BİR BAŞKADIR NE KADAR BAŞKADIR!
Yazar: Selman Bayer
İnsanın hikâyesinde sanatın etkisi epeydir tartışılıyor. Hikâyenin bütün kurgusunda pek görünmese de, temelinde gizlenen anlama olan etkisi ve yakınlığı reddedilemez. Bu yakınlığın zahiren uzaklık olarak tezahür ettiğini de kabul etmek elzem. Pek görünmeyen arada sezilen hatta sürekli varlığı sorgulanarak günahı alınan bir akrabanın hayati önemi ne kadarsa sanatın insanın hikâyesindeki önemi de aynı ölçüde mutlak. Akıp giden hayatın damarlarında, mecralarında ne derece nüfuz ettiğini anlamak için keskin gözlere, sebatkâr bakışlara ve sürekli soran bir zihne sahip olmak gerekiyor. Bunun için de gündelik hayatın hareketini temin eden, ona nefes ve beden olan yığınların değil de onların arasında kaybolmaya yüz tutan ama hep bir şekilde var olan bir kalbin, gönlün, duygunun, insicamın ya da isyanın koynunda yaşayıp gidiyor bu sahiplik. Koca bir ormanın içerisindeki serinlik, gözü yormadan insanı tamamlayan renk tonları ve bütün bunların neticesinde müsekkin bir tebessüme sebep olup orada damıtılmış bir şekilde hayata katılan bir simya sanat. Mesela otorite ya da devlet gibi keskinleşerek, sertleşerek kendini dayatan bir yokluk değil bilakis eriyerek, iltica ederek, insicamda kaybolarak mutlaklaşan bir varlık. Yüksek sesli meydanlarda, hamasi nutukların atıldığı agoralarda, heykelleşerek donuklaşan binalarda pek görülmemesi, zikredilmemesi de aynı ürkütücü hâlinden.
Bir milletin, bir tarihin serüveninde alelade bir şekilde ortaya çıkıp bütün kanallarına nüfuz edecek kadar sabırlı bir simyanın kısa bir süre içerisinde kitleleri etkileyip kendi siyaset makinesini hareket ettirmek için gerekli gücü devşirmesi gereken robotlar tarafından itibar edilmemesi normal ve hatta şifanın selameti açısından da elzem. Hele kuruluşundan itibaren ihtiyacı olan toplumsal barışı temin edememiş, temin edildiği kadarıyla ortaya çıkan halitadan ideal bir kıvam ortaya çıkaramamış, bunun eksikliğini idrak etmek şöyle dursun bu eksikliğin semptomlarını ve belirtilerini yok saymak ve yok etmek için elinden geleni ardına koymamış yer yer iyi niyetiyle hoş görülmeye çalışılsa da bu iyi niyetin üzerine de titremeyerek bir potansiyeli heba eden kompleksli bir otoritenin hâkim olduğu ve hep aynı gemi edebiyatının yalnızca kaptan köşküne kolay yoldan giriş bileti olarak var olagelen ve hep daha da içi boşaltılan bir virde dönüştüğü bir coğrafyada bu şifanın, umudun aleladeliğin muhkem zırhıyla muhafaza edilmesi için ilahi bir müdahale dense yeridir.
İşte bu ilahi müdahaleye açık olunan zamanlar tarihin ve talihin döndüğü, insanlığın dönüştüğü, epeydir uyuyan ve sayıklayan bir toplumun, bir halkın kaderinin düğümünün çözüldüğü zamanlardır. Tarih sahnesinde hangi kompartımandan hangi mevkiden yerini alacağına karar verilmesi gerektiği zamanlardır. Ralph Fox etkileyici kitabı Roman ve Halk’ta dediği gibi Hamlet böyle bir dönemeçte bulunduğu için kaderine lanet edebilir ya da bize sorsalar çok daha barışçıl bir zamanda doğmayı isterdik ama Hamlet’in bir karar vermesi lazım artık, Hamlet gibi topyekûn bu coğrafyada bulunanların da bir karar vermesi lazım. Bu kararın verilmesi için işaret bekleyen eski kafalıların olduğu kadar her şeyi işaret olarak gören taze ruhların da yanlışı çok. Oysa hayat bütün aleladeliğiyle orada kendi oyununu kuruyor ve kader her zamanki gibi gayretin peşinden gidiyor, hem de sessiz sedasız. İşte sanat, böyle zamanlarda üstlendiği rol, yüklendiği misyon ve sahiplendiği vazifeyle bu sürecin selameti ya da felaketine bir şekilde etki edebiliyor.
Bütün bu uzun ve sancılı girişin tek bir sebebi var. Bir Başkadır adlı dizinin içine doğduğu ya da işaret ettiği ortamın bulanıklığı ve belirsizliğini kelimelerle resmedebilmek.
Fakat ondan önce kısa bir tarihçe denemesi yapmak elzem.
Roman Rönesans sonrası dönemin ürünü. İnsanlık matbaanın icadı ve yaygınlaşması sonrasında kitlelere ulaşabilecek bir türün doğuşuna şahit olur. Bu tür yeni ve artık mitoloji, romans gibi şeylerden pek de hazzetmeyen meraklı bir okur kitlesinin ilgisine mazhar olur. Daha demokratik ve gerçekçi hikâyelerin peşinden giden geniş bir okur kitlesidir burada zikredilen. Yeni orta sınıfın ilk ataları diyebiliriz bunlara. Ancak 18. yüzyıl İngiltere’sinde bir kalıba girebilmiş ve kendine ait bir isme ve cisme sahip olabilmiştir. İşte böyle bir süreçte kendini bulan orta sınıfın geniş zamanlarına romanlar hakim olmaya başlar. Öyle ki bütün o kitlesel popülariteden geriye tek bir isim kalmasa da romana gösterilen o yoğun temayül bir anda zihniyeti değiştirecek kudrete erişir. Yalnızca erişmekle kalmaz beraberinde büyük romanların önünü de açar. Romanın mahiyetini değiştirecek ve onu mutlaklaştıracak bu cevelan yüz yıl kadar bile sürmez aslında. Kısa sürede büyük bir dönüşüm söz konusudur. Bugün ismi hatırlanmayan romanlarla başlayan bu sancılı dönüşümün 19. yüzyıla denk gelen kısmında büyük eserler ortaya çıkar ve koca bir yüzyılın çilesini, buhranını sırtlanır.
Elbette her şeyin bir vadesi var. Bu yüzyılın insanı artık romanı kanıksamış ve hatta onu geride bırakmaya başlamış gibidir. Romanın çok zamandır zihniyet değiştirici bir kudretten ziyade sektörü yaşatan bir bereket ve imkân olarak hayatına devam ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Literatür içerisindeki tartışmaları bir yana koyarsak teknolojinin gelişmesiyle ortaya çıkan roman yine devasa bir teknolojik değişimle birlikte yerinden olmak üzeredir. Okumanın yerini izlemenin aldığı bir elli yıllık geçmişi hesaba katarsak bunun çok daha pekişeceği günlere ve zamanlara geldiğimizi de kabul etmeliyiz. Öyle ki 18. yüzyıldaki benzeri değişimin bir örneği bugün de yaşanıyor artık. Sinemayla başlayan büyülü perdenin etkisi evlerimizin baş köşesine kadar giren televizyonlarla birlikte zirvesine ulaştı. Pek inecek gibi de durmuyor. Yeni teknolojilerin gelişmesiyle birlikte çok daha tesirli hâle geleceğini söylemek de kehanet addedilmez sanırım. Hâliyle romanı geniş zamanlarının merkezine koyan orta sınıf insanının artık onun yerine ekranı yerleştirdiğini kabul etmek lazım. 18. yüzyılda olduğu gibi yine kadınların ön ayak olduğu bir dönüşüm bu. Bu dönüşüm romanın kendi içinde de aynı şekilde gözlemlenebilir. Daha popüler, akıcı ve sürükleyici; tabiri caizse bir çırpıda tüketilebilen romanların devri epey zamandır. Değişen zevk ve beklentiye ayak uydurmayı başaran bir tür olarak roman bu başarısına rağmen muhatap kitlesinin değişimine teslim olacak gibi görünüyor. Burada bir sanat türünün uzun uzadıya hikâyesini anlatacak değiliz elbette. Lakin bir sanat eserinin kendi aidiyetini göz ardı etmeden bir değişime sebep olup olamayacağını ya da nasıl bir değişime sebep olabileceğine dair sesli düşüneceğiz sadece.
Bu anlamda epey bir süredir okurun aslında izleyiciye dönüştüğü gerçeğini tekrar etmemiz icap eder. Hâl böyle olunca, popüler romanların yerini popüler diziler alıyor. Kitleler vaktiyle tefrika takip eder gibi dizileri takip ediyor ve hatta sonrasında beğendiği dizileri aynı şekilde vaktiyle beğendiği tefrikaları kitap olarak görmek istediği gibi sinema filmi olarak da görmek istiyor. Hülasası alışkanlıklar aynı şekilde devam etse de türün değişimi kaçınılmaz gibi görünüyor. Bundan sonra topyekûn bir zihniyet dönüşümü artık ekrandan aldığı işaretle hedefine doğru yöneliyor gibi. Bu aslında çok uzun zamandır devam eden bir süreç elbette.
“Sanat ve bilimin ortak üretimi olarak ortaya çıkan ve 19. yüzyılın sonlarında yaygınlaşmaya başlayan sinema, roman sanatı adına en az Birinci Dünya Harbi kadar önemlidir.” derken Ersan Üldes, tam da bu uzun ve muhataralı süreci kastediyor. Wagner’in operayı işaret etmek için kullandığı tiyatro, müzik, edebiyat, mimarlık gibi alanları içine alan bütünsel sanat yapıtı anlamındaki gesamtkunstwerk kavramını karşılayan genişlik sinemaya bahşedilmiştir. Bu anlamda romanlarında dahiyane bir hırsla en ince ayrıntısına kadar dönem Fransa’sını resmetmeye azmetmiş Balzac’ı hatırlayabiliriz. Bu satırların yazarının da hayranı olduğu bu büyük romancı bir anlamda Sinema’yı öngörmesiyle de büyük romancıdır. Proust’u, mesela, ayrıntıları anlatırken gösterdiği ustalıkla sıkı hayranlarının olduğu ama yine de çoğu zaman sıkıcı bir sinemacı olabilirdi diye düşünmüşümdür hep. Ya da Shakespeare’i hatırlayalım. Hiç şüphesiz bugün yaşasaydı büyük bir sinemacı olarak yine geleceği aydınlatırdı. Yine aynı şekilde İngiliz dilini de kültürünü de değiştirecek kudrete sahip olurdu elbette.
En sonda söyleyeceğimizi en başta söylemiş olalım: Bir Başkadır da bu imkân ve kudrete sahip bir dizi gibi görünüyor. Sadece Türk dizi tarihinin değil dizi tarihinin de önemli kırılma anlarından birini temsil edebilecek kadar mühim bir dizi olan Bir Başkadır tercih ettiği üslup kadar ele aldığı konuyla da bu ihtimali ve imkânı da hak ediyor doğrusu.
Netflix Türkiye’nin hem Türkiye’de hem de dünyada ses getiren mini dizisi Bir Başkadır’ı kısaca özetlemek gerekirse, annesi babasını kaybetmiş ve evli abisiyle yaşayan fakir, ilkokul mezunu bir kız olan Meryem’in hikâyesidir anlatılan. Dizinin janr olarak popüler bir üslupla değil de daha arthouse’a uygun bir üslupla arzıendam etmesi, daha evvel pek mesele edilmeye cesaret edilmemiş netameli bir konuyu, epey cesaretle mevzu edinmesi ilk etapta dikkat çekici yanlar olarak not edelim.
Dış görünüşü ve temsil ettiği dünyayla birlikte değerlendirildiğinde fazlasıyla dikkat çekici olsa da, herhangi bir kurguya karakter olamayacak kadar silik bir kızın merkezde olması şaşırtıcı gelebilir. Evlenmek isteyen ama bunu kendine bile itiraf edemeyen ve evlilik, nişan gibi olaylara denk geldiğinde bayılan bir kızdır. Bir yakının tavsiyesiyle bu bayılmaların sebebini anlamak için psikiyatra gitmeye karar verir ve olaylar gelişir.
Meryem’in en fazla dikkat çeken ve eleştirilerde de vurgulanan özelliği aslında dış görünüşüdür. Tesettürlü, dindar bir kızdır. Haftanın belli günleri seküler orta sınıftan bekâr bir erkeğin evine temizliğe gider. Bu hâliyle seküler, muhafazakâr ayrımı olmaksızın birçok farklı kesimin dikkatini çeker. Başta ifade ettiğimiz gibi bir dizinin başrolü için fazlasıyla silik görünen karakteri bir anda parıldamaya başlar.
Hikâye Meryem’in hikâyesi gibi görünür ama aslında hiç de öyle değildir. Meryem dizideki bütün karakterlerin kendi mikyasına vurulduğu bir ölçektir. Merkezdedir. İyi sırlanmış tertemiz bir ayna gibidir. Bu bağlamda Meryem ismi tarihsel çağrışımları da göz önüne alınarak seçilmiş gibidir. Temizdir, saftır, iyi niyetlidir ama budala değildir. Dünyaya dair bir fikri, dünyadan bir beklentisi vardır. Herkesi onun aynasından görürüz. Yengesi Ruhiye’den Hoca efendiye, Psikiyatrist Peri’den, evine temizliğe gittiği Sinan’a kadar hemen bütün karakterleri önce onun penceresinden tanırız.
Dizide, mesele edindiği toplumu incelerken Meryem gibi bir genç kızın seçilmesi önemli ve bilinçli bir tercihtir. Yalnızca edilgenliği “dişil” bir özellik olarak kabul etmeye ve hâliyle tahfif etmeye meyyal erkek egemen bir toplum olduğu için değil ne kadar maskulen görünürse görünsün nihayetinde edilgen bir karakter olarak hayatına devam eden bir toplum olduğu için de bir kadın üzerinden anlatılması tam isabettir. Böylesi bir tercih meselenin yalnızca siyasi karşıtlıklar üzerinden değerlendirilmediğini gösterir. Senarist Berkun Oya derli toplu bir bakışla meseleyi topyekûn bir toplumsal eleştirel düzlem üzerinden değerlendirmeye gayret etmiştir. Dizide kadın karakterlerin ağırlıkta olduğunu hatırlarsak bu tercihin ne kadar bilinçli bir tercih olduğunu daha iyi görebiliriz.
Karakter meselesi mühimdir. Hayat hikâyesinin sıradanlığına rağmen Meryem’in bu derece dikkat çekmesi ve parlamış olması da bu ehemmiyetin fark edildiğine dalalettir. Atmosferin ve hikâyenin temel ihtiyacı ve katalizörü olan karakterin ne kadar iyi yaratıldığını anlamak için yalnızca ilk bölüm yeter.
Henry James The Art of Fiction’da “Karakter dediğin, hadisenin saptanmasından başka nedir ki? Ve hadise dediğin karakterin aydınlatılması değil midir?” diyordu. Bir romanın esas derdinin karakter yaratmak olduğunu söylüyordu Ralph Fox. H.G. Wells otobiyografisinde “Bir karakter tahlili, yetişkin meşgalesidir, felsefi bir meşgaledir.” diye yazıyordu. Sinemada da böyledir. Senaryonun kutsal kitaplarından birini yazan Syd Field, “Karakter aksiyondur, insan söylediği değil yaptığıdır.” derken bu şaşmaz gerçeğin altını çizer. Fakat bazen karakter çizmek o kadar zordur ki bundan kaçmanın büyüleyici yollarını bularak yeni bir akım bile başlatabilirsiniz. Ama iyi bir karakter Wells’in de dediği gibi ciddi bir felsefedir. Bu anlamda Meryem’in bütün sıradanlığı ve masumiyetiyle bir karakter olarak var olabilmesi dikkat çekici bir başarıdır. Meryem bu hâliyle bütün hikâyenin merkezindeki çekim kuvveti ve enerjik alan olarak en az babasız doğan bir peygamber kadar mucizevi bir tarafa sahiptir. Hiçbir sinema otoritesinin dikkatini çekmeyecek kadar sıradanlığıyla hem de. Neticede evlenmek isteyen ve buna dair bir şeyler görünce bayılan alelade bir kızdır Meryem. Gündelik meselelerin dışında bir farkındalığı yoktur. Etrafındaki dünyanın, kavganın farkında değil gibidir. Kendisiyle barışıktır. Kompleksi, iddiası yoktur. Fakat bütün hikâye onunla başlar, gelişir, devam eder ve hitam bulur.
Meryem karakteri Batı sanatında, edebiyatında sıklıkla işlenen masum İsa figürünü fazlasıyla andırır. Karamazov Kardeşler’deki Alyoşa, Budala’daki Prens Mişkin, Mutlu Lazarus’taki Lazarus hep aynı İsa’nın tezahürleridir. Bütün bu karakterler herkesin günahını üstlenebilen, bütün sinirleri alınmış, herkesin yanında günahlarından arındığı ya da arınmak zorunda hissettiği iyilik meleğidir. Meryem de biraz böyledir. Muhatap olduğu insanları harekete geçmeye, itirafa, kendileriyle yüzleşmeye zorlar. Lakin Meryem’in İsa figüründen çok temel bir farkı vardır. Dizide kuşandığı aleladeliğiyle Judeo Hristiyan geleneğin değil tam anlamıyla Müslüman geleneğin ürünü olarak arzıendam eder. Kanlı, canlı bir karakterdir. Her anlamıyla hayat doludur. Çalıştığı yeri abisinden gizler mesela. Yeri geldiğinde söylenir. Küçük yalanlar söyler, zararsız dedikodu yapmaktan çekinmez ve hatta etrafındakilerle ince ince alay etmekten keyif alır. İnsanlar hakkındaki kanaatlerinde sabit fikirli değildir. Hocaya bakışındaki pragmatik ve mesafeli duruşu fazlasıyla soğukkanlı ve hatta aklıselimdir.
Meryem’in etrafında dönen hikâye bir anlamda seküler, dindar karşıtlığına odaklanıyor gibidir. Fakat hikâye ilerledikçe bu kesimlerin homojen olmadığını ve kendi içlerinde de en az karşıtları kadar ciddi problemleri olduğunu gösterir. Herkes memnuniyetsizdir aslında. Rölantide yaşamaktadır. Bir anlamda statükoyu korumak, konforundan vazgeçmek istememektedir. Çünkü herkesin geçmişten getirdiği yaraları vardır ve kimsenin bu yaralarla yüzleşmeye ne hâli ne de cesareti vardır. Bu anlamda görünmez duvarlar ardında yaşayan yaralı ve gergin insanları izleriz dizi boyunca. Zaten diyaloglar da bu minvalde ilerler. Uzun, kesik kesik ve daima gergin.
George Simmel “Metropolde bireyler arası temaslar, kasabalara kıyasla daha kısa ve seyrektir. Metropole özgü kısa temaslar sırasında birey, kendini ‘özlü bir şekilde’ ifade etme, çarpıcı ölçüde karakteristik görünme telaşına düşer.” diyordu. Oysa Bir Başkadır’ın replikleri, dünyanın en çarpık metropolü, en şehirleşmiş taşrasında geçmesine rağmen, bitmek bilmez. Çünkü karşılıklı diyalogdan ziyade diyalog görünümlü monologlar vardır dizide. Bir çeşit körler düellosu ya da fazlasıyla amatör ve hatta ilkel bir düet söz konusudur. Sanki hep aynı karakter konuşur. Anlatılmaz olanı anlatmak ister ama lafı uzattıkça anlatılmaz olanı daha anlaşılmaz kılar. Bu tek karakter meselesi kesinlikle senaristin sorunu değildir. Bilakis onun başarısıdır. Çünkü geçmişinden kurtulamayan ve onun mefluç hâlinde ısrar edip mazoşist bir tavırla sürekli hasmını, muhatabını suçlayan bir toplumda diyalog mümkün değildir. Hâliyle sürekli kesilerek, yarıda bırakılarak ya da müdahale edilerek çoğalan/ parçalanan bir monolog yaralı ve birbirine kör ruhlar coğrafyasındaki tek iletişim biçimidir. Böylesi bir iletişim ne kadar mümkünse tabii.
Bu iletişimsizliğin harika bir biçimde verildiği dizide hemen bütün karakterler, hâliyle, aslında sürekli kendi kendilerine konuşurlar. Karşılarındaki muhatabı dinlemezler. Bu dinlemezlik hâli karakterlerin kültürel seviyelerine göre değişir. Ya kaba bir şekilde araya girilir. Ya da dinleniyor gibi yapılıp içten içe buğz edilir. Nihayetinde bütün karakterler, kendi monologlarına bir muharrik kuvvet ya da motivasyon aramak için muhataplarına kulak kesilirler, o kadar. Bu anlamda dizide hikâyeye paralel olarak gelişen, serpilen ve hatta senaryo gurularının tavsiye ettiği şekilde karakterlerle özdeşleşen bir diyalog süreci yoktur diyebiliriz. Daha evvel de söylediğimiz gibi bu, elbette Bir Başkadır özelinde, bir eksiklik değil tam anlamıyla isabettir, senarist başarısıdır. Göz önünde olduğu için pek görülmeyen bir gerçekliğin tam isabet vuruluşudur. Temel mesajı “artık birbirimizle konuşmalıyız” olan bir dizinin bunu böylesi bir gerçeği yüzümüze vurarak yapması gerçekten de büyük bir başarıdır.
Bu arada dizinin mesajının basit bir diyalog çağrısı olmadığını söylememiz şart. Bilakis insanı ve hâliyle toplumu felç eden bir illeti fark etmeye çağrı, o illetten vazgeçmeye bir davet aslında. Devrim niteliğinde bir davet hem de. Neredeyse yüzyıldır devam eden bir iletişimsizliğin, içine kapanmanın, yabancılaşmanın ve hatta düşmanlaştırmanın devam ettiği bir topluma; yüzyıldır kanayan yaraların başındaki simsar türbedarlardan çekinmeden, o yaraları sağaltmanın vakti geldi de geçiyor diyebilmek ve bunu basitleştirmeden, bir sanat eserinde muhakkak olması gereken istiğnaya halel getirmeden yapabilmek, başlı başına bir devrimdir çünkü. Çünkü, başta da söylediğimiz gibi içinde yaşadığı topluma yol gösterebilmek ona doğru anlamda etki edebilmek, ona kendi gerçeğini gösterebilmek kolay bir şey değildir.
Bu diyalog meselesini de açmak lazım. Diyalog senaryonun ana dilidir. Lakin bu ana dilin de farklı hâlleri, seviyeleri olabilir. Senaryoya göre değişebilir, zenginleşip sadeleşebilir. Dizide de bu anlamda bir diyalog tercihi yapıldığı açıktır. Monoloğa meyleden bir diyaloğun tercih edilmesiyle hedef ya da muhatap aldığı toplumun olumsuz bir hasletini başarılı bir şekilde vurgulayabilmiştir. Azizler ve Haydutlar romanında bir yerde, Samiha Hanım torununa ne düşündüğünü sorunca Bekir “Bizde diyalog yok Samiha Hanım.” diye takılır. Samiha Hanım da durur mu yapıştırır cevabı: “Arkadan konuşan milletlerde de diyalog olmaz evladım.” Bizim gibi arkadan konuşmaya meyyal toplumlarda böylesi bir diyalog eksikliği neticesinde ortaya çıkan semptomların sürekli artıyor olması ve hayatı çekinilmez kılması da tam bu sebepledir. Bir Başkadır’ın mesele ettiği de bu sorundur işte. Tam da bu anlamda toplumsal bir çağrı olarak diyaloğu tavsiye eder. Elbette burada tavsiye edilen diyalog konuşma becerisinden ziyade dinleme becerisidir. Karşısındakini dinlemeye rıza göstermektir. Muhatabını özgür bir şekilde konuşmaya davettir. Bir sanat ürünü, bir dizi bunu vurgulamak isterken tercih ettiği üslupla büyür ya da küçülür. Bu anlamda Bir Başkadır bu işi müthiş bir şekilde kotarmış ve Türk dizi sektöründe ya da bir fenomen olarak Türk dizisinin serüveninde yeni ve bereketli bir mecra açmıştır.
Yeri gelmişken şunu da not edelim: Bu diziyle ilgili yarı akademik yazılar da bile aynı semptomları fark edersiniz. Diziyle ilgili eleştirilerin çoğunda aynı hastalıklı müşkülpesentlik vardır. Diziyi beğenmeyen değil beğenen eleştirmenlerin dahi çoğu arkadan konuşur gibi kelimeleri üst üste bindirerek yazarlar. Hâlbuki, hiç tartışmasız, bu dizi yalnızca meselesiyle değil tercih ettiği üslupla da Türk dizi tarihine geçmiş bir dizidir. Nadir görünen örnekleri gibi Türk Dizisi/ Sineması fenomeninin hatlarını belirleyecek, çerçevesini çizecek derecede özgün ve avangard bir iştir. Sadedir. Mesaj çok basittir. Birbirimizle konuşmalıyız. Gerçi, epeydir bildiğimiz ama pek dillendirilmeyen bir gerçek de şudur ki mesajın basitliği Türk entelektüelini çıldırtır. O, kendisine ziyadesiyle zor sorular soracak ama cevabını beklerken de iltimas geçecek bir Sfenks’e sevdalıdır.
Ralph Fox “Hiçbir şair, hangi sanattan olursa olsun hiçbir sanatçı bütün anlama tek başına sahip olamaz. Onun mahiyeti, onun takdir edilişi ölü şairlerle ve sanatlarla ilişkisinin takdir edilişidir. Ona tek başına değer biçemezsiniz; onu benzerlik ve karşıtlıklar için ölüler arasına yerleştirmeniz gerekir.” diyordu. Elbette Bir Başkadır da bu gerçekten muaf değildir. Lakin Fox’un ifade ettiği o dönüştürücü ideal terkibin merkezinde olmayı hak ettiği açıktır.