EVDE OLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Selman Bayer

    Bizde “eve dönmek” Yahya Kemal’le başlar. Yahya Kemal I. Dünya Savaşı arifesinde Fransa’dan döner ve tarihteki Türklüğün tezahürüne yoğunlaşır. Bu dönem sadece yeni Türk şiirine değil, o şiirle sınırlarını çizmeye çalıştığı vatan, millet, tarih kavramlarının yeniden yoğrulduğu dönemdir. Tam da bu sebeple Tanpınar onu “eve dönen adam” olarak tavsif eder. Yahya Kemal bizim ilk eve dönen adamımızdır. Ondan sonra da bu metaforik dönüş az ya da çok hemen her yazarın hayatının belli bir dönemi için söz konusu olmuş, biyografilerinde, en azından, ayrı bir başlık olarak yerini almıştır. Peki bu eve dönüş nedir, kim eve döner, ev nedir, neresidir?

    Nurdan Gürbilek’in İkinci Hayat’ında eve dönüş metaforuna yönelik epey dikkat çeken bir eleştiri mevcuttur. Elbette bunu Fırat Mollaer’in Birikim’de yayınlanan Eve Dönen Adamlar: Yerlici Mitolojinin Eleştirisi yazısındaki isabetli tespitine dayanarak, Türklüğün sağında konuşlanan yazarlar üzerinden incelemeye çalışır. Mollaer, eve dönüşün anatomisini Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç, Necip Fazıl isimleri üzerinden yaparken Gürbilek buna biraz daha çeşni katar. Neticede her iki isim de “eve dönüş”ün kimin uhdesinde olduğunu, nasıl bir mahiyete sahip olduğunu anlamaya çalışır.

    Kısaca ifade etmek gerekirse, eve dönüş, günümüz Türkünün yerli ve millî bir dona bürünmesidir. Dünyaya cevap vermek için kerteriz noktası olarak, muğlak bir tanımlamayla da olsa, tarihi seçmesidir. Pergelin ayağını oynak bir zeminde sürekli değişen tanımlarla daha da büyüyen muğlak bir geçmişe yerleştirmesidir. Eve dönüş, Yahya Kemal’in Fransa dönüşünde peşine düştüğü tarihteki Türklüğün serpilmesine, etlenip butlanıp şiirden kültüre, siyasetten, edebiyata kadar her alanı kuşatan büyük bir dönüşüme gönüllü olabilmektir. Bütün bu izahatın neticesinde ev de ebedî dönüşün muhayyel menzili olur. Her türlü hayalin boca edildiği, yer yer metafizik, yer yer sosyolojik, yer yer estetik rüyalar sandığı oluverir.

    Nurdan Gürbilek işte bu sandığı kurcalar. Eleştirisini Mollaer’in saydığı isimlerin yanına Hasan Ali Toptaş, Latife Tekin gibi bu izlekte akla gelmeyecek isimleri ekleyerek kurar. Yahya Kemal’le başlayan incelemenin popüler televizyon dizisi olan Çukur’la bitmesi manidardır. Gürbilek iyi terbiye ettiği öfkesiyle evi didik didik eder, dört bir yanını dolaşıp mahiyetini anlamaya gayret eder. “Muhafazakârın ölmek bilmeyen düşü: Bir çatlak yokmuş, hiç açılmamış gibi, dünün darbesi bizi başkalaştırmamış gibi hep aynı eve dönmek. Borcu arzuya dönüştürmek. Köyünü unutamayan adam!” Burada Gürbilek’in hıncı fazla kaçmış bir ironiye sığındığı aşikârdır. Sağın sıklıkla dile getirilen sığlığını tekrar ederken son zamanların popüler bir ithamını da devreye sokar: Köylülük. Köylülüğün hayaleti bu son cümlenin şahsında bütün muhafazakârlığın etrafında dolaşıyor gibidir. Nurdan Gürbilek sandığın altını üstüne getirirken bir evin olmadığını ve eve dönüşün aslında başka bir kaçış olduğunu gözümüze sokar.

    Gürbilek ve Mollaer’in işaret ettiği zaviyeden bakıldığında eve dönmek aslında bir komplekse teslim olmak, yenilgiyi kabul etmek demektir. Entelektüel alanda yapılan hurucun başarısız sonuçlanması sonrası tatlı bir teselliye sığınmak, rüyalarla bezenmiş bir sığınağın kucağında sükûn bulmaktır. Bu büyük oranda doğrudur. Peki bunun tam tersi mümkün müdür? Ev mütemadiyen tezyin edilen bir hayalin değil de, inatla görmezden gelinen bir gerçekliğin temsili olamaz mı? Peki ya ev gerçekten varsa ve bir rüyanın, hayalin aksine gerçekliğin temsili olarak anlaşılmayı bekliyorsa? Burada peşinden gideceğimiz soru tam da bu olacaktır.

    Fırat Mollaer mezkûr yazısında “Yahya Kemal’in döndüğü ‘ev’ neresidir?” sorusuna cevap ararken çok emin bir şekilde “‘Ev’in salt fiziksel yer ve bulunuş olgusuna işaret etmediği aşikâr,” diyerek yola çıkar. Ona göre ev, ülke, vatan, ulus, devlet, kültür ya da dil olabilir ama kesinlikle dört duvar olamaz. Gürbilek ya da Tanpınar için de, eve dönüş meselesini konu edinen başkaları için de böyledir. Kutsal eleştirinin ruhbanları olarak alelade bir dört duvarı tefekkürün, yazının konusu hâline getirmeleri de beklenemez. Hâliyle evin o sığ ilk anlamını hemen devre dışı bırakmak icap eder. Fiziksel varlığıyla, dört duvardan ibaret olan ev tabiri caizse aynı karede bulunmamaya imtina edilen ama kendisini mevzubahis etmekten, sembolleştirmekten ve önemlisi varlığına sığınmaktan çekinilmeyen bir utanç-varlıktır. O yüzden sadeliğine katlanılamaz ve sürekli birtakım kutsallıklar atfedilir. Gürbilek’in tespitiyle, ev, Namık Kemal’in “vatan”ı, Cemil Meriç’in “ülke”si, Orhan Kemal’in “toprak”ı, Nazım Hikmet’in “memleket”i ya da Tanpınar’ın “coğrafya”sıdır. Bu aslında bir kayboluştur. Evin kaotik bir muhayyilede kaybolmasıdır. Nurdan Gürbilek de, “Bugün yazarın böyle bir yeri yok artık.” derken bu kayboluşu işaret eder. Hâliyle ev kaybolunca çağrılacak bir yer de kalmaz. Yorgun bir metafora dönüşen “eve dön” çağrısı da anlamını kaybeder.

    Bu anlamda muhafazakârların bütün prematüre retoriklerine rağmen dönecekleri ya da çağıracakları herhangi bir yerleri yoktur sahiden. Huzursuz bir boşalmayla büzüşen “eve dön çağrısı” gerçekten de yersiz ve anlamsızdır. Pragmatik siyasetin hizmetine koşulan güdük bir ideolojinin kâtip odasından öte bir anlam ifade etmez. Yahya Kemal’den Necip Fazıl’a, Cemil Meriç’ten muhafazakâr panteonunun yol bilmez müntesiplerine uzanan çizgide bu anlamsızlığın her bir safhasına şahit olunur. Şunu da söylemek icap eder. Bu anlamsızlık dönülecek bir evin yokluğundan ziyade büyük bir sorunun varlığından kaynaklanır. Sorun yalnızca entelektüel bir farkındalık ve yabancılaşmayla değil bizatihi fiziki ve maddi imkânların etkisiyle beslenmektedir. İrrasyonel ve hesapsız bir kaçışın yorgun şafağında ortaya çıkan ve bereketsiz bir nedametle tahnit edilmiş poli-estetik bir çağrının ürünüdür. Bulaşıcılığı oranında da topyekûn bir toplum sorunu hâline dönmüştür. İyi inşa edilmiş teorik zemini bırakın gerçekliğe ulaşan bir izdüşümü dahi yoktur. Gürbilek’in ifadesiyle, bugünün muhafazakârları, gerçekten de evsizdir.

    Elbette bu, muhafazakârlardan bağımsız olarak, bir evin olmadığı anlamına gelmez. Hatta tam da bu yüzden eve dönmek metaforu üzerine düşünürken eve farklı bir zaviyeden bakmak icap eder. Yani, Mollaer’in bir çırpıda elediği o fiziksel imkânı yeniden yoklamak gerekir. Neticede, üzerine bocalanan bütün anlamlara rağmen, ev hâlâ var. Hayatını bir edebî metne döndürmek isteyen insanlar dahi, henüz metinler arasında yaşayabilecekleri bir hayat imkânı bulamadı. Kimse geniş bir cümlenin gölgesinde yaşamıyor, büyük bir paragrafta konaklamıyor. Yani gerçeklik tüm sadeliği ve görkemiyle orada o kuru açıklıkta duruyor. Burun kıvırdığımız, anlamı üzerine düşünmediğimiz ya da bütün suçları üzerine yıktığımız bir gerçeklik olarak anlaşılmayı bekliyor. Bu gerçeklikle beraber düşünüldüğünde az evvel zikredilen yokluk bir görme bozukluğundan ibaret kalıyor. Evet, bugün, ilk anlamıyla hayatına devam eden evin en temel sosyolojik ve biyolojik şartların gereği bir soluklanma yerinden öte bir manası yoktur. Lakin bu, yukarıda da izah edildiği gibi evin metafizik bir yüklük olarak yıpratılmasından ötürüdür. Bu dört duvarın inatçı soğukluğu; bütün edebiyatın, sosyolojinin, siyasetin yarattığı anlamlar anaforuna olan mesafesi reddedilemeyecek kadar ortadadır. İçinde doğduğu, yaşadığı, olduğu yerin kilometrelerce uzağında olsa dahi neticede akşam başını sokacağı bir dört duvarın varlığı insana hiç de küçümsenmeyecek bir emniyet imkânı sunuyor, sunacaktır. Bu evin korkularla, canavarlarla, endişeyle kuşatılmış olması dahi bu sınırın etkisini yok edemez. Evin yolu kaybedilmiş, eve dönüş imkânı kalmamış olabilir. Yine de ev vardır, hâlâ oradadır. Gerçekliğin soğuk aralığında anlaşılmayı beklemektedir.

    Hâlâ orada, o açıklıkta duran evi, Heidegger’in, Zollikon Seminerleri’nde ileri sürdüğü otantik yaşantı ve Nietzsche’nin Ecce Homo’daki amor fati kavramları bağlamında da değerlendirebiliriz. Muhafazakâr tevilin alacakaranlığında kaybolup giden dönüşü değil, evin yeniden fark edilmesi de ancak böyle mümkündür. Otantik yaşamın olanaklarına açık olmak ve içinde bulunduğun hâl ve şartı önyargısız kucaklamak evin üzerindeki bulutları dağıtabilir.

    Bilindiği gibi, Martin Heidegger Zollikon Seminerleri’nde, düşünen insanın en büyük korkusunun “sonluluk” olduğunu söyler. İnsanı fazlasıyla zehirleyen bu korku neticesinde bir kaos ortaya çıkar. Bu kaos artık hedefsiz ve menzilsiz bir harekete dönüşür ve kaçışı da anlamsızlaştırır. İşte Heidegger tam da burada insanı otantik yaşama açılmaya teşvik eder. İnsana doğayla, insanlarla ve kendisiyle kuracağı otantik bir ilişkiyi salık verir. Fazlasıyla yoğun bir entelektüel ameliyeye, tabiri caizse, düçar olmuş insana zanaati önerir. Zanaati yani hep gündelik hayatın içerisinde kalmakta ısrar eden o asil ameliyeyi. Heidegger’e göre insan birçok hayatı yaşamak ister, lakin tek bir hayatı yaşayabilir. İşte o hayat da bütün gerçekliğiyle otantik yaşantıdır.

    Friedrich Nietzsche ise meşhur eseri Ecce Homo’da insanın kaderiyle olan ilişkisini tartışır. Yaşananlardan ve yaşanacaklardan bir kaçışın olamayacağını baştan kabul eder. “Yalnızca ıstıraptır ruhun nihai kurtarıcısı. Bu tür bir ıstırabın bizi daha iyi bir hâle getireceğinden şüpheliyim; ancak biliyorum ki bizi daha engin kılacaktır,” diyen Nietzsche, bu anlamda, fazlasıyla gerçekçidir. Lafı eveleyip gevelemez. Mert bir tonda konuşur. Kaçınılmaz olanı sevmeyi denemek gerektiğini söyler. Tam da burada o meşhur kavramını cepheye sürer. “Benim için insan yüceliğinin formülü Amor Fati’dir,” der ve devam eder “insanın hiçbir şeyi geçmişte, gelecekte, sonsuza dek başka türlü istememesidir. Zorunluluğa yalnızca katlanmak, hele onu gizlemek yetmez -her türlü ülkücülük zorunluluğa karşı bir aldatmacadır-, iş onu sevmekte.” Filozofumuz, elbette burada kadercilik yapmaz. Sadece ezelî döngüye rıza göstermeyi tavsiye eder. Tabiri caizse çileci bir gerçekçiliktir Nietzsche’nin önerdiği. Mazoşist, romantik ya da idealist bir tavır değildir. Daha ziyade yüksek bir insani tercihten dem vurur. İnsanı yüceltecek olan da bu tercihtir. İyinin ve kötünün ötesinde insanı bekleyen, işaret eden bir bilgelik ancak böyle mümkündür. Bu bilgelik, nosyonunu geleneksel dinlerden alan kaderci bir teslimiyet değildir. Rahatlıkla, insanın mutlak yalnızlığına rıza göstererek kayıtsızlığı bayrak edindiği bir isyan olarak da okunabilir. Evet kayıtsızlık da bir isyandır. Kendi gücünü gören insanın elindekilerle gerçekleştirebileceği en iyi isyan! Kader, insanın zorunluluğudur. Nietzsche, kadere karşı mücadele etmenin gerçeğe yüz çevirmek olduğunu söylemektedir. Bazen mücadele gerçekten kaçıştır. Teslimiyet ise en büyük mukavemet.

    İşte ev en otantik hâliyle bu gerçekliği temsil eden mekândır. Gurbette de olsanız, evinizin sınırları içerisindeyseniz kendiniz olursunuz. Bundan kaçış yoktur. Teslimiyet vardır. İnsanın kendisini kaybetmesi mümkündür. Fakat kendisinden kaçması mümkün değildir. O hâlde ev, dört duvarlı gerçekliğiyle insanın ta kendisidir. Kokusu, öfkesi, kini, kompleksi, neşesi, vandallığını orada yaşar; en beşeri, en otantik hâliyle orada var olur. İnsanın, felsefenin, edebiyatın kayıtsız kaldığı kuru gerçekliği oradadır. Orada yazar, orada okur, orada saçmalar, hatta en temel insani ihtiyaçlarını dahi en rahat orada giderir. Bu çoğu zaman küçümsenen bir gerçekliktir. Oysa insan bununla birlikte insandır. İbrahim Ethem’in elini göğe uzattığında elinde beliren elma gibi cennetten gelmiştir ama dünyanın kıyafetine bürünmüş hâliyle arzı endam eder. Hâliyle o gerçekliğe önünde sonunda dönülür ama çoğu zaman fark edilmez.

    Hem Nietzsche hem Heidegger entelektüel ameliyenin yıpratıcı yoğunluğu ve sonuçsuz mesaisiyle ihmal edilen, küçümsenen bu gerçekliğe vurgu yapar. Bu vurgu, mükemmelen dizayn edilmiş kurgusal düşünceyi yarmaktır. İnsanın sonluluğu ve acziyetini idrak ederek düşünceye yeni bir yön vermek ya da sınırlarını hatırlatmaktır. Bu çağrının entelektüel büyülenmeyi ya da büyüklenmeyi önleyecek, sağaltacak bir şifayı içerdiği aşikârdır. Bu şifa gerçekliğin bağrındadır. İşte bu gerçekliğin temsil edildiği yer, mekân evdir.

    Eve dönmek, eve dönüşü kutsamak ya da telin etmek çok zamandır bir entelektüel âdetidir. Lakin evi fark etmek, onun gerçekliği üzerine düşünme çağrısına pek tesadüf edilmez. Bugün evin, yani dört duvarın, biraz da entelektüel yoğunluğun etkisiyle bütün bedeninden sıyrılıp metafizik bir kavrama dönüştürülmeye çalışıldığı aşikâr. İster edebiyat, ister felsefe her ne alanda olursa olsun bu dönüştürme esnasında evin hakkı yeniyor. Ev, otantik hâliyle, insanlıkla değil, insanlarla beraber anlam kazanan bir olgu çünkü. Bunu izah etmek için Odysseus’un hikâyesine bakmak yeter. Odysseus, aslında onu Odysseus yapan hikâyeyi evden çok uzaklarda yaşar. Eve döndükten sonraki hayatı bütün hayatına oranla hem daha kısadır, hem daha sıkıcıdır. Evin sadeliği böylesi bir sıkıcılıkla mahfuzdur. Bütün bir yaşantının hülasa edilerek bir insanı kemale, sükûnete ulaştıran öze dönüşmesi bu evde mümkündür. Ev yaşantının keyfinin sürüleceği, hesabının kapatılacağı yerdir. Hiç şüphesiz hıncın zehri olduğu kadar panzehridir de. Bugünkü edebiyatın yaptığı şey biraz da bu evi çarpıtmak ya da büyüleyici bir metafiziğe kurban etmektir.

    Tam da bu bağlamda, yazıyı büyüsünden arındırmak eve dönmüş olmanın gerçekleşmesidir.

    Evin başındaki başka bir bela da kapitalizmin ta kendisidir. Onca savaşın, kıtlığın, felaketin, yoksulluğun yıkamadığı bu dört duvar belki de en çetin savaşını kapitalizmle veriyordur, evet. Yine de varlığından endişe edecek bir karamsarlığa yer yok kanaatindeyim. Çünkü ev öylesine gerçektir ki, kökleri içinde barınan insanı “Akdeniz güneşinde birdenbire her şeyi yapmacık buldu”racak kudrete sahiptir. Varoluşun derinliğine uzanan felsefi tartışmanın neşeli bir çocuk sesiyle anlamsızlaşmasına sebep olabilir ya da Gılgamış’ın heyecanlı kavgasını beklenmedik bir elektrik kesintisiyle yarıda bıraktırabilir. Gerçeklik çoğu zaman oyun bozandır. Edebiyat ya da felsefe de bütün görkemine rağmen en çok da sahih bir gerçeklikle karşılaştığında çaresizdir.

    Aslında burada bile kurgudan gerçeğe yönelen çarpık bir bakış söz konusudur. Dört duvarın değersiz görünebileceği yer edebiyatın, felsefenin zaviyesi değildir. Bilakis yine başka bir dört duvardır. İnsanın dört duvardan ibaret olan bu sadeliği özümsemesi mümkündür, lakin bundan evvel yapması gereken bir arınma süreci vardır yada Tanpınar’ın yaşadığına benzer şok edici bir aydınlanmada ısrar etmesi gerekir. Yoksa Sisyphos’un lanetine benzer bir lanetle ömür boyu süren “eve dönüş” mitinin içerisinde yuvarlanır durur.

    Bu yüzden her hâl ve şartta gerçekliğe yönelmek elzemdir. Gerçeklik bizim varlığımızdır. Varlığımızın en çıplak hâliyle bulunduğu yer de evdir. Evet, dört duvarı olan, fiziki gerçekliğiyle bedenlerimizi kuşatan evdir. Evi unutursak varlığımızı da unuturuz. Heidegger’in dediği gibi “Eğer bizler varlığımızı unutur, onu hatırlamazsak, kendi kökenimizden koparılırız. O sebeple varlığımızın kökenindeki yapımızı hatırlamalı, ona şükretmeliyiz. Kendi ölümünü düşünmeye cüret eden herkes, kendisini varlığın bir olayı olarak keşfeder. Bu keşifse zaten Dasein’ın kendi kendine ulaşabileceği en yüksek kendine şeffaflık düzeyidir.”