MANŞETLERİN ÖTESİNDE TİMBUKTU: İSLAMİ İLİMLERİN ZENGİN BİR GELENEĞİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Shamil Jeppie*

    Tıpkı “Kaf Dağının ardında” deyimi gibi, bazı dillerde de “oradan ötesi Timbuktu” deyimi vardır. Bu deyimi bilen okurlar, aynı zamanda böyle bir yerin gerçekten var olup olmadığını da merak ederler. Fakat, Sahra Çölü’nde son yıllarda yaşanan olaylar hakkındaki haberler, “karanlık kıta” sözünü ya da ifadesini duymuş kişiler için ya da 19. yüzyıl kâşiflerinin o yer üzerine yaptığı keşifleri okumuş olanlar için bir kez daha Timbuktu’nun haritadaki yerini sabitledi. Timbuktu, Mali Cumhuriyeti’nde bulunan ve genelde kerpiç binalardan ve dar kumlu sokaklardan oluşan küçük bir kent. Sahra’nın güneybatı kısmında, Nijer Nehrinin kıvrıldığı yerin 15 km açığında. Son on yılda, uluslararası medyada manşetlere çıktı, bunun sebebi de binlerce km kuzeyde başlayan olayların etkisiydi: “Arap Baharı” isyanları 2010 yılının sonunda Tunus’ta başlamış, daha sonra 2011 Ağustos ayında komşu Libya’da Kaddafi alaşağı edilmişti. 2012 yılının ortasında, genç isyancılar kenti zapt ettiler, çöl bölgelerini yönetmede son derece kabiliyetsiz olan merkezî yönetime karşı uzun zamandır kin besleyen eski bir hareketten kopup gelmişlerdi. Keşmekeş içindeki bir Libya’dan gelen ağır silahlarla teçhizatlanmışlardı ve hem cesareti kırık hem de kötü teçhizatlı Mali ordusuyla bir hafta mücadele edip bölgeyi ele geçirmişlerdi. Timbuktu’ya ulaşmak artık bir zaman meselesiydi. Timbuktu’nun düşmesi stratejik ve simgesel bir kazanç hâline dönüştü. Ölümcül olaylar çok yaşanmadı. Birçok insan hemen kaçtı, kalanlar ise korku içinde yaşadı, bazı gençler de ya sırf meraktan ya da hayatta kalmak için isyancılara katıldı. 2013 Ocak ayında Fransız ordu güçlerinin yürüttüğü bir operasyonda isyancılar nihayet sürüldü. Birkaç gün sonra, Mali’yi bir zamanlar sömürgeleştiren ülkenin cumhurbaşkanı muzaffer bir edayla kente girdi, sömürge döneminde Paris’te bir gazetede yayınlanan bir sahne gibiydi. Fransız Cumhurbaşkanı Hollande ve Malili meslektaşı, Timbuktu’nun “kurtarıldığını” ilan ettiler. Kuzeybatı Afrika’da geçen bu fırtınalı zamanlar hakkında başka bir şey bilmesek de isyancılar hakkında söylentiler ve bazen muğlak tasvirler yayılmaya başladı; o yerdeki mübarek zatların yüzlerce yıllık türbelerini mahvediyorlar ve değerli eski elyazmalarını meydanlarda yakıyorlardı, zira yıkmaya meyilli barbarlardı.

    Ancak, Timbuktu’nun kurtarılmasından kısa bir süre sonra, kahramanlık gayretlerine dair yeni hikâyeler yayıldı, aile elyazması koleksiyonlarının yerel sahipleri, görece güvenli bir yere yani 800 km ötedeki başkent Bamako’ya kitapları gizlice taşımışlardı. Fakat kitap yakma görüntüleri yayınlanmıştı ve defalarca tekrarlanmıştı (hatta şimdi bile devam ettiğini söyleyebiliriz). Bir sonraki tahliyede kitap koleksiyonları nakledilecek ve bu tahliye isyancıların burnunun dibinde gerçekleşecekti. Medyadaki bir başka görüntüden öğrendiğimiz üzere, yüzlerce, belki de birkaç bin metal sandık, elyazmalarıyla dolduruldu ve gece karanlığında uzaktaki başkente gönderildi. Timbuktu’nun kitap severleri yaşamlarını tehlikeye attılar, isyancıları kandırdılar ve hazinelerini kurtardılar. Bunların hepsi, isyancılar püskürtülmeden önce oldu. Bölge üzerine çalışan bir avuç tarihçi dışında, Timbuktu’da uzun bir entelektüel kültür tarihi olduğunu o vakte kadar kimse bilmiyordu; birçok konuyu kapsayan binlerce eski kitap varmış, hepsi elle yazılmış, yöredeki aileler de sınıflanmamış geniş kitap koleksiyonlarına sahipmiş. Hem bölgenin hem de kitap üretimi ve koleksiyonu mirasının ve böyle faaliyetlerin anlamının medyada kapladığı yer çok kısıtlıydı. Avrupa ile ilk temastan yani 19. yüzyılın sonundaki sömürgecilikten çok uzun zaman önce tesis edilmiş Afrika’daki kitap kültürüne dikkat çekmek için illa böyle bir kriz mi çıkması gerekiyordu? Bu bölgelerde matbaanın yayılması için kitapların önce yakılması sonra kurtarılması mı gerekiyordu? Mevcut elyazmaları, İslami disiplinlerdeki tüm yelpazeyi kapsıyor, bu elyazmalarını incelemek de çok güzel. Çok küçük bir tarihçi grubu, elyazmalarının içeriklerini inceledi, ancak yerel ve bölgesel batı Afrika tarihi hakkında ne söylediklerini teşhis etmek için çok daha fazla incelemeye ihtiyaç duyuluyor, çünkü bunların içinde belirli yerel sorunları işleyen çok fazla fetva (Maliki âlimler, fetva yerine nevazil kavramını kullanırlar) var.

    Timbuktu yüzyıllar boyunca Sahra Çölü’nün bir köşesindeki gerçek bir yerden ziyade ulaşılmaz ve uzak bir yer olarak zihinlerde kaldı. Henüz 14. yüzyılın başlarında güney Avrupa’da “Timbuktu” kelimesinin versiyonları biliniyordu (Abraham Cresques’in 1325 tarihli haritasında Tenbuch diye geçer ve Batı Afrika’da müreffeh bir yer olarak gösterilir). Kristof Kolomb Atlas Okyanusu’nu geçmeden önce, Afrika içlerinde altın ve başka değerli metallerin bulunduğu geniş havzalar olduğuna dair fikirler, güney Avrupa’nın tüccar kentlerinde yayılmıştı. Bu havzaya veya havza yöresine ulaşmak ve dönüp hikâyeyi anlatmaksa zorlu bir işti. Kıta keşiflerinin bilimsel bir gayret şeklinde ilerlediği, sömürgeci fetihlerin de bir medeniyet projesi hâlinde sürdüğü sonraki devirlerde oraya ulaşıp hak iddia etmek önce kaşifler sonra sömürge orduları için bir yarışa dönüştü. Kâşifin gezi günlüğü, kıta hakkında bilgi edinmek için ilk kaynak hâline geldi. Örneğin, İskoç kâşif Mungo Park, 1798 ve 1805 yıllarında batı Afrika sahillerinden yola çıkıp Timbuktu’ya ulaşmak istedi ama ikisinde de başarısız oldu. Başka İngiliz, Fransız ve Alman gruplar da girişimlerde bulundu. Timbuktu’ya ulaşan ilk Avrupalı, bölgeden ayrılmadan önce öldürüldü.

    Alman seyyah Heinrich Barth, 1850’lerin başında kuzey ve batı Afrika’yı baştan başa dolaştı; çünkü Arapça biliyordu, bir yandan da karşılaştığı kültürlü insanlara ve onların kitaplarına iğreti bir ilgiden daha fazlasını gösteriyordu. Elyazmalarının bir kopyasını yaptırmaya çalıştı ki yanında götürebilsin. Başka seyyahlar, yöredekilerin kâğıt talebinin tılsımlı muska yazma ihtiyacından kaynaklandığını düşünüyordu, ama Barth ciddi yazım faaliyeti olduğu meselesine çok daha hassas yaklaşıyordu. Aşağıda tanıtacağımız 16. yüzyılın büyük âlimi Ahmet Baba’ya bir vakayiname bile ithaf edecektir. Birçok ciltten oluşan tutanaklarında nadir ama önemli anları anan Barth gibi müstesna ziyaretçiler dışında, Oxford İngilizce Sözlüğü’nün hâlâ “çok uzak” diye tasvir ettiği bu yerlerin içinde ve yöresinde yaşayan insanların entelektüel yaşamlarına dikkat edilmedi. Değerli metalleri bulma, ticaret yollarının ve nihayetinde geniş bölgelerin güvenliğini sağlama saplantısı, seyyahları ve onlardan sonra gelenleri kör etmişti; öyle ki, yüzyıllar boyunca kitaplara çok değer verilen Afrikalıların ilim merkezlerini görememişlerdi. Papa X. Leo’nun görevlendirdiği Afrikalı Leo da 1509 ve 1514 arasındaki seyahatlerine dayanan Discrittionne dell’Affrica [Afrika’nın Tasviri] kitabında bunları söylemiştir. Timbuktu’da altın külçe dâhil geçer akçeler hakkında yazarken şöyle der: “Tombutto’da çok fazla kitap var… Onlarla meşgul olan kişi, başka bir ürünle meşgul olana nispetle daha fazla kazanır.” Ne yazık ki, yüzyıllar geçmesine rağmen, ciddi gayret ve keşifleri sadece parlak metaller cezbetti, diğer değerli nesneler yani kitaplar değil.

    Timbuktu’nun en ünlü âlimi Ahmet Baba (1556 – 1627) idi. Yaklaşık 60 eserinden çok azı yayınlandı, bunlar da ya kayboldu ya da elyazması hâlinde kaldı. Fakat, külliyatına nüfuz etmeye başladığınızda verimli ve entelektüel bir yazar portresiyle karşılaşırsınız; birçok fikir ve iddiayla işe koyulmuştur, sadece çevredeki ilim merkezlerinden değil, Mısır gibi uzak merkezlerden de yazarların pek çok kitabına erişimi vardır. Eserlerinde ondan bahseden ve onunla birlikte ilim tahsil eden başka yazarlardan da onun hakkında bilgi alırız. Gözden ırak bu yeri Fas ve güney Akdeniz vasıtasıyla dünyaya bağlar. Bir ulema aile içinde dünyaya gelmiş ve büyümüştür, eserlerinin birinde bize onlardan bahseder, böylece en az yüz yıl geriye giden ailesindeki yazma geleneğinden bir manzara sunar bize. Timbuktu’daki yaşamı, Sahra’nın öte tarafındaki siyasi gelişmeler yüzünden altüst olmuştu. 16. yüzyıl ortasında, güney Fas’ta güçlü bir hanedan olan Saadiler, Marakeş dâhil birçok bölgeyi ele geçirmişti.

    Saadiler, Sahra’nın ötesindeki bölgeleri fethetmeye başlayınca yani Timbuktu dâhil önemli şehirleri himayesinde bulunduran Songhay Devleti’ne boyun eğdirince Ahmet Baba da 1593 yılında Marakeş’e sürüldü ve 1607 yılında serbest kalıp Timbuktu’ya dönene dek orada ilmî çalışmalarına devam etti. Arap dilbilgisinin inceliklerini açıklamak, miras ve diğer fıkhi konular hakkındaki soruları cevaplamak, âlimlerin ayrıntılı hayat hikâyelerini (tabakât) derlemek Baba’nın çalışmalarının odaklandığı alanlar olarak sayılabilir ki bu tabakâtta kendinden, ailesinden ve eserlerinden de bahseder. Buna karşın yazmak bir tekkeye kapanma faaliyeti değildir. Yazarlar çoğu zaman siyasi süreçlerden ve iktidar ve otorite sorunlarından derinlemesine etkilenir.

    Ahmet Baba bölgenin en bilinen yazarı olsa da 20. yüzyılda ilim geleneğinin birikmesine ve korunmasına kendini adayan bir isimden daha bahsedebiliriz. Ahmet Bularraf (ölümü 1955), 1904 yılında güney Fas’tan Timbuktu’ya geldi. Baba gibi, kitap koleksiyonu miras kalan bir ulema ailesinden gelmedi, onun kadar kitap yazmadığı gibi o kadar farklı konularla da ilgilenmedi. İlimde iddiası olmayan ama canlı bir ticari faaliyet içinde olmasıyla meşhur bir bölge ve topluluk içinde doğup büyümüştü. Seyyah bir tüccardı, nihayetinde Timbuktu’ya yerleşmiş ve ticaretine oradan devam etmişti. Ticaret faaliyetinin yanı sıra metin çoğaltmaya ve kitap biriktirmeye başladı, büyük bir kitap koleksiyonu ortaya çıkarmak için nüshaları çoğaltıyordu. Bir koruma tekniği türü olarak, başka âlimlerin eserlerini çoğalttı ama çoğunu kendi yorumlarıyla şerh etti. Eserleri çoğaltmak için görevlendirme de yaptı ve bir aşamada kendi için çalışan küçük bir teksir meclisi kurdu. Hayatının sonunda bir tabakât yazmaya koyuldu —Ahmet Baba da orta yaşlarında iki tane yazmıştı. Bu tabakât kitabı da bize Bularraf’ın ilim bağlantılarından ve 20. yüzyılın başındaki Sahra’nın kitap âleminden çok şey anlatır.

    İki Ahmet arasında 250 yıldan uzun bir dönem var. Birincinin ölümüyle kitaplar kaybolmamıştı, nitekim ikinci de tek tek kitapları ve tüm külliyatları bir araya toplamaya azmettiğinde yeniden ortaya çıkmış olmadılar. Bölgeyi ele geçiren Marakeş merkezli Saadiler nihayetinde çekildiler ama Timbuktu kargaşa ve öldürücü şiddetten çok zarar gördü. Liderler geri döndü ve Fas işgalinden kalma piyadeler —bunların çoğu İberyalı paralı askerlerin torunlarıydı— bölgede yaşamaya devam ettiler. İlim çalışmaları devam etti ama bölgedeki başka bir yerde. Doğrusu, Ahmet Baba gibi bir figürden önce de orada başka ilim merkezleri vardı. Onun en önemli hocalarından biri Timbuktu dışından yani 300 km güneyde bulunan Cenne’den gelmişti. Büyükbabası siyasi baskı yüzünden Timbuktu’dan kaçınca 400 km batıdaki Oualata adlı bir kasabaya gitmiş ve ilim çalışmalarına orada devam etmişti.

    Timbuktu, kitaplarla ve âlimlerle dolu olan yerlerden biriydi; bunun yanında başka yerleşim yerleri de vardı. Hatta öğrenme kentlerle ve kasabalarla sınırlı değildi, okuma ve yazma yerleşikliğe bağlı değildi. Bölge hâlâ geniş bir göçmen alanıdır ve âlimler, kavimleriyle birlikte göç edip dolaşmaya devam ediyorlar. Açık havada yahut mütevazı çadırlar içinde ilim öğrenmek ve deve sırtında kitap taşımak olağan bir durum ve çok uzun bir tarihe sahip olmanın yanında 20. yüzyılda da sürmeye devam etmiş.

    16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıl başında Timbuktu ilminin timsali olan Ahmet Baba ve 20. yüzyılda Timbuktu’da toplama ve muhafazanın timsali olan Ahmet Bularraf, bir araya gelip öyle bir altyapı oluşturmuşlar ki bu altyapı Timbuktu’daki tahkikat ve ilim çalışmalarına hizmet etmiş. 2012 yılında isyancıların ele geçirdiği arşivler, esasında Bularraf mirası olan koleksiyon üzerine kurulmuştu, kurum da adını kentin en ünlü âliminden yani Ahmet Baba’dan alıyordu. Centre de documentation et de recherches historiques Ahmad Baba [Ahmet Baba Tarihsel Araştırmalar ve Belgelendirme Merkezi], UNESCO desteğiyle 1970 yılında kurulmuştu, önce Bularraf kütüphanesiyle başlamış, sonra yıllar geçtikçe daha fazla koleksiyon eklenmiştir. Ahmet Baba Merkezi’nin çalışmaları sayesinde araştırmacılar birçok farklı konu üzerine çok geniş bir elyazması koleksiyonunu inceleyebiliyorlar ve böylece daha geniş bir bölgede —çünkü Timbuktu, medreselerle ve âlimlerle dolu olan şehirlerden sadece biri— zengin bir ilim geleneğini ortaya çıkarabiliyorlar. Bu araştırma merkezine ilaveten hususi aile koleksiyonları da var. Bunlar hep birlikte toplumun dokusuna derinlemesine işlemiş keskin bir öğrenme geleneğini gözler önüne seriyorlar.

    * Prof. Dr., Wissenschaftskolleg zu Berlin ve University of Cape Town