KONUŞ BENİMLE
KONUŞ BENİMLE
Yazar: Nigel Warburton*
1913’te filozof Ludwig Wittgenstein, Cambridge’teki meşguliyetlerden ve dikkat dağıtan şeylerden kaçarak Norveç’te bir münzevi hayatı yaşamaya başladı.1Bu makalenin aslı Aeon’da yayınlanmıştır: https://aeon.co/essays/without-conversation-philosophy-is-just-dogma Orada kendisini tanıyan yoktu ve bu sayede mantık üzerine çalışmalarına odaklanabiliyordu. İşe yaradı da. Bergen şehrinin 200 mil kuzeyindeki uzak bir köy olan Skjolden’de bir süre postane yöneticisinin yanında konakladı ve daha sonra fiyorta bakan bir kulübe inşa ettirdi. Tek başına, Tractatus Logico-Philosophicus’a (1921) dönüşecek fikirlerle boğuştu. Günün bir vaktini kendisiyle geçirmeye çalışan herkese çok kısa süre tanıyordu. Söylentiye göre bir keresinde Wittgenstein, söylenemeyen şeyleri düşünürken onu selamlama hatasında bulunan birisine “Çekip git! Beni rahatsız etmeden önce bulunduğum noktaya dönmem iki haftamı alacak.” diye bağırmış. Wittgenstein’ın bakış açısından bakarsak, Norveç’te geçirdiği yıl, onun felsefi yaratıcılığının esas kaynağı olmuştu, burada, bu heyecanlı filozofun yaşamı boyunca elde ettiği en yoğun düşüncelerin bazıları meydana geldi. Oradayken düşünmekten, yürümekten, ıslık çalmaktan ve depresyona girmekten fazlasını yaptı.
Norveç’teki “kulübesine” (aslında balkonlu, iki katlı ahşap bir evdi) yerleşen Wittgenstein, birçokları için iş başındaki filozofun tipik bir örneğidir. Burada münzevi deha, kendi çetin felsefesinin zorluklarını yansıtan izolasyonu bulmaktadır. Dikkat dağıtma yok. Eşlik eden biri yok. Yalnızca fiyortu seyrederken veya karda uzun adımlarla yürürken, ilk ilkeleri düşünen keskin bir zihin. Wittgenstein’ın emsalleri vardı. Altıncı yüzyıldan Boethius, Felsefenin Tesellisi’ni bir Roma hapishanesinin hücresinde yazdı, hem de zihni yakındaki idamına odaklanırken; Niccolò Machiavelli, Floransa’nın dışında sakin bir çiftlikte sürgündeyken Prens’i (1532); René Descartes, Meditasyonlar’ı (1641) bir şömine ateşinin yanında kıvrılmış olarak yazdı. Jean-Jacques Rousseau, bir ormanın ortasında, medeniyetten uzak bir şekilde yaşarken hayatının en mutlu zamanlarını geçirdi. Felsefe, en yüksek kademesinde, kasıtlı biçimde münzeviliği seçerken, çoğu zaman başkalarının varlığından rahatsız gibi görünmektedir.
Yine de bu tamamen münzevi hâlde çalışan deha klişesi, Wittgenstein, Boethius, Machiavelli, Descartes ve Rousseau için bile yanıltıcıdır. Felsefe, bakış açılarının çarpışmasıyla gelişen ve ancak nadiren karşı konulmaz bir iç monologdan ortaya çıkan, doğası gereği sosyal bir etkinliktir. Wittgenstein’ın Norveç ormanında geçirdiği vakti daha yakından incelersek, onun Cambridge filozofları Bertrand Russell ve G. E. Moore ile yazışmalarına rastlayabiliriz. Hatta Moore’u Norveç’e seyahat etmeye ve iki hafta kalmaya ikna etmiştir ki o günlerde bu oldukça zorlu bir tren ve gemi yolculuğu demekti. Moore’un ziyaretinin amacı, Wittgenstein’ın mantıkla ilgili yeni fikirlerini öğrenmek ve tartışmaktı. Aslında, burada “tartışma”, Wittgenstein’ın (teknik olarak hâlâ bir lisans öğrencisiydi) konuştuğu ve Moore’un (o zamanlar Wittgenstein’dan çok daha ünlüydü) dinleyerek notlar aldığı anlamına gelecekti.
Yine de Moore’un varlığı bu fikirlerin doğuşu için bir şekilde gerekliydi: Wittgenstein’ın bir dinleyici kitlesine, kendisini eleştirebilecek ve bu eleştiriler dile getirilmese bile düşüncesine odaklanmasına yardımcı olabilecek akıllı bir dinleyiciye ihtiyacı vardı. Ayrıca seyirciye ihtiyacı olan tek kişi o değildi. Boethius hücresinde bir ziyaretçi hayal etti: Felsefe, üzerinde Pi’den Theta’ya harfleri olan bir elbise giyen uzun bir kadın olarak kişileştirildi. Kendisini ve vaaz ettiği Stoacılığı terk ettiği için onu azarlıyordu. Boethius’un yazdığı kitap, kadının meydan okumasına bir yanıttı.
Bu arada Machiavelli gerçekten sürgüne gönderildi, saray hayatının entrikalarından koptu, bir şehir sakiniyken kendi iradesi dışında pastoral bir hayata zorlandı. Ancak arkadaşı Francesco Vettori’ye yazdığı 10 Aralık 1513 tarihli bir mektupta, akşamlarını nasıl geçirdiğini anlattı: Çalışmasına çekiliyor, büyük antik düşünürleri çağırıyor ve onlarla en iyi yönetimin nasıl olacağı konusunda hayalî sohbetler yapıyordu. Bu hayalî sohbetler, Prens adlı eserinin hammaddesini oluşturdu. Descartes da yazmak için kendini kapatmış ve rahatsız edilmemek için çalışmalarının çoğunu yatakta yatarak yapmış olabilir, ancak Meditasyonlar’ın yayınlanma süreci, Thomas Hobbes da dâhil olmak üzere bir dizi filozoftan gelen eleştiriler ve bu eleştirilere verdiği yanıtlarla geçti. Rousseau yalnızlığı severdi, ancak yazılarına diyaloglar ekledi ve hatta kendisinin, birbiriyle tartışan iki versiyonunu anlattığı Jean-Jacques’ı Yargılayan Rousseau (1776) adlı tuhaf kitabı yazdı.
Batı felsefesinin kökenleri, gerçeklik, evrendeki yerimiz ve nasıl yaşamamız gerektiği hakkında yüz yüze tartışmalarda, sohbetlerde bulunur. Felsefe, bir gizem, merak ve kafa karışıklığı duygusuyla ve gerçeği ya da en azından bir tür bilgeliği ya da dengeyi bulmak için görünüşlerin ötesine geçme arzusuyla başlar.
Felsefi sohbet hakkındaki sohbet Sokrates’le başlar. Milattan önce beşinci yüzyıl Atina’sında çarşı, pazar dolaşan, yoldan geçenlere seslenen ve onları meşhur üslubuyla sorgulayan bu derbeder eksantrik kişilik, felsefi tartışma ve eğitim için bir model oluşturmuştur. Öğrencisi Platon, belki de daha çok bir tür kendi kendine konuşma olsalar da, akıl hocası tarafından aldığı nutukların ve kışkırtmaların havasını veren etkili Sokratik diyaloglar yazdı. Platon’un Phaedrus diyaloğuna bakarsak, Sokrates, yazılı ifadeye fazla saygı duymuyordu. Sözlü ifadeye göre yetersiz olduğunu savunuyordu. Bir sayfa yazı zekice görünebilirdi, ancak ona hangi soruyu sorarsanız sorun, onu her okuduğunuzda tam olarak aynı şekilde yanıt verecekti – ona ne kadar geri dönseniz de tıpkı bu cümlenin yapacağı gibi.
Ayrıca, bir düşünür neden çorak toprağa tohum atsın ki? Elbette, büyüyecekleri yere ekmek, fikirlerinizi dinleyiciyle en uygun şekilde paylaşmak, söylediklerinizi önünüzdeki kişiye uyarlamak daha iyidir. Wittgenstein defterlerinde buna benzer bir noktaya değinir: “Birine anlayamayacağı bir şey söylemek anlamsızdır, siz bir şeyler ekleseniz bile anlamayacaktır.” Konuşmanın tonlamaları Sokrates’in ünlü ironisini kullanmasına, vurgu yapmasına, alay etmesine, ikna etmesine ve oynamasına izin veriyordu; oysa bunların hepsi kâğıt üzerinde yanlış anlaşılmalara açıktır. Sokrates, bir filozofun gelip geçen düşüncelerini unutmaması için birkaç not yazabileceğini kabul ediyordu, ama felsefi iletişim için esas olan sohbetti.
Platon’un diyalogları kullanması, karşılıklı tartışmanın felsefedeki merkezî önemini yansıtıyordu. Ne yazık ki, David Hume’un Doğal Dine İlişkin Sohbetler (1779) ve Søren Kierkegaard’ın alternatif bakış açıları sunan Ya Ya Da (1843) adlı eserleri haricinde, farklı sesleri kullanan çok az filozof çıkmıştır. Birçoğu kendi fikirlerine karşı şeytanın avukatlığını yapıyormuş gibi görünse de, John Stuart Mill’in de kabul ettiği gibi, hayalî eleştirmenler çok daha az güçlüdür ve gerçeğinden daha zayıf argümanlar kullanabilirler.
Şimdi bile, felsefe en iyi şekilde Sokratik soru-cevap yöntemi kullanılarak öğretilir. Evet, kalabalık sınıflarda bunu gerçekleştirmek zordur, ancak Harvard profesörü Michael Sandel’in adalet derslerinde ve kamu yararı hakkındaki tartışmalarında gösterdiği gibi, burada bile konuşma ve diyalog mümkündür. Bu durum birçok yönden Wittgenstein’ın öğretim tarzında bir gelişmedir: Dersine katılanlar, öğrencilerin bu ıstırap içindeki dehanın önlerinde kendi fikirleriyle boğuştuğunu, bazen dakikalarca durup kalkık eline baktığını, bazen de kendine “Ne kadar aptalım!” diye küfrettiğini anlatıyor. Bu durum çarpıcıdır ve birçok yönden, lisans öğrencilerine sıkıcı gelen bir monologdan çok daha caziptir fakat Sokratik sorgulamanın karşılıklı çekişmeden kaynaklanan gücünden de yoksundur.
Yeni teknoloji, felsefi sohbetlerin –ve muhtemelen tüm sohbetlerin– ortamını değiştiriyor. Teknoloji, çağdaş filozofların fikirlerini küresel izleyicilere ulaştırmalarına ve felsefeyi konferans salonlarının ötesine taşımalarına izin verdi. Ancak “sözlü felsefe”de sadece söylenen sözlerden ve tartışılan fikirlerden daha fazlası vardır. Birinin sesindeki gülümsemeyi duymak, bir anlık sabırsızlık, bir duraklama (belki de şüphe?) ya da bir tür sezgi, bunlar felsefeyi insanileştirir. Bunlar, felsefeyi katı mantığın mekanik bir uygulaması olarak düşünmeyi olanaksız hâle getirir. Hem düşünür hem de aldığı konum hakkında bir şeyler ortaya koyar. Ses yoluyla ifade edilen coşku bulaşıcı ve ilham verici olabilir.
Hobbes, Descartes’ın Meditasyonlar’ına yazılı olarak yanıt verdi, ancak iki düşünürün halka açık bir sohbetinin kaydını dinlemenin ve deneyimlemenin ne kadar büyüleyici olacağını hayal edin. Aynı şekilde, Wittgenstein’ın önemini anlayan ilk okurlarından biri olan Frank Ramsey’in Tractatus’u tartıştığı bir kaydı dinleyebilseydik, her iki düşünür hakkındaki görüşlerimiz de değişebilirdi. Bu hayalî konuşmaların muadilleri artık hem üniversitelerin içinde hem de dışında kaydediliyor. İnternette ücretsiz olarak bulunabilirler: YouTube, iTunes ve başka yerlerde mevcut.
Sohbet ve meydan okuma olmadan felsefe, Mill’in korktuğu ölü dogmatizme çabucak evrilebilir. Ancak bu, her bakış açısının eşit derecede değerli olduğu veya her insanın kendi gerçeğini bulduğunu kabul etmemiz gerektiği anlamına gelmez. Her büyük filozof, görünüşlerin ötesine geçme ve şeylerin gerçekte nasıl olduğu hakkında önemli bir şey söyleme itkisi tarafından yönlendirilir. Felsefe, alınan konumu yalnızca aktaran değil, tartan bir uğraştır. William Empson’ın “Let It Go” (Bırak Gitsin – 1949) adlı şiirinde yazdığı gibi, eleştirel yargılama olmaksızın yapılan konuşmalar, yalnızca gevezelik ve farklı görüşlerin havada uçuşması hâline gelir:
Çelişkiler öyle kaplar ki her yeri.
Konuşma konuşur ve öyle eğilip bükülerek gider uzaklara.
İstemezsin bu tımarhaneyi ve oradaki her şeyi.
Diğer taraftan John Stuart Mill, sizinle aynı fikirde olmayanların fikirlerinize meydan okunmasına izin vermenin önemini vurguladı. Özgürlük Üzerine (1859) kitabının ikinci bölümünde, muhalif seslerin ne kadar değerli olduğunu öne sürdü. Bizi düşünmeye zorlayanlar, kabul edilen görüşlere meydan okuyanlar, bizi ölü dogmalardan kurtarıp zorlu eleştirel meydan okumalara dayanan ve umabileceğimizin en iyisi olan görüşlere itenler muhaliflerdi. Muhalifler, inançlarında büyük ölçüde veya hatta tamamen yanılmış olsalar bile çok değerlidir. Mill’in dediği gibi: “Hem öğretmenler hem de öğrenciler, eğer sahada rakipleri olmazsa görev başında uyuya kalırlar.”
Felsefe eğitimi, tarih ve metinler hakkında olguları öğretmeye, bir eğitmenin görüşlerini iletmeye veya bir ders kitabından öğrenmeye geçtiğinde, sohbetin Sokratik köklerinden uzaklaşır. O zaman felsefe eğitimi, hem öğretmenler hem de öğrenciler bakımından, radikal eğitimci Paolo Freire’nin Ezilenlerin Pedagojisi’nde (1970) bilginin “bankacılığı” olarak küçümsediği şeye dönüşür. Felsefenin amacı, yararlı olabilecek bir dizi olguyu hazırda bulundurmak ya da yürüyen bir Wikipedia ya da gezici bir veri bankası olmak değildir; daha ziyade, gerçeklik ve görünüş, yaşam ve ölüm, tanrı ve toplum gibi kendimiz hakkında sorabileceğimiz en önemli sorulara dair tartışabilecek becerileri ve duyarlılığı geliştirmek demektir. Platon’un Sokrates aracılığıyla bize söylediği gibi, “Burada tartıştıklarımız önemsiz sorular değil; tam tersine nasıl yaşayacağımızı tartışıyoruz.”
*Felsefeci, yazar.
↑1 | Bu makalenin aslı Aeon’da yayınlanmıştır: https://aeon.co/essays/without-conversation-philosophy-is-just-dogma |