrüken “O başlangıcı olmayan ezelî ilk varlık olduğu gibi, baki olan ebedî bir varlıktır da…” (Hadîd, 57/3) ayet-i kerimesi üzerine, idare heyeti azalarından Şeyh Rızâeddin Remzî er-Rıfâî Efendi tarafından hazırlanmıştır. Birinci ders ile diğer dersler daha önceki vaadimiz gereği mecmuamızın bu sayısından itibaren peyderpey neşredilecektir.

    “Biz insanları ve cinleri kulluk etsinler diye yarattık” (Zâriyât, 51/56). Malum olduğu üzere bu ayetin tefsirinde, gerek İbn Abbas (r.a.) gerek büyük veliler, kulluktan kastın marifetullah yani Allah’ı tanımak olduğunu söylemişlerdir. Şu hâlde kulların Cenâb-ı Hakk’ı bilmeleri farzdır, zorunludur. Hakk’ın zatını idrake çalışmak, “Allah sizleri kendisinden sakındırır.” (Âl-i İmrân, 3/28, 30) ayeti gereğince yasaklanmıştır. Kullar için bu türden bir idrak imkânsız olduğundan, Allah’ın eserlerini ve tecellilerini tefekkür etmek, araştırmak, ilahi sıfatları mülahaza etmek, yakinî bilgiye ulaşarak Rabb’ın birliğini tasdik etmek lazım gelir. “Allah’ın nimetlerini tefekkür ediniz, Allah’ın zatını değil.” hadis-i şerifi de bunu teyit eder. Allah’ın eserleri, fiilleri ve sıfatları sonsuzdur. İlahi sıfatlar gerek anlamada gerek anlatımda kolaylık olsun diye zati, sübuti ve fiilî sıfatlar olmak üzere üçe ayrılmıştır. Tüm bu sıfatlar ahadiyet ve ferdâniyet sıfatlarında birleşir. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’inde “O Evvel’dir, Ahir’dir, Zahir’dir, Bâtın’dır.” (Hadîd, 57/3) buyurur. Allah’ın zatı öncesi olmayan Evvel’dir yani Kadim’dir. O sonu olmayan Ahir’dir yani Baki’dir. Zuhuru olmayan Zahir, butûnu olmayan Bâtın’dır. Yani Allah Muhît’tir, her şeyi kuşatır. Binaenaleyh ayetin manasında Hakk’ın zati, sübuti ve fiilî nitelikleri mündemiçtir. Hakk’ın Evvel olması O’nun varlığına ve kadim olmasına; Ahir olması bekasına delil olduğu gibi, Evvel ve Ahir sıfatlarının her ikisi de Hakk’ın birliğine, sonradan yaratılmışlardan farklı olmasına ve zatıyla kaim olmasına delildir. İlim, kudret, kelam ve tekvin gibi sübuti sıfatları Zahir olmasının; hayat, sem’ (işitme), basar (görme) gibi sübuti sıfatları Bâtın olmasının delilidir. Zati ve sübuti sıfatlardan halk (yaratma), inşa, ibda (güzel yaratma), ihya (diriltme), imâte (öldürme) ve terzîk (rızık verme) gibi fiilî sıfatları ortaya çıkar. Ve Hakk’ın tüm sıfatları O’nun birliğine (vahdaniyet), ortağı ve benzeri olmadığına işaret eder. Cenâb-ı Hak Evvel ve Kadîm’dir, Ahir ve Baki’dir. Yalnız ezelîliği ve ebedîliği mahlukatına nispetledir. Yoksa hakikatte ilahi zat öncelik ve sonluluktan, zuhurdan ve gizli kalmadan münezzehtir. Hakk’ın zatı her şeyden münezzehtir, hatta mutlak tenzihten bile… “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” (Şûrâ, 42/11). Hakk’ın sıfat ve eserleri zahirdir, göz ile görülür, duyular ile bilinir. Lakin ilahi zat bâtındır, gizlidir, ancak akıl ve ilim ile idrak edilir. Büyük velilerden Hz. Pir Aziz Mahmûd Hüdâyî’nin (k.s.) “Zuhuru perde olmuştur zuhura / Gözü olan delil ister mi nura” beytiyle ilahi sıfatların zuhurunun şiddetine telmihte bulunur. “O her an yeni bir ilahi tasarruftadır.” (Rahmân, 55/29) ayeti gereğince ilahi fiiller an be an tecelli etmekte, bu tasarruflara çok dikkatli bakan irfan erbabını hayretler içerisinde bırakmaktadır. Hakk’ın zahir ve bâtın oluşu, “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi istedim ve bilinmek için mahlukatı yarattım.” kutsi hadisiyle izah edildiği üzere, Hak Teâlâ bir saklı hazine olup bu gizlilik zevk ve müşahede ehlini vecd ve istiğrak hâllerine düşürür. Nakşî-i Akkirmânî hazretleri (ö. 1065/1655) “Göründü nice bin yüzden velî kendin nihân söyler” mısraıyla bu âlemdeki hayretini izhar eder. “Ben kulumun zannı üzereyim.” Kutsi hadisi uyarınca Cenâb-ı Hakk’a ebedî bir başlangıç arayanlar için O Evvel, ezelî bir sonluluk arayanlar için de Ahir’dir. Basiret gözüyle müşahede edenlerin nezdinde Allah zahir ve aşikâr, baş gözüyle bakmak isteyenler için bâtın ve gizlidir. Kur’an’da anlatıldığı üzere Hz. Mûsâ’nın (a.s.) “Rabbim bana kendini göster.” niyazına “Beni asla göremezsin.” hitabıyla karşılıkta bulunulması işte bu nükteyi anlatır. Hz. Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) bir münacatlarında “Senin kerim olan veçhini ebediyen müşahede etme zevkini niyaz ederim.” buyurması da ilahi sıfatların zahir olmasının delilidir. O hâlde “O Evvel’dir…” ayetinde zikredilen dört sıfata “Tüm ilahi nitelikleri kendisinde toplayan dört sıfat” denilebilir ki, bu sıfatlar zati, sübuti, fiilî nitelikleri içerir. Ehlullah nazarında vahdetten kesrete, birlikten çokluğa doğru seyirde sıfattan sıfata değişim ve intikal suretiyle tecelli eden milyonlarca nitelik bu dört ilahi sıfattan meydana gelir. Hâlleri tahvil eden Hak Teâlâ’dan hâllerimizi en güzeline tebdil etmesini niyaz eylemeliyiz ki marifetullaha nail olanlar bu duayı dillerine vird edinmişlerdir.

    Tasavvuf Dersleri II: Şeyh Es’ad Erbîlî
    (“Tasavvuf Dersleri 2”, Tasavvuf, İstanbul: Şeyh Saffet, 16 Haziran 1327, cilt: I, sayı: 15, sayfa: 3-4)33 Ders metnine ayrıca Esad Erbîlî’nin Mektûbât’ı içerisinde yer verilmiştir. Bk. Muhammed Es’ad Erbîlî, Mekubât, haz. H. Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, İstanbul: Erkam Yayınları, ts., s. 20-27 (4. Mektup).
    “Sebbeha lillâhi mâ fi’s-semâvâti…” “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tespih etmektedir” (Haşr, 59/1). Bazı âyet-i kerîmelerde (msl. Cum’a, 62/1) “sebbeha” kelimesi “yüsebbihu” şeklinde muzari sığasıyla zikredilmiştir. Bu da göstermektedir ki, geçmiş, şimdi ve gelecekte yani daimî surette her şey Hak Teâlâ’yı her türlü eksiklikten tenzih ve takdis eder. Şeyler akıllı ve akıllı olmayan olarak ikiye ayrılır. Akıllı şeyler sözle, akıllı olmayanlar hâlle Hakk’ın birliğini (vahdaniyet) ve hiçbir şeye muhtaç olmamasını (samedaniyet), tüm eksikliklerden uzak olmasını ikrar ve itiraf etmektedir. Zira yokluktan varlığa gelen âlemin kadim ve azim bir yaratıcıya, vahdaniyet ve samedaniyet gibi kemal sıfatlarını kendisinde barındıran, kendisine tazimin zorunlu olduğu bir zata her cihetten muhtaç olması kesin delillerle sabittir ve kanıtlanmıştır. “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı, elbette yer ve gök bozulup giderdi.” (Enbiyâ, 21/22) ayetinden anlaşıldığı üzere, varlıklar -ister yıldızlar ve gezegenler gibi ulvi, ister hayvanlar ve bitkiler gibi süfli olsun- binlerce senelerden beri değişmeksizin ve sarsılmaksızın sabit bir kaide, yüce bir hikmet üzere devam etmekte ve sürekliliğini muhafaza etmektedir. Bu da gösteriyor ki Cenâb-ı Hak’tan başka bir ilah yoktur. “Hüve’l-evvelu ve’l-âhiru…” “O başlangıcı olmayan ezelî ilk varlık olduğu gibi, baki olan ebedî bir varlıktır da…” (Hadîd, 57/3) Hak Teâlâ Evvel’dir yani ezelîdir; Ahir’dir yani ebedîdir. Yok olmaktan ve sonlu olmaktan münezzehtir. Zahir’dir, görünen her şey onun kudretinin eseridir. Bâtın’dır, ilahlığının sırları kâinatın her zerresinde gizlidir ve O her şeye vâkıftır. Geçmişteki ve gelecekteki tüm mevcudat, Hak Teâlâ’nın varlık nurundan yansımış birtakım zerreler ve görüntülerdir. Hakikatte Hakk’ın zatından başka müstakil bir varlık yoktur. (Lâ mevcûde illâ hû). Mamafih Hak Teâlâ kendine mahsus olan azamet ve uluhiyet sıfatlarından hiçbir mevcudu hisselendirmediği gibi, kul da varlık nimetine şükür ve kanaat etmeli, kulluk vazifesini ihlal etmemeli, şeytanın ayartmalarına uyarak ayakların kaydığı yerler olan hulul ve ittihat gibi birtakım batıl hayallerle meşgul olmamalıdır. “Gökleri ve yeri altı günde yaratan O’dur” (Hûd, 11/7). Cenâb-ı Hak öyle Kadir ve Kayyûm’dur ki, altı günde şu gördüğümüz gökleri ve yerküreyi yaratmış ve her birisini kendine itaat ve boyun eğdirmiştir. Allah istediğini yapar ve dilediğini tek bir anda icra eder. Cenâb-ı Allah kâinatı bir anda yaratmaya gücü yeter iken, “altı günde” irade ve ifade etmesi, sebeplere ve vasıtalara muhtaç bulunan kullarının genel ve özel işlerini yaparken aceleci davranmamaları hikmetini öğretmek içindir. “Allah yerin içine gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve ona yükseleni bilir” (Sebe’, 34/2). Hak Teâlâ yere girecek her bir tohumu ve zerre iken yerden çıkacak tüm bitkileri bilir. Aynı şekilde semadan yağan yağmur damlalarına, semaya yükselen buharlara ve dumanlara da vâkıftır. Kur’an ayetlerinin zahirî anlamları ile beraber bâtıni manaları hadislerle sabit olduğundan, yukarıdaki ayetin bâtıni işaretlerini dikkate alan arifler şöyle demişlerdir: “Yerin içine gireni” yani dervişin kalbine ilham olunan rabbani bilgileri. “Yerden çıkanı” yani kalbin keşifleri. “Gökten ineni” yani Hakk’ın isimlerinden tecelli eden ledünnî bilgileri. “Göğe yükseleni” Yani güzel sözü (kelime-i tayyibe).Tarikat şeyhlerine intisap etmekten maksat, dervişin istidat zeminine ilahi bilgi tohumlarını ekmektir. Yoksa sadece zikir telkini değil. Öte yandan bu türden bilgiler kitaptan okunarak da öğrenilebilir lakin gayeyi gerçekleştirmekten uzaktır. Abdülkadir Geylânî hazretleri (k.s.) tarikat müntesiplerine şöyle buyurmuştur: “Ben sizin yalnız zahirinizi güzelleştirmeye memur değilim. Ben sizin kalp arazinize marifetullah fidanlarını dikmeye, onları sulamaya, yetiştirmeye ve sizleri terbiye etmeye memurum. Ta ki bu fidanlar büyüsün ve dal budak versin. Dallarından, yapraklarından ve meyvelerinden istifade olunsun.” Evet; bir insan nefis ve şeytan gibi iki büyük düşmana karşı tek başına mukavemet edemez. Onlara galip olmak, Rabb’ın bağışı olan insanlığın ve İslamiyet’in hedef gösterdiği ebedî saadet ve sonsuz selamete nail olmak için tarikata intisap etmek, Peygamber Efendimiz’e (a.s.) uzanan bir manevi altın silsileye bağlanmak lazımdır. Tarikat saliki, ancak o manevi kuvvet ve ilahi inayet sayesinde insanın yolunu engelleyen, ikbal ve istikbalin düşmanı nefis ve şeytana galebe çalar. Hak Teâlâ’ya tam bir itaatle kendini yakınlaştırır. Yani şeriattan ve sırat-ı müstakimden zerrece sapmaz ve yoldan ayrılmaz. “Her nerede iseniz O sizinle beraberdir” (Hadîd, 57/4). Hakk’ın bu birlikteliği Hakk’ın zatının zamansal beraberliği olmadığı gibi, hulul ve ittihat yoluyla gerçekleşen bir birliktelik de değildir. Hakk’ın mevcudatla beraberliği, tıpkı Hakk’ın mazharlarında şimşek ışığı gibi zuhur etmesi yani daima görünmesi ve ortaya çıkması şeklindedir. Yani Allah bütün amellerimize, her türlü ahvalimize vâkıftır; onları bilir, onlara nazar eder. Yer ve gökte, bütün kâinatta her ne ki mevcut ise hepsi O’nun mülküdür. Herkesi salih amelleri karşılığında mükâfatlandırmak veya bozuk amelleri karşılığında cezalandırmak Hakk’ın apaçık hakkıdır. İşte yukardaki âyet-i kerîmeyi bildikten sonra insanların karşısında kötü ve çirkin davranışlarda bulunamayanlar, Allah’ın huzurunda ne cesaretle o kötü ve çirkin fiilleri yapmaya kalkışacaklar, cidden hayret edilecek şeydir. Acaba bu gibilere de “akıllı” denilir mi?! Hak Teâlâ vahdet, kudret, kibriya ve azamet gibi ilahi sıfatlarını beyan buyurduktan sonra, kullarını yüce zatına ve Hz. Peygamber’e (a.s.) iman etmeyi yani itaatte bulunmayı ve mal infak etmek suretiyle muhtaçlara yardım kapısını açmayı emreder. Zira amel ve ibadetten uzak olan bir imanın, sadece kuru bir lafın kurtuluş sebebi olamayacağı hadis-i şerifte zikredilmiştir. Ayrıca ilahi emir gereği vacip olan zekât ve sadaka vermekten imtina edenler, öncelikle Allah’a isyankâr olacakları gibi insanların hakkını iptal edecek ve cimriler sınıfına dâhil olacaklardır. Cimrilerin azap görmeden cennete giremeyeceklerini haber veren Peygamber Efendimiz (a.s.) hadis-i şeriflerinde bu haberi yemin ifadesiyle söylemiştir. “Kul ve malı efendisinindir.” kaidesince kulların eline tasarrufta bulunmaları için verilen mal ve servet gerçekte Hak Teâlâ’ya aittir. İman, itaat ve mal infakı ile fukaraya ve zayıflara yardımda bulunan merhametli kimselerin, Hakk’ın fazlı ve keremiyle büyük bir ecre kavuşacakları müjdelenmiştir. Lakin bu gibi niteliklere sahip olmayanların müjdelenmek şöyle dursun, birtakım vaidlerle tehdit edildiklerini de hatırlamak gerekir.

    Tasavvuf Dersleri III: Şeyh Osman Efendi
    (“Tasavvuf Dersleri 3”, Tasavvuf, İstanbul: Şeyh Saffet, 7 Temmuz 1327, cilt: I, sayı: 18, sayfa: 3-5)
    “Size ne oluyor ki, Rabbinize iman etmeniz için peygamber sizi davet ettiği hâlde Allah iman etmiyorsunuz?!” (Hadîd, 57/8) Bu ayet Mekke-i Mükerreme’de nazil olmuştur. Hidayeti kemale erdirmede kâmil bir tebliğci olan Hz. Peygamber (s.a.v.) ilahi vahiy gereği sizi imana davet ediyor. O şanlı peygamber mucizelerle ve kesin delillerle teyit olunmuştur. Bunlar yani mucizeler ve kesin deliller Allah’ın katından sizi davetin doğruluğuna yöneltir. Bütün insanlara yönelik Hz. Peygamber’in risaletine kesin delillerdir. Hâlbuki Alîm olan Cenâb-ı Hak sizin istidat ve kabiliyetiniz ile sizden ahit ve misak almıştı. Cenâb-ı Hak yaratılışı takdir buyurduğu vakitte sizleri tevhit ve iman üzerine mecbur kıldı. Allah’a iman etmekten sizi ne şey engelleyebilir ki?! Eğer ortada bir ahit ve misak var ise sizler müminsiniz. “Her doğan bebek İslam fıtratı üzere dünyaya gelir…” hadis-i şerifi de buna şahittir. Dersin başında zikrettiğim ayette pek çok mevzu ve ince meseleler vardır. Konumuz Hakk’ın tevhididir. Malumdur ki insanın mükellef olduğu ilk zorunlu şey Allah’ı tanımasıdır (marifetullah). Cenâb-ı Hakk’ı künhü ve hakikatiyle bilmek elbette ki mümkün değildir ve bilmekle sorumlu da değiliz. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.v.) “Sübhâneke mâ arefnâke hakka ma’rifetike” (Zatını tespih ederim ki, seni hakkıyla tanıyamadık.” buyurmuşlardır. Hz. Ebu Bekr-i Sıddîk (r.a.) “O’nu idrakte aciz olduğunu idrak etmek, idrakin ta kendisidir”; İmam Ali (k.v.) “Allah’ın zatının sırrından konuşmak O’na şirk koşmaktır.” buyurdular. Dolayısıyla Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de geçen ilahi sıfatlarla bilinir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) “Siz ilahi nimetleri tefekkür ediniz, ilahi zatı tefekkür etmeyiniz. Çünkü ilahi zatın kadrini takdir edemezsiniz.” buyurmuşlardır. Hak Teâlâ gerçek faildir. Her şey Cenâb-ı Hak’tandır. Muhyiddin-i Arabî (k.s.) derler ki: “Bir kimse mahlukatı fiil sahibi olmayarak bilirse kurtuluşa erer. Ve onlar için hayat olmadığını bilirse kurtuluşa ve hakikate vâkıf demektir.” İmdi ariflerin nazarında Allah’ın hârici her şey yani masiva sırf yokluktur. Müşahede ehli sufilerin nazarında Cenâb-ı Hak bize bizatihi yakındır. Hakk’ı görmekten perdelenmiş kimselere göre ise Hak sadece ilmiyle bize yakındır. Müşahede ehline göre her bir şeyde Cenâb-ı Hakk’ın zuhuru zatıyladır. Perdelilerin nazarında ise güzel sıfatlarıyladır. Muhyiddin-i Arabî (k.s.) “Kevn âlemi vehim, gölge ve hayaldir. Hâlbuki gerçekte Hak’tır. Hangi arif kişi bunu anlarsa tarikatın sırlarını bilmiş olur.” der. O hâlde müşahede ve iyândan kasıt, baş gözüyle Hakk’ı görmek değildir. Zira Peygamber Efendimiz (a.s.) “Sizden biriniz ölmedikçe Rabbinizi göremezsiniz.” buyurur. İradeye dayalı ölümle (mevt-i irâdî) yani “Ölmeden önce ölünüz.” hadisinde ifade edilen sırra mazhar olanlar için söz konusu görmek (rü’yet) caizdir. “Gözler O’nu göremez; O gözleri görür.” (En’âm, 6/103) ayeti de buna şahittir. “Gözler O’nu göremez.” (Lâ tüdrikuhu’l-ebsâr) kısmında kastedilen bütün gözlerdir ki, bazı gözler görebilir anlamı da söz konusudur. Müşahededen maksat, uluhiyet mertebesine tam teveccüh etmektir. Dilde, kalpte, gizli ve aşikârda Cenâb-ı Hakk’ın dışında bir şeyin bulunmamasını idraktir. Masivadan tamamıyla yüz çevirip derin kavrayış esnasında kul için ortaya çıkan bir hâldir. Kalp ve beden müşahede hâliyle meşgul olduğu için bazı arifler bu hâle işaret ederek şöyle demişlerdir: “Hayalin gözümde, ismin dilimde, zikrin kalbimde. Nereye mektup yazayım?” Muhyiddin-i Arabî (k.s.) vefatından sonra bazı mükâşefe erbabı kendisinin durumundan sual ettiklerinde şöyle cevap vermişlerdir: “Biz biz idik. Biz bizden ayrıldık. Sonra biz biz ile birleştik. Şimdi biz biziz.” Yani “Biz biz idik. Sıfatların mazharlarından ayrıldık. Sonra ittisal ettik. Şimdi biz biziz.” İbnü’l Arabî’nin söz konusu ettiği bu makama yükselmek ancak beşerî-nefsani niteliklerden arınmakla ele gelir. Şemseddin-i Sîvâsî hazretleri (ö. 860/1456) buyururlar ki: “Sür çıkar gayrı gönülden tâ tecelli kıla Hak / Pâdişâh konmaz sarâya hâne ma’mûr olmadan.” (Hakk’ın dışında her ne varsa gönlünde çıkar ki Hak sende tecelli etsin. Gönül haneni temizlemeden, mamur etmeden padişah saraya konmaz.) Öyleyse asıl ibadet masivayı kalpten çıkarmak ve dünyayı terk etmektir. Kulluğun özü Mevlâ’ya muhabbettir. Malumdur ki, tevbe üçe ayrılır: Tevbe, inâbe ve evbe. Suç ve günahın affından dolayı tevbe eden kimseye “sâhib-i tevbe” denir. Sevabı ve terakkiyi arzulayarak tevbe eden kimseye “sâhib-i inâbe” denir. Sevabı arzulama veya cezadan sakınma şartı olmaksızın sadece emrin gereğini yerine getirmek için gayret gösterene “sâhib-i evbe” denir. Nitekim “Tevbe müminin sıfatıdır.” denilmiştir. Allah Teâlâ buyurur ki: “Allah’a içtenlikle tevbe edin” (Tahrim, 66/8). İnâbe ise evliya ve Hakk’a yakın kulların sıfatıdır. Allah inâbe hakkında şöyle buyurur: “İşte size vadedilen cennet… Allah’a içtenlikle yönelmiş bir kalp (kalb-i münîb) ile gelen kimseler için.” (Kâf, 50/33), “Rabbinize içtenlikle yönelin!” (Zümer, 39/54). Evbe peygamberlerin sıfatıdır. Cenâb-ı Hak Hz. Eyüp (a.s.) hakkında “O ne güzel kul. O hakikaten daima Allah’a içtenlikle dönmekte (evvâb).” (Sa’d, 38/44) buyurmuştur. Arifler nezdinde kulluk, ibadet, ubudiyet ve ubûdet olmak üzere üçe taksim olunmuştur. İbadet, Cenâb-ı Hakk’a külfet ve meşakkatle hizmettir. İbadet avam için, ubudiyet havâs için, ubûdet havâss-ı havâs içindir. Ubûdet, müşahede lezzetiyle tâattir. Âşıkların sultanı İbn Fârız hazretleri buyurur ki: “Ubûdiyetle kat ettiğim sülûk makamlarından her birini ubûdetle tahkik ettim.” Bazıları “İbadet ilme’l-yakîn hasıl olan kimseler için, ubûdiyet ayne’l-yakîne ulaşan kimseler için, ubûdet ise hakka’l-yakîne eren zevat içindir.” demişlerdir. İbadetin gayesi kalbin ihlaslı kılınması, Hakk’ın tam huzurunda olunmasıdır. Zira Cenâb-ı Hak “Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin.” (Ahzâb, 33/41) buyurmuştur. Ayetin “çokça zikrediniz” ifadesindeki “çokça” (kesret) tabiri ihlas ve samimiyet anlamındadır. Münafıklar hakkında “Onlar az zikrederler” buyurulur. Buradaki azlıktan kasıt, ihlas ve samimiyetin yokluğudur. Münafıklar yalandan Allah’ı anarlar anlamı. İbadetin zirvesi alçak gönüllülükle yapılan ameldir. Bu sebeple kulun Hakk’a en yakın olduğu an secdedir. Nitekim “Secdeye kapan ve yakınlaş!” (Alak, 96/19) buyurulmuştur. Tevhit için de üç mertebe söz konusudur: Avamın tevhidi, havâssın tevhidi, havâss-ı havâssın tevhidi. Müridin intisaptan sonra “lâ ilâhe illallah” demesinin manası, “lâ fâile illallah” (Allah’tan başka gerçek fail yoktur) niyetinde olmasıdır. Müridin sülük mertebelerinde ilerleyip tevhid-i sıfâta erince “lâ ilâhe illallah” demesi, “lâ hayye ve lâ mevcûde illallah” (Allah’tan başka gerçek hayat sahibi ve mevcut yoktur) niyetini gütmesidir. Mürit tevhîd-i zâta erince ise “lâ ilâhe illallah” der ve bununla “lâ mevcûde ale’l-ıtlâk illallah” (Allah’tan başka mutlak varlık yoktur) anlamını kasteder. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Sen Allah de, sonra onları bırak.” (En’âm, 6/91) buyurulmuştur. Sufiler taifesi, işte tüm bu mertebeleri kat eden ve seyrusülûkta sebat eden zümredir. Zira tasavvuf kalbi pak etmek demektir. “Sufi kalbini kir ve pastan arındıran kimsedir. Sufinin nazarında altın ile sahte para eşittir.” sözü meşhurdur. Bu ise evliyanın yüce himmetleriyle dervişin kalbinde hakikat güneşinin doğmasıyla olur. Zira Peygamber Efendimize Cebrail beşer suretinde gelip “İman nedir? İslam nedir? İhsan nedir?” diye sorduğunda, ashâb-ı kirâmına talim ve telkin için iman ve İslam’ı açıklamış, ardından ihsanı tarif etmiştir: “İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi kullukta bulunmandır. Her ne kadar sen O’nu baş gözünle görmesen de, O seni görmektedir.”

    Tasavvuf Dersleri IV: Şeyh Es’ad Erbîlî
    (“Kelami Dergâhı Postnişini Şeyh Esad Efendi Hazretleri Tarafından Takrir Buyrulmuş Olan Ders-i Şerif”, Tasavvuf, İstanbul: Şeyh Saffet, 25 Ağustos 1327, cilt: I, sayı: 25, sayfa: 4-5)44 Ders metnine ayrıca Esad Erbîlî’nin Mektûbât’ı içerisinde yer verilmiştir. Bk. Muhammed Es’ad Erbîlî, Mekubât, haz. H. Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, İstanbul: Erkam Yayınları, ts., s. 28-31 (5. Mektup).

    “Size ne oluyor ki Allah yolunda infakta bulunmuyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin mirası Allah’ındır” (Hadîd, 57/10). Bu ayet, müminlerin kurtuluş ve cennete girme sebebi olan sadaka vermeye bihakkın riayet etmeyen dar görüşlü ümmetin hâline şaşırmayı ifade eder. Evet, gerçekten de zenginlerin ve servet sahiplerinin Allah yolunda infak etme hususunda gevşek davranmaları cidden üzücüdür. Zira Peygamber Efendimiz (a.s.) “Cimri kimse (azaba duçar olmaksızın) cennete giremez.” buyurmuştur. Aynı şekilde “Sadaka oruçtan efdaldir. Oruç ise cehennem ateşine kalkandır.” buyurur. Yani sadaka Ramazan orucunun dışında tutulan oruçlardan daha faziletlidir. Oruç ise insanı cehennem ateşinden koruyan kalkan gibidir. Zekât konusunda da “Zekât vermeyenlerin iman ve namazını Allah kabul buyurmaz.” buyurulmuştur. Öte yandan “Malının zekâtını vermeyen kıyamet gününde cehennem ateşindedir.” vb. hadisler vardır ki İslam sayesinde elem verici azaptan kurtulmak emelinde olan akıl sahiplerinin malumu olsa gerektir. Bu giriş cümlelerinden sonra, biraz daha söz konusu ayetten kastedilen mana ve tefsiri üzerinde duralım. Cenâb-ı Hak “Size ne oluyor ki Allah yolunda infakta bulunmuyorsunuz?” ayetinde bütün inananlara seslenmektedir. Yani ey inananlar cemaati, dünya malını harcamadaki faydalar ve güzellikler pek çok ayette tebliğ edildiği hâlde, Allah yolunda infak gibi mühim bir meseleden sizleri men eden ne gibi şeyler vardır. Acaba şu geçici ve fani dünya yurdunda kalmayacağınızı, baki olan ahiret yurduna intikal etmeye mecbur olduğunuzu, elinizdeki tüm mal ve eşyadan sadece bir kefen miktarını alıp geri kalanlarını arkanızda bırakmaya mahkûm olduğunuzu bilmediniz mi? Muhakkak biliniz ki, elinizdeki mal ve servetten ayrılacaksınız. Her şeyiniz Baki ve Hay olan Allah’a intikal eder ve istediği kullarına ihsanda bulunur. Sizler de elde ettiğiniz fırsattan mahrum olarak hayatı terk edersiniz. Söz konusu ayetin tefsirinde bir kaç önemli nokta daha vardır: Birincisi, kiralık evde oturan kiracıların bir evden diğerine taşınırken, bütün eşyasını yanında götürüp sevgili mallarından bir şey terk etmeyecekleri herkesin malumudur. Kabir evine gidenlerin sevgili eşyalarından birazını olsun yanında götürmemeleri gerçekten hayret vericidir. İkincisi, Cenâb-ı Hakk’ın kendi kullarına emaneten ihsan ettiği fazla mallardan kulların bir şekilde ayrılacağı, ölüm ile ayrı kalacağı şüphe götürmez bir gerçektir. Şu kadar var ki, fakirleri doyurmak, zayıfları gözetmek, mescit inşa etmek, ibadethaneleri ihya etmek, özellikle de İslam’ın izzeti ve iman ehlinin güçlenmesi için harp aletlerine, iletişim ve ulaşım vasıtalarına harcamada bulunmak, yardımlaşmak vaciptir. Kulların bu hususlarda mallarından hemencecik veya ileriye yönelik ayrılmaları övülecek bir şeydir ve kullar bu suretle sevaba nail olurlar. Bu o kadar açık bir hakikat olmakla birlikte, kullar doğaları ve düşük yaratılışları gereği veyahut ayet ve hadislere güvenmemeleri sebebiyle cimriliği el açıklığının şerefine tercih etmişler; mal fazlalığını az önce saydığımız şeylere sarf etmemişlerdir. Akıbet ölüm ile infak etmedikleri mallarından ayrılacaklar ve azaba duçar olacaklar. Böylesi kulların azaptan korkmamaları ve çekinmemeleri gerçekten üzülecek bir durumdur. Şunu da arz edelim ki, fakirin söz konusu ayet meali Tasavvuf mecmuasının bir köşesinde yayınlandığında, sufi büyüklerden bir zat-ı âlî ayet hakkında şöyle bir nükte ortaya koydu: “Hak Teâlâ malı ve serveti insanların kalplerine sevimli yarattığından, şeriatta zekât farz, diğer sadakalar ise sünnet kılınmıştır. Binaenaleyh Hakk’ın dışında sevgili ittihaz etmeyen ariflerin mal ve servetine zekât ve sadakanın taalluk etmemesi lazım gelir. Bununla birlikte ‘Namaz gibi zekâtın da farz olmasındaki hikmet nedir?’ tarzında bir sual yöneltilirse şöyle cevap verilir: Arif sufilerin yani vahdet-i vücûd makamına erenlerin ve âlemdeki her bir şeyin hakikat güneşinin tecellisi olduğunu söyleyen zevatın kendi nefislerini, bütün mahlukatın nefisleriyle beraber mevcut görmekte ve nefislerin bir kısmı zahit diğer kısmı mal ve servete talip olduğundan, arifler de kısmen zahit kısmen de mal ve servet talibidir. Dolayısıyla ariflerin zekât vermekle mükellef olması icap eder.” Bu sahih bir tevildir. Allah şeriatını aziz kılsın. Hak Teâlâ veli olsun nebi olsun kullarından hiçbirini şeriatın hükümlerine uymaktan müstesna tutmamıştır. Mevlâ cümlemizi sırât-ı müstakimden ayırmasın, amin.

    * Prof. Dr., Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.



    1 1 Tasavvuf dergisi ve ilgili literatür hakkında bk. Semih Ceyhan, “Tasavvuf Mecellesi’nden: Şeyhülislam Haydarîzâde İbrahim Efendi’ye Göre Uzlet ve Gayret”, Sabah Ülkesi: Üç aylık kültür-sanat ve felsefe dergisi, 2018 Nisan, sayı 55.
    2 2 Cemiyet-i Sûfiyye hakkında bk. Mustafa Kara, Günümüz Tasavvuf Hareketleri, İstanbul: Dergâh Yayınları 2002, s. 40-44; Mustafa Kara, “Cem’iyyet-i Sûfiyye”, DİA, VII, s. 335; Mustafa Kara,” İkinci Meşrutiyet Devrinde Dervişlerin Sosyal ve Kültürel Etkinlikleri”, haz. Ahmet Yaşar Ocak Osmanlı Toplumunda Tasavvuf: Kaynakları-Doktrin-Ayin ve Erkan-Tarikatlar-Edebiyat-Mimarî-İkonografi-Modernizm, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları 2005, s. 538-540; Halil İbrahim Şimşek, “Türk Modernleşmesi Sürecinde Tasavvuf Alanında Ortaya Çıkan Bazı Yöntem Tartışmaları”, Hitit Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2006/1, cilt: V, sayı:9, s. 34-35.
    3 3 Ders metnine ayrıca Esad Erbîlî’nin Mektûbât’ı içerisinde yer verilmiştir. Bk. Muhammed Es’ad Erbîlî, Mekubât, haz. H. Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, İstanbul: Erkam Yayınları, ts., s. 20-27 (4. Mektup).
    4 4 Ders metnine ayrıca Esad Erbîlî’nin Mektûbât’ı içerisinde yer verilmiştir. Bk. Muhammed Es’ad Erbîlî, Mekubât, haz. H. Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, İstanbul: Erkam Yayınları, ts., s. 28-31 (5. Mektup).