TARİH BOYUNCA BATILI SEVGİ KAVRAMLARI
Yazar: Katarina Majerhold*
Aşk konusu birçok insanın ilgisini çekti ama çok az sayıda Batılı düşünür aşkı temel meselesi olarak ele aldı. Bu makalede bunları kronolojik bir biçimde sunacağım. Antik, Sokrates öncesi zamanlarda Empedokles’in Sevgi (Eros) ve Uyuşmazlık’ı (Neikos), Sokratik dönemde Platon’un Eros’u ve Aristoteles’in Philia’sı [arkadaşça sevgi] vardır. Orta Çağlarda Aziz Pavlus’un Agape’si, Aziz Agustinus’un Caritas’ı ve saray (trubadur) aşkı, Rönesans döneminde Rousseau’nun modern romantik çift anlayışının yanı sıra modern zamanlarda da Freud’un aktarım olarak aşkı bulunur.
Sokrates öncesi bir Yunan düşünürü olan Empedokles (MÖ 490-430 civarı) sevgiyi uyuşmazlıkla birlikte kozmolojik bir ilke olarak tasvir etti. Empedokles’in kozmolojisinde sevgi, onun sayesinde dünyanın bir cevherler karışımı vasıtasıyla var olduğu evrensel ve daimî bir ilkedir. Doğa Üzerine isimli kitabında şöyle yazar: “Zira olmuş ve olacak her şey bunlardan (Cevherlerden) neşet eder. Ve ağaçlar [bunlardan] türer, ve erkekler ve kadınlar, ve yaratıklar ve kuşlar ve sudan beslenen balıklar ve hatta en muteber o kadim tanrılar. Zira sadece bunlar (Cevherler) vardır, fakat birbirlerinin içinden geçerek başkalaşırlar; o raddeye kadar ki bu karışım onları değiştirir.” (Empedocles, Kirk, Raven, 1982: fr. 21) Empedokles için cevherler bir alfabede bulunan harfler gibidir ve metafor olarak iş görür. Bu, nasıl ki sınırlı sayıdaki harfler o harflerin kombinasyonlarıyla farklı kelimeler oluşturursa ya da temel renkler farklı tonlar ve desenler yaratmak için kullanılabilirse cevherlerin de aynı şekilde farklı madde biçimleri oluşturma kuvvesini vurgular. Bu karışımın ve kombinasyonların nedeni kozmik Sevgi – çekim ve birleşim gücü – ve Uyuşmazlık – itme ve parçalama – gücüdür. Bu iki güç ebedî bir diyalektik içindedir ve sonsuz bir kozmik döngü içinde sırasıyla üstün gelir. Bu sonsuz kozmik döngü dört dönemden oluşur: sırasıyla sevgi ve uyuşmazlık tarafından yönetilen iki “tam” dönemle iki “geçiş” dönemi. Bu geçiş dönemlerinden biri uyuşmazlıktan sevgiye geçiş dönemidir, diğeri de sevgiden uyuşmazlığa geçiş dönemi. Bundan dolayı Empedokles’e göre dünya bir döngünün farklı dönemleri yoluyla daimî bir hareket içinde var olur ve organik bir evrim hâlini üreten şey tam da cevherlerin bu daimî hareketidir. Empedokles’in çok takipçisi olmadı ama biliyoruz ki Freud, bir hayli etkili olan yaşam (Eros) ve ölüm (Thanatos) dürtüsünü Empedokles’in sevgi-uyuşmazlık ilkesine göre tasarlamıştır.
Platon (MÖ 428 – 347) evrensel İdealar (Hakikat, Güzellik ve İyilik) olarak aşk kavramını meşhur Symposion eserinde ortaya koydu. Platon burada, o zamana kadar bilinen beş aşk türünü temsilen yedi konuşmacının yanı sıra eşsiz ve yeni bir felsefi aşk kavramı sunan Sokrates’i sahneye çıkarır. Burada biz olgun bir erkek (erast) ile genç bir erkek (eromenes) arasındaki aşkın vatandaşlık için gerekli bir erdem olan onur duygusu uyandırabileceğini öğreniriz. Burada ayrıca tanrısal ve dünyevi olmak üzere iki tür aşkın var olduğunu öğreniriz. Bu iki türden ilkinin yüce bir amacı bulunur ve sadece insanın ruhsal doğasına zevk verir. İkincisi ise ruhsal değildir ve erkeklerin yanı sıra kadınlar ve genç erkeklere duyulan bedensel aşktır. Eğer dünyevi aşkın peşinden gidersek tutkularımıza köle ve başkalarına kul olabiliriz ki bu da özgürlüğe ve mutlu bir yaşama karşı bariz bir tehdittir. Lakin yaşamın her yerinde (insanlarda olduğu gibi hayvanlarda ve bitkilerde de) bulunan bu iki aşk biçimi insan bedeninde de vardır: tıp zanaatı hangisinin iyi hangisinin kötü olduğunu ortaya koyar ve bedeni iyi olanı kabul edip kötü olanı reddetmeye ikna eder. Symposion ayrıca meşhur “ruh ikizi” mefhumunu ortaya koyar ve der ki “ilk” [original] insanlar iki yüzleri ve dörder kol ve bacağı olan canlılardır ama Zeus bunları kibirleri ve Tanrılara itaatsizlikleri sebebiyle ikiye ayırmıştır. Fakat Zeus insanları yarıya ayırdığı ilk zamanlarda her iki yarı da cinsel olarak birleşemiyor, sadece öpüşüp sarılabiliyordur. Bundan sebep Zeus onlara cinsel (yani üreme) organları verir. Cinsel organlar bu yarıların cinsel birleşme yaşamalarını sağlar ve bu durum yarıları birbirlerini arzulama gerginliğinden en azından bir süre kurtarır. Aşk tanrısı Eros bize ruh ikizimiz olan diğer yarıyı bulmamız için yardım eder. İlk insanların üç cinsiyeti vardı: erkek (iki erkek), dişi (iki dişi) ve erdişi (erkek-kadın). Bu da farklı cinsel yönelimleri açıklar.
Bu aşk mefhumları Antik Yunan’da hâlihazırda biliniyordu. Sokrates’in yaptığı şey Eros kavramını bir bilgi âşığı (filozof) ile mutlak bilgi (İyilik/Güzellik/Aşk olan ve Tanrısal/Anjelik boyuta ait Hakikat) arasındaki bir ilişki olarak sunmaktı. Bunu başarabilmek için maddi olandan tinsel olana doğru dört basamak çıkmamız gerekir. I) Sokrates Eros’u ya da aşkı bizde eksik olana karşı duyduğumuz arzu olarak tanımlar. Peki ama bizde eksik olan nedir? Güzelliği, iyiliği ve hakikati arzularız. Ama eğer bizde olmayan şeyi arzuluyorsak bu Eros’un çirkin, kötü ve hileli olduğu anlamına mı gelir? Eros ne güzel ne çirkin, ne iyi ne kötü, ne bilge ne de aptaldır, arada bir şeydir. Ayrıca Eros âşık olandır ve böyle bir Eros mefhumu filozofun durumuna benzer: “Sophia bilgelik sevgisidir; bundan dolayı Eros bir filozof olmalıdır…” (Platon, 1960: 96, II). Fakat Eros güzeli arzuluyorsa o zaman şu soru çıkar ortaya: Eros güzelde neyi arzular? Güzel kelimesi yerine iyilik kelimesini koyarsak iyi olanın mutluluk olduğunu, aşkın da mutluluk ve onu çoğaltarak mutluluğu elde etme arzusu olduğunu fark ederiz. III) İyilik ve güzellik arzusu olarak Eros, fiziksel ya da tinsel boyutta ölümsüzlük arzusunu ortaya çıkarır. IV) Fiziksel boyut çocukları, tinsel boyutsa adalet, erdem ve kendisi tanrısal olan en yüce güzellik/iyilik üzerine duyulan ilgi ve alakayı içerir. Âşık/filozof bu yüce aşk üzerine tefekküründe dünyevi şeylerden temizlenecek ve zihnin gözüyle güzelliği seyredecek, erdemli ve bilge yaratılarda bulunacak, Tanrı’nın dostu ve ölümsüzlüğün vârisi olacaktır. Son ve önemli bir husus olarak da Alkibiades ile Sokrates’in hikâyesini öğreniriz. Alkibiades Sokrates’e âşıktır çünkü Sokrates’in eşsiz bir özelliği olduğuna (kelimeleriyle insanları hemen her şeye ikna etme özelliği) ya da kendisi çok güzel birisi, tanınan bir savaş ve strateji lideri olsa bile Sokrates’in kendisinde olmayan bir yeteneği olduğuna inanır. Fakat Sokrates onun bu sevgisine karşılık vermez çünkü o Alkibiades’in aşk olarak sunduğu şeyin sadece ticari bir iş olduğuna inanır (Alkibiades Sokrates’in bilgisi ve bilgeliği karşılığında onun sevgilisi olmak ister) ve bunu reddeder. Sokrates ayrıca kendisinde eşsiz bir şey olduğunu reddeder ve eğer Alkibiades kendi üzerine tefekkür içinde bir yaşam sürerse onun da aynı bilgeliği bulacağını, zira bilgeliğin herkesçe erişilebilir olduğunu söyler.
Öbür yandan eğer Platon Symposion’da platonik aşk olarak bilinen maddi olmayan ve sadece tinsel olan bir aşk görüşü sunduysa da geç dönem eseri olan Phaidros’ta aşka daha kişisel ve erotik bir yaklaşım önerir. Platon burada insanların benzer fikirleri paylaştıkları için âşık ya da eş olduklarını iddia eder ama aşkın kutsalla ve tanrıyla ilişkili olduğu görüşünü sürdürür. Bundan dolayıdır ki bilgeliği ve adaleti seven insanlar Zeus’un, soylu davranışları sevenler Apollon’un, savaşmayı sevenler Ares’in vb. peşinden gider. Platon’un Devlet isimli eserinde eşcinselliği çocuk üretmemesinden dolayı yasaklayan ilk kişi olması ilginçtir. Bu çocuk üretmeme üzerinden üretilen tavrı daha sonra Hristiyanlık da üstlenecektir.
Aristoteles (MÖ 384 – 322) aşk ve arkadaşlıktan çoğunlukla Nikomakhos’a Etik kitabının VIII. ve IX. bölümlerinde bahseder. Burada Aristoteles philia’dan (arkadaşça sevgi) ruhsal aşkın en üstün biçimi ve en fazla ruhsal değere sahip formu olarak bahsederken Platon’u takip eder. Bu tarz arkadaşlık aynının arkadaşlığıdır ve (cinsel haz, maddi kazanç ya da toplumsal etki gibi) herhangi bir dışsal faydaya dayanmaz. Karşılıklı sempati, erdemlerin, duyguların, hislerin ve ruhun desteği ve teşviki yönlendirir onu. (Aristotle, Bk. VIII: Ch. 3, 1156b) Fakat mesele bir arkadaşlık biçimi olarak evlilik olduğunda çok daha pragmatik ve gerçekçidir. (bk. IX) Erkek ve kadının birleşmesinin sosyal ve mali açıdan karşılıklı faydalar sağladığını ve bu faydaların çocuklar ve miras yoluyla arttığını düşünür. Kendisi ayrıca erkeklerin ve kadınların doğaları farklı olduğu için işlevlerinin de bölüşüldüğünü ve bunun da erkek, kadın ve çocuklar arasındaki eşitsiz ilişkiye yansıdığını söyler. Cinsiyetler arasında ve ebeveynlerle çocuklar arasındaki ilişkilerin temeli aşmadır. Erkek/koca, kadın/karı ve çocuklardan üstündür; bundan dolayı da nasıl ki vatandaşlar krallarına/başkanlarına karşı itaatkârsa kadın ve çocuklar kocaya, çocuklar da ebeveynlerine karşı itaatkâr olmalıdır.
Aziz Pavlus (5 – 67) İsa’nın Öğretilerini öğreten On İki Havari arasında en önemli olanıdır ve en çok Romalılara ve Korintoslulara Mektupları ile bilinir. Aziz Pavlus insanları mutlu eden, onları teskin eden ve kendilerini İsa’nın yoluna çağıran Tanrı inancından söz eder. Ayrıca Tanrı’yı, O’nun vahyini, peygamberliğini ve öğretisini anlatan Tanrı’nın bir kilisesini inşa eder, der. O, kutsal hikmeti telaffuz ederek günahlarından arınmaya ve kendini ebedî hayata adamaya hazır olanlara seslenir. Geçiciliği ve ölümü tanıyan dünyevi hayat yerine aşk, umut ve inanç yoluyla ebedî hayata yükseliriz. Hristiyan bir kişi çarmıhtaki İsa’ya benzeyerek Tanrı’ya “ulaşabilir”. Çarmıhtaki İsa olmadan insanlar asla Tanrı’nın sevgisini [agape] bilemezlerdi ve Tanrı’nın Agape’si olmadan da İsa’nın yolu Çarmıha ve “ebedî hayat”a çıkmazdı. Bu “yeni hayat” için temel olan şey insanlara bir hediye olarak verilen sevgidir (Agape). Tek yapmamız gereken kendimizi sevgiye açmaktır. Peki, sevgi nedir? Aziz Pavlus Korintoslulara birinci mektubunda şöyle der: “Sevgi tahammül eder, lütufla muamele eder; sevgi haset etmez. Sevgi övünmez, kibirlenmez, çirkin muamele etmez… haksızlığa sevinmez, fakat hakikat ile beraber sevinir; her şeye katlanır, her şeye inanır, her şeyi ümit eder, her şeye sabreder.” (Pavlus’un Korintoslulara Birinci Mektubu, 1933, 13: 5) Sevgi [Agape] ayrıca emirlerde de yankı bulur: “Komşunu kendin gibi seveceksin.” İnsan ilişkilerinde de, “Sevgi riyasız olsun. Kötüden nefret edin; iyiye yapışın…” (Pavlus’un Romalılara Mektubu, 1933: 12:9 – 12:13) “‘Zina etmeyeceksin, katletmeyeceksin, çalmayacaksın…’ ve eğer başka bir emir varsa, o da bu kelamda icmal olunur: ‘Komşunu kendin gibi seveceksin.’ … imdi sevgi şeriatın itmamıdır.” (Pavlus’un Romalılara Mektubu, 1933: 13:09 – 13:11)
Peki, erkek ve kadın arasındaki ilişkide sevgi nasıl olur? Pavlus’a göre kadınlar gizemli, “karanlık” ve duhul olunabilir iken erkekler açık, hafif ve duhul edendir ama Tanrı katında tüm insanlar ve varlıklar eşittir: “Koca karısına ve böylece de karı kocasına hakkını eda etsin. Kendi bedeni üzerine karının değil ancak kocasının hâkimiyeti vardır ve böylece de kendi bedeni üzerine kocanın değil ancak karısının hâkimiyeti vardır.” (Pavlus’un Korintoslulara Birinci Mektubu, 1933: 7:3 – 7:5) Fakat öbür yandan Hristiyanlık erkeğin kadından daha iyi ve üstün olduğunu söyleyerek erkekle kadın arasında fark kurmuştur: “Fakat bilmenizi isterim ki her erkeğin başı Mesih ve kadının başı erkek, ve Mesih’in başı Tanrı’dır.” (age: 11:3) Genel olarak Tanrı çileciliği ve bekârlığı tercih eder. Hristiyanlar eğer evlenmek istiyorlarsa bunlardan vazgeçmek zorundadır. Bu sebeple Tanrı cinsel birleşmeye de izin verir ama sadece çocuk yapmak için zira üreme insan türünün devamını sağlar, günah ve tensel haz arzusunu kışkırtmaz.
Aziz Augustinus (354 – 430) Eros ve Agape mefhumlarının bileşimi olan Caritas isminde yeni bir sevgi mefhumu oluşturdu. Augustinus gençlik yıllarında Eros’a kıymet veren Yeni Platoncu öğretinin takipçisiydi. Fakat kendisini sıklıkla şehvetin ve kontrol edemediği geçmiş hatıraların zincirine bağlı bulduğu için şehvet ve arzuları Eros’un gururuna ve kendine yeterliğe atfetti. En meşhur eseri olan Tanrı’nın Kenti’nde şöyle yazar: “Tanrı’nın oğlu, insanın gururunu iyi etmek amacıyla ona mütevazı olmayı öğretmek için yeryüzüne indi.” (Augustine, Book VIII, 7th Chapter, 1994: 273) Ve devam eder: “…Bundan dolayıdır ki tevazu Tanrı’nın Kenti’nde ziyadesiyle tavsiye edilir.” (agy.) Hristiyan maneviyatı tevazuu (humilitas) yani İsa Mesih’i vurgular. Augustinus gururun ilacının Tanrı’nın sevgisi ya da Caritas olduğunu düşünüyordu. Peki ama Tanrı nedir? “Tüm insanlar Tanrı’yı tüm varlıklar arasında en üstün, en güzel… ebedî, bilge, iyi… ve hakiki varlık olarak görür… O hayatın kendisidir, saf sevgidir ve olan her şeyin kaynağıdır: Tanrı… en üstün İyidir (Summum Bonum) (Augustine, II. note, I. Book, 8. Chapter, 1994: 524) Bundan dolayı arzu ve şehvet yaratılmış bir canlının alametidir. Tanrı arzusuzdur ve kendisine bağlı yaşayan diğer varlıkların aksine o kendi için ve kendi yoluyla yaşar. Tanrı’nın yarattıklarıyla Yaratan arasındaki temel fark sonsuzluk ve zaman arasındaki metafizik farkta yatar. Yaratılanlar değişimin, dönüşümün dünyasına aittir; Tanrı’ysa ebedî ve değişmezdir. Lakin Caritas sadece bunlarla ilgili değildir çünkü Augustinus sevgiyi iyi/manevi/ılımlı olanla kötü/maddi/aşırı sevgi olarak ikiye ayırır. Yani Augustinus arzulanan nesneye göre iki kentin sakinlerini de ayırır. Tanrı’ya/Caritas’a bağlı ve saf (manevi/ılımlı) bir hayat süren insanların bulunduğu Tanrı’nın kenti ile insanların Cupiditas’a bağlı olarak şehvet, arzu ve tamah ile dolu bir hayat yaşadığı dünya kenti.
Saray (trubadur) aşkı, şiirlerini 1100’lü yıllarda yazmış olan Akitanyalı IX. William’la (1071-1127) ortaya çıkar. Trubadur aşk şiirinin (yüksek sosyeteden bir hanımı öven bir aşk şiiri çeşidi olan) canso’da ifade olunduğu gibi asıl muharriki saray aşkının ulaşılamaz bir nesnesi –bir hanım- için duyulan karşılıksız aşktır. Saray aşkı mefhumu, sadece ekonomik ve siyasi menfaatlere dayanan Orta Çağ’ın feodal aristokratik evliliğin krizine karşılık olarak doğdu. Krallar ve şövalyeler evliliği sadece bir sözleşme ve – (içinde şahsi hislerin ve tercihlerin olmadığı) soylu aile ağacını sürdürmek için – erkek çocuklar dünyaya getirmek olarak görüyordu. Saray aşkı bu bahsettiğimiz evlilik işlevine karşıydı: toplumsal kodlar, ayrıcalıklar, menfaatler ve getirileri umursamayan iki kişiyle ilgiliydi. Bu kişiler tutku, acı ve daha fazla tutku istiyordu. “Trubadurların tarihsel değeri aşkı kendi kendisinin temeli olarak yüceltmeleridir: bu kişiler aşkı kendi başına bir kategori, değerini başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadan kendisinden alan bir erdem olarak değerlendiren ilk kişilerdi. Bir trubadur aşkını, bir hanımı güçle fetheden şövalyenin gücüyle kanıtlamak zorunda değildi; aşk yeterliydi.” (Novak, Love From the Distance, 2003: 202-203) Trubadurlar bir erkekle kadın arasındaki ilişkinin (tutkulu trajik aşk olsa da) gerçek aşka dayanmasını, cinselliğin de sadece haz ya da üreme değil de gerçek aşk temelinde olmasını talep eden ilk kişilerdi. Saray aşkının en meşhur şiiri Tristan ve İsolde hakkında olandır. İki ruh arasındaki kuşatıcı, gizemli ve tutkulu trajik aşk; dâhil olan kişilerden daha büyük çılgın bir aşk.
Erkek ve kadının birbirini tercih ve zevklerine göre seçtiği romantik aşk kavramını ortaya atan ilk Batılı düşünür Jean-Jacques Rousseau (1712 – 1778) oldu. Rousseau’ya göre bir erkek ve kadın, kalplerinde birbirlerine karşı değiştiremedikleri bir şey hissettikleri zaman bu aşklarını evlilikle mühürlerler: “Dünyanın aynı resmini paylaşıyoruz… dünya hakkında aynı görüşe sahibiz. Kalplerimizde paylaştığımız şeyi inançlarımızda ve yargılarımızda da paylaştığımıza niçin inanmayayım?” Bu fikir Rousseau’yu Julie yahut Yeni Heloise kitabında yazdığı gibi, birbirine çok âşık iki kişinin “Ruhlarımız aynı bizim ve biz tek ruhuz.” hissini taşıyacaklarına inanmaya yöneltti. (Rousseau, Julie yahut Yeni Heloise, 1. Kitap, 1943) Bu his âşıkların gözlerini açıp kaderlerinin “maddi durumlarının, geçmişlerinin ve ailelerinin farklılığına rağmen birbirine bağlı” olduğunu fark etmelerini sağlar (age). Peki, evlilik nedir? Emile ya da Eğitim Üzerine isimli kitabında Rousseau, Emile ve Sophie’nin aşkını ve evliliğini anlatır. Rousseau Emile ve Sophie’nin hikâyesine onların üzerine düşenin, gerekli olan tüm fiziki, hissî ve ahlaki özellikleri geliştirmeleri olduğunu ve cinsiyeti (yani cinsel organları) haricinde kadının erkekle her konuda aynı olduğunu – cinsel organları hariç aynı organları vardır ve aynı ihtiyaçlara ve yeteneklere sahiptir – söyleyerek başlar. Cinsiyet farklılığından dolayı Rousseau, doğal düzende kadının erkeğin tamamlayıcısı olduğu ve bunun da erkek ve kadının evlilikte bir araya geldiği ahlaki ve sosyal bir düzende aksetmesi gerektiği çıkarımında bulunur. Erkek ve kadın farklı yollardan, kendi araçları, yetenekleri ve katkılarıyla aynı amaca hizmet ederken “doğa” argümanından erkeğin kadından üstün olduğu (olması gerektiği) anlamını çıkarır. Rousseau bu çıkarıma dayanarak cinsiyetler arasındaki ilk ahlaki farkı sunar: bir erkek aktif, aydınlık, güçlü, lider, gururlu ve duhul edendir. Kadınsa pasif, karanlık, duhul edilebilen, zayıf, takipçi, alçakgönüllü, nazik ve büyüleyicidir. Bir erkek der Rousseau, daha ziyade baş (akıl, idrak, bilgi) ve tinle alakalıdır; kadınsa daha çok kalp, beden ve sezgiyle uyum içindedir. Fakat erkek kadın üzerinde mutlak güce sahip demek değildir bu, çünkü Rousseau erkeğin de kadına boyun eğmesi ve onu memnun etmesi gerektiğini, aksi hâlde birlikteliklerinin sona ereceğini söyler. Bir erkek ve kadının evliliğinin devam etmesi için her iki taraf da mutlu ve mutmain olmalı, iki tarafın da istekleri ve arzuları dikkate alınmalıdır. 18. ve 19. yüzyıllarda ve belli ölçüde 20. yüzyılın ilk yıllarında da oldukça etkili olmuş Emile ya da Eğitim Üzerine kitabını bir çeşit evlilik rehberi olarak okuyabiliriz. Aralarındaki cinsiyet eşitsizliğine rağmen buradaki iyi haber Emile ve Sophie’nin Batı aşk tarihinde, evlilikleri kendi gerçek hislerine, duygularına, ilgilerine ve tercihlerine dayalı şahsi seçimleriyle kurulan ilk romantik çifti temsil etmesidir.
Sigmund Freud (1856 – 1939) aşkın temel modelinin erkekle kadın arasında değil, Cinsellik Üzerine Üç Deneme kitabında yazdığı gibi anne ve çocuk arasındaki ilişkide aranmasını öneren ilk Batılı düşünürdür. Arzunun ve özlemin doğuşu, daha sonraki tüm ilişkilerin bir kalıbı görevi gören (anne ve çocuk arasındaki) kaybedilmiş bu kökensel ilişkiye şahitlik eder. Freud bu sonuca kendisine âşık olan hastalarıyla yaptığı seanslar aracılığıyla ulaştı. Freud burada, bu kimselerin aslında kendisine âşık olmadığını, babalarına olan kökensel bağlılıklarını kendisine aktardıklarını fark etti. Bu yüzden aktarım aşkı, onun çocuksu kalıbının tanınması demektir, ki biz bu kalıbı şimdiki ilişkimizde değişen derecelerde tekrar etmeye (ya da reddetmeye) çalışırız. Freud’a göre ebeveynlerimizle (özellikle annemizle) olan bu ilk ilişki şu özellikleri gösterir: I) Bütünlük ve dışlayıcılık (anne ve çocuğun birliği). Bu fiziksel ve duygusal birlik hissi ilişkide daha sonraki bir dışlayıcılık arzusunu doğurur (ve bununla birlikte sahiplenme, kıskançlık, kızgınlık ve kısmi utanç ve suçluluk hislerini). II) Kayıp. Doğumdan sonra yukarıda belirttiğimiz bütünlük yitirildiğinde ve özellikle de (onun aracılığıyla her birimizin belli bir rolü ve kimliği edindiği) dile girişle birlikte daha sonraki ilişkilerimizde tekrar etmeyi istediğimiz ama edemediğimiz bu kayıp bütünlük ve birlik için duyulan arzu ve özlemle yüzleşiriz. Bu yüzden birçok kişi doğru kişiyi bulamadığı hissiyle baş başa kalır. III) Güç. Çocuk dile girdiği ve kimliğini edindiği zaman anne-çocuk ilişkisi değişir ve vermeyi, almayı, reddi, affı ve telafiyi de içermeye başlar. Annenin talepleriyle büyüyen çocuk arasındaki etkileşim çocuğun daha sonraki gelişiminde ve onun diğer insanlarla kuracağı ilişkilerde büyük bir etkiye sahip olacaktır. Freud, bunlardan yola çıkarak aşkın ve başarılı ilişkilerin dürtü (haz) ve arzu arasındaki içsel çatışmanın çözümüne bağlı olduğunu düşündü. Freud’a göre dürtü ve arzu arasındaki içsel çatışma cinsel dürtü ve aşk arzusu arasındaki ayrımda yatıyordu. Diğer ayrımlar bilinç ve bilinçdışı; ego, id ve süperego ile varoluşumuzun duyusal, cinsel ve duygusal boyutlarıdır. Ve dürtü hayvani bir içgüdüden başka nedir? Freud bir dürtü (haz) ve aşk ilişkisinin başlangıcını, yukarıda da belirttiğim gibi anne-çocuk ilişkisinde bulur. Arzu, annemizle sahip olduğumuz ilişkiyi yeniden yaratmak istemektir. Haz da tecrübe ettiğimiz bedensel hazlarla ilişkilidir. Freud ayrıca dürtüyü (dürtüleri) kısmi olarak adlandırır çünkü bu dürtüler göğüsler, kulaklar, cinsel organlar gibi belli uzuvlara bağlıdır. Freud bu dürtülere oral, anal ve fallik dürtüler adını verir, çünkü bunlar belli insani işlevlerle ve çocuğun psikoseksüel gelişim aşamalarıyla ilişkilidir ve tüm bu dürtüler iki esas (birleştirici) dürtüde toplanabilir: Eros ve Thanatos. Eros ve Thanatos’un (Empedokles’in Sevgi ve Uyuşmazlık’ı) tanımlarına gelince, Eros farklı elementlerin birliğini sağlar ki böylece ayrılık olmaz. Thanatos ise aksine bir dağılma süreci, bir patlama ve biriken gerilimi boşaltan büyük patlamadır. Bir taraftan bireyin ayrı ve bölünmüş bir varlık olarak yaşamı vardır, öbür taraftansa tekil varlığın ötesinde olan ve bir topluluğun, daha büyük bir birliğin parçası olarak yaşam vardır, ki bu ikisi bir noktada buluşabilir.
Şunu söyleyerek bitireyim. Platon’un Symposion’da söylediği ve sürekli unuttuğumuz gibi her çağda çeşitli ve birbirinden farklı sevgi kavramları bulunur (bugün her zamankinden de daha fazladır) ama genellikle bu kavramlardan biri yaygınlık kazanır. Platon bunun niçin böyle olduğuna dair bir açıklamada bulunmadı ama ben bunun, belli bir dönemde belli bir sevgi kavramına daha elverişli olan genel sosyal koşullar sebebiyle olduğunu düşünüyorum.
* Dr., felsefeci, sanatçı, eğitimci. Slovenya