AKILCI ELİTİZME MUKABİL İNSANLIĞIN MÜŞTEREKLİĞİNİ KORUMAK: AŞK TEORİK AKLIN ALTERNATİFİ MİDİR?

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Ekrem Demirli

    Aşk bir irade durumudur.” Aşk hakkında varabileceğimiz en faydalı tespitlerden birisi onun insan davranışlarıyla ilişkisini belirleyen bir ifade olabilir. Aşk bir duygu hâli midir, aklın bir işlevi midir, yoksa tanımlanamayan bir yeteneğimiz midir diye düşünürken onu “irade” zeminine yerleştirmek bize makul bir çerçeve verir. Bu sayede aşk – kendisi anlaşılmazlığı sevse bile – belirli bir zemine oturur, nesnel hükümlere tabi kalır, hakkında konuşmak mümkün olur.

    İnsanın seçimlerini ve eylemlerini yönlendiren saik nedir diye düşünürken akla gelebilecek unsurlardan birisi aşktır. Kadim felsefede aşkın sadece insan davranışlarını değil, evrendeki tüm hareketlerin ilkesi olduğu düşünülmüş, bütün evreni yöneten ilkenin aşk olduğu iddia edilmiş, dinî felsefelerin gelişimiyle birlikte ise onun kaynağının Tanrı olduğu düşünülmüştür. Farabi’nin ilk ilke “âşık, maşuk ve aşktır” ifadesinde aşk artık tanrısal bilgiyle ve akılla özdeşleşmiş, evrenin ilkesi hâline gelmiştir.

    İslam düşünce tarihinde aşk kavramının ortaya çıktığı bağlamı araştırdığım akademik çalışmaya “bilgi-eylem” ilişkisi sorunsalı başlığını vermiştim. Çünkü aşk tam olarak eylemlerimizi yönlendiren bir kabiliyet olarak görülmüştü. Sufilerin dinî hayattaki konuşmalarının odağına yerleştikten sonra “aşk” amel ve ahlakın ilkesi olmuş, yükümlülük merkezli dinî hayatın ağır-aksak ilerleyen süreçlerine mukabil, coşkulu dindarlığın yolu sayılmıştır. “Âşık olmak maksuda kanatlanıp varmaktır” dinî hayatta aşkın rolünü anlatan en iyi cümlelerden olabilir. Bu meyanda ilahî aşkı dinî hayata taşıyan en önemli isimlerden birisi olan Râbia el-Adeviyye’nin sözlerini hatırlayabiliriz. Erken bir Mutezile yorumla şekillenen vaad-vait (ödül ve ceza esaslı dinî hayat) merkezli dindarlığa mukabil Râbia “cennet nimetini ve cehennem azabını” düşünmeden Allah’a rıza üzere teslimiyeti savunurken ilahî aşktan söz etmişti. Ona göre ilahî aşk insanı Allah’a gidişte tek başına yönlendirebilecek, korku ve umudu veya dünyevi ve uhrevi beklentiyi gereksiz kılacak yegâne saiktir.

    İnsanların aşk ile ilişkisi tasavvuf dahilindeki konuşmaların sınırlarını aşar. Bu meyanda aşk üzerindeki sözlerde dikkatimizi çeken başlıca konu onu “nazari” veya teorik gücün alternatifi olarak kabul etmeleridir. Aşkı nazari gücün alternatifi olarak düşünmek, insanların aşk ile ilişkilerini belirleyen en temel yaklaşımdır. Başta edebiyat, sanat ve tasavvuf metinlerinde olmak üzere bir çok yerde bu karşıtlığın izlerini görebiliriz. Onlar için akıl kendisine karşı “müteyakkız” olmamız gereken tehlikeli ve bölücü bir güç iken aşk bize hakikati ve anlamı güvenli şekilde sunar. Biz hakikate sadece aşk yolundan gidebiliriz, hayatı ve anlamı sadece onun üzerinden keşfedebiliriz. Onun sayesinde bilmeyiz, oluruz. İnsana lazım olan da bilmek değil, olmaktır. Bu ve benzeri sözler metinlerde sıkça zikredilir. Bu durumda aklın düşünme ve akletme (taakkul) özelliğine mukabil aşkın ve kalbin sezgisi, keşfi vs. gibi tabirler de akla gelebilir. Günümüzde başka bir temayül daha öne çıkarak bu kadim ayrımı pekiştirmiştir. İnsanın entelektüel yeteneğine mukabil duygusallık arasında fark görülerek insanın bu ikinci alanı geliştirmesi üzerinde durulmuştur.

    Peki bu karşıtlıklar nereden geliyor? “Akıl ile aşk, akıl ile kalp, akletmek ile sezmek-keşfetmek arasına böyle bir karşıtlık niçin konulmuştur?” sorusuna cevap bulmadan aşka dönük bu yoğun ilginin sebebini bulamayız.

    Akıl Bölerken Aşk Birleştirebilir (mi?): Seçkinciliğe Karşı Başkaldırı Olarak Aşk

    Öteden beri insanlar teorik akla mukabil alternatif bir şey aramışlardır. Bazen bu “şey” sanata ve dine hatta dine kaynaklık teşkil eden ilham veya sezgi gibi mahiyetini bilmediğimiz başka bir kabiliyet, bazen doğrudan “aşk” denilen ve birçok anlam ile işlev yüklenen bir şey olmuştur. Böyle bir arayışın sebebi, teorik gücün varlığı “açıklama” bahsindeki başarısızlığı veya en azından bu konudaki tereddüttür. Akıl yetersizdir ortak bir iddiadır. Birçok insan için akıl ve teorik güç – ne kadar buyurgan ve “dogmatik” bir üslupla kendisini takdim ederse etsin – varlığı ve hakikati açıklamada yetersizdir. Akıl insanın anlamsız böbürlenmelerinin ve gerçek sıkıntılarının yegane sebebidir. Hayat aklın kategorilerine sığmayacak kadar karmaşık, onun tarafından ifade edilemeyecek kadar müteal bir hakikattir. “Bilen konuşmaz, konuşan bilmez!” neredeyse bütün geleneklerde akıl karşıtlığının ifadelerinden birisidir. Akılla bırakın bütün var oluşu açıklamayı, insanın kendi çelişkilerini anlaması dahi mümkün değildir. İşte insanlar hayatı bütün bu karmaşıklığı ve çelişkileri dahilinde anlayabilecekleri yol ararken aşkı ve kalbi buldular. Aşk aklın dogmatik ve keskin hükümlerine mukabil esnek, bütüncül ve çelişkili doğasıyla varlığa uygun bir araç kabul edilmiştir.

    Bununla birlikte akıl ile aşk arasında öngörülen karşıtlığın aklın varlığı açıklama bahsindeki başarısızlığından neşet ettiğini düşünmek meseleyi doğru anlamamak demektir. Esas sorun teorik gücün insanları bölmesine ve ayrıştırmasına karşı aşkın bir başkaldırı duygusu içermesidir. Vakıa aşkı hayatın merkezine yerleştiren şey, tam olarak budur: Aşk aklın böldüğünü birleştirmek, onun buyurgan iktidarına başkaldırmak, hayattan dışladığını tekrar içeri almak üzere yerleşmiştir hayatın merkezine.

    Bu meyanda insan “düşünen canlıdır (hayvan-ı natık)” diye tanımlanmış olsa bile, böyle bir tanımın bir seçkincilik içereceği aşikardır. “Düşünen canlı” insanları sıradan olanlar (avam) ve seçkinler diye ikiye bölerek insanlar arasında kapanması mümkün olmayan derecelenmeye yol açmıştır. Bu ayrım öteki bütün ayrımları ikincilleştirecek kadar tehlikeli bir ayrımdır. Üstelik bu ayrım öylesine söylenmiş ve geçilmiş bir ayrım da değildir: “Sıradan insanların” gerçekte kim oldukları, onların insanlıktan nasipleri ele alınmış, onların ruhlarının olup olmadığı bile konuşulmuştur. “Avam ke’l-bevam (sıradan insanlar haşere gibidir)” ifadesi kadim geleneğin müşterek sözü olabilir. Sıradan insanlar için hayatın anlamı “seçkinlere hizmet” ile sınırlıdır, bu lütufla yaşamaları onlar adına yeterli bir şeref sayılmıştır. Kadim felsefede ve çeşitli dinî geleneklerde gördüğümüz bu seçkinciliği Hristiyanlık ve ardından İslam teorik olarak çökertmek istedi. Her iki dinin ortak özelliği “insan olmak bakımından insan” olmanın sağladığı niteliklerin herhangi bir kabiliyet tarafından yok edilemez olduğu ilkesidir. Kabiliyetler ve kazanımlar insanları temelden ayıramaz; insan olmanın şerefi ve anlamı her bir fert için tahakkuk etmiş olmalıdır. Bununla birlikte eski seçkincilik arzusu dinlerde yeniden hortlamış, kadim iddialar kendilerine yeni mecralar ve gerekçeler bulabilmiştir.

    Ayrımın (avam-seçkin) sebebi teorik düşüncenin idealizmidir. Teorik-nazari düşünce ilkece her insanın “akıllı” olduğunu söylese bile potansiyel ile fiil arasında kapanmaz bir fark olduğunu düşünür. Her insanın alışkanlık ve âdetlerden oluşan “mağara” seviyesini aşarak hakikati olduğu hâl üzere idrak edebilecek derecede cesaretli ve yetenekli olması söz konusu değildir. Bu nedenle filozoflar bile felsefenin gerçekte mağaranın dışına çıkarak hakikati idrak eden birkaç müstesna insanın yolundan gitmek olduğunu söylemişlerdir. Felsefe tarihine bakarsak felsefe yapmanın gerçekte büyük filozofların görüşlerinin ve iddialarının taklidi olduğunu fark ederiz. Bununla birlikte “taklit” seçkinciliği ortadan kaldırmamış, insanlar arasındaki “avam” ve “seçkin” ayrımı her yönden tahkim edilmiştir. Bu durumda sormamız gereken soru sudur: Bütün insanları kuşatan ve her insanı insan olma paydasında birleştirebilecek müşterek bir nitelik bulunabilir mi? Teorik akıl buna ne cevap verirse versin, insanlar bu yolu bulmuş ve ona aşk yolu demişler, idrak aracını ise bazen kalp, bazen ruh olarak kabul etmişlerdir. Aşkın bir insanlık değeri veya ortak kabiliyeti olarak kendini gösterdiği yer tam olarak burasıdır. İnsanlar bu bölünmeyi aşmak ve kendilerini gerçek bir insan olarak görebilmek için aşka sığınmışlardır. Bu durumda nazariyatın yorduğu insanlar aşkın sıcak ve besleyici soluğundan hayatın kategorilere sığmayan derinliğini ve “insan olmanın değerini” müşterek bir duygu olarak yaşamak istemişlerdir.

    Muhabbetin Kavram Haritası Veya İradenin Muhtelif Hâlleri

    İnsanda gayeye doğru belli belirsiz bir yönelim ve niyet bulunursa buna “talep” diyoruz. Talep iradenin ilk hâlidir, belki de onunla müteradif bir tabirdir. Talep insanın mevcut durumundan ve hâli hazırdaki keyfiyetinden memnuniyetsizliğinden neşet eder. İnsan her hâlinden memnun olsaydı bir şey talep etmez, merak etmezdi. İnsanı değiştiren ve onu “arayan” kılan değişim arzusudur. İbnü’l-Arabî’nin “sevgi/talep yokluğa taalluk eder” derken kast ettiği budur. Biz bizde olmayanı talep eder, onu arar, ne olduğunu tam olarak bilmediğimizi elde etmek ve onunla tamamlanmak isteriz. Bu durumda talep insanın yetkinleşmesinin ve tamamlanmasının ortaya çıkardığı her arayışın genel ismi hâline gelerek sevginin zemini olur. Sevmek tamamlanmak arzusundan beslenirken onu ortaya çıkartan şey kendimiz ve durumumuz hakkındaki eksiklik bilincidir.

    Tabir bu anlamıyla felsefe terkibini teşkil eden “hikmet-sevgisi/talebi” ile irtibatlıdır. Hikmeti sevmek hikmet yoksunluğundan kaynaklanır. İnsan sahip olduğu şeyi talep etmez, onu aramaz; mevcudu talep anlamsızdır. Bu durumda talep bir tevazu ve gerçeklik bilgisi getirir insana. Peki talep ettiğimizin yetkinlik verebileceğini nereden biliriz? Felsefe tarihinde bunun cevabı tanrılar hakkındaki bilgiyle verilir. Tanrılar hikmetin sahibidir, onların ölümsüzlüğünün nedeni sahip oldukları hikmettir. Biz de hikmete sahip olursak güçlü olur ve ölümsüzleşiriz. Dinî hayat ve ahlak dahilinde talebin sebebi ilahî bilgidir. Tanrı hakkındaki bilgimizle bizi yetkinleştirecek şeyi talep eder, bunun öncesinde ise eksikliğimizi idrak ederek “talep ederiz.”

    Talep bir istikamete doğru yönelince ona niyetlenmek, teveccüh etmek gibi yeni isimler verilir. “Ameller niyetlere göredir.” bu bağlamda anlamını bulur. Yönelmedeki sahicilik ise ihlas veya cem-i himmet demektir. Himmet ve cem-i himmet gücümüzü ve dikkatimizi maksada teksif demektir. Bu konudaki ısrar, azimet veya kasıt diye anlatılır. Tasavvufi hayat bu anlamıyla niyetin tashihi, onu bozabilecek davranışlardan özellikle riyakârlıktan arındırılması üzerine kuruludur.

    Talebin ve iradenin farklı durumlarda yeni isimleri ortaya çıkar. Bunlardan en önemlisi Arapça sevmek anlamındaki mehabbe’dir. Tabir habbe yani tohum anlamından türetilmiştir. Sufiler bu tabiri yorumlarken insanın yetkinleşme süreciyle tohumun ağaca dönüşme sürecini kıyaslarlar. Tohumun yetkinleşmesi onun kabuğunu kırarak toprağa karışması (fena), ardından çetin şartlar altında gelişmesi demektir. İnsan tıpkı bir tohum gibi önyargılarını ve alışkanlıklarını kırarak insan olma yolunda ilerler. Onu bu zorlu yola girmeye ikna edecek olan ise yolun sonu hakkındaki bilgisidir. Her insanın tohum hâli onun bilkuvve hâli iken çetin riyazetlerle yetkinleşerek ulaşacağı kemal ise bilfiil hâlidir. Bu meyanda başka bir kavram ise meveddettir. Sufiler sevginin bu hâlini süreklilik ve sebat ile izah ederek geçici arzu anlamındaki hevanın mukabili sayarlar. Yol sağlam ve sabit sevgiyle gidilir, geçici arzu ile değil.

    Son olarak üzerinde durmamız gereken iradenin aşk hâlidir. Aşk sevginin en gerçek ve güçlü hâlidir. Bu yönüyle tabir kelime anlamıyla Kurân-ı Kerîm’de geçmese bile “O müminler ki en çok Allah’ı severler” şeklindeki ibarede aşkın anlatıldığı kabul edilir. Bu hâlde maksat – bir sarmaşığın duvarı kaplaması gibi – insanı bütünüyle kaplamış, ondan başkasını göremez ve duyamaz olmuştur. Bu durumun anlatımı ise la-maksude illellah (Allah’tan başka maksat yok) ve la-mevcude illellah olabilir.