İLETİŞİM ARACI OLARAK KİTAPLAR VE EDEBİYAT
Yazar: Mehmet Sait Şener*
Bu çöllerin verdiği huzurla inzivada,
Yanı başımda az ama güzide kitaplarla
Göçmüşlerle sohbet hâlinde yaşarım,
Gözlerimle ölülere kulak vererek.
Her zaman anlaşılmasalar da hep açıklar,
Hayatımı ıslah ve ihya eden kitaplar.
Farklı ezgilerin sessizliği içinde
Hayatın rüyasında uyanık, konuşurlar.
İspanyol edebiyatının Altın Çağı’nda yaşamış en meşhur şairlerden biri olan Francisco de Quevedo’nun bu dizeleri, kendini yatağa düşüren yaşlılığa şükreden Seneca’nın, talebesi Lucilius’a yazdığı mektuptaki şu sözleri hatırlatır: “Yaşlılığa niye şükretmeyeyim? Yapmak istememem gereken şeyi yapmaktan acizim. Muhabbetimin çoğu kitaplarla. Ne zaman senden mektup alsam birlikte olduğumuzu hayal ediyorum. Sana yanıtımı yazarak değil konuşarak verecekmişim gibi geliyor.”
Her kitap bir okur kitlesine hitap eder (Yazar kitabını kendi için yazdığını savunabilir, ancak Unamuno’nun da dediği gibi bunu “başkalarıyla paylaşıyorsa ve […] altına imzasını atıyorsa […] ardında hiç olmazsa ruhundan bir gölge, kendinden geriye kalan bir şey bırakmak istiyordur”, yani arzusu okunmak, dinlenmektir). Seneca’nın mektubu aslında okuradır. Epistoli/mektup türünde yazdığı bu eserde Sokratik diyalogda olduğu gibi Lucilius asıl okuyucu/dinleyici kitlesi için aracı görevi görür. Seneca ölümlü olsa da geriye bıraktığı bu “ruhundan bir gölge” aracılığıyla çağlarla kültürleri aşan bir diyalog başlatmıştır. Kütüphaneyi göçüp gitmiş kişilerle diyalog olarak adlandıran Borges de, “İnsanların gözleriyle değil kulaklarıyla okumayı öğrenmesi gerek” diyen Unamuno da kitabın bu doğrudan iletişim işlevine dikkat çekiyordu. Öyleyse kitabın eğleyen, eğlendiren veya “kitabi” bilgi aktaran bir araç olmaktan öte daha etkileyici bir gücü var demektir. Bu güç, okurun zamandan bağımsız canlı veya cansız başka varlıkların dünyasına, onlar aracılığıyla da kendi iç dünyasına nüfuz etme gücüdür.
İsmail Gezgin’in Homo Narrans’da ifade ettiği gibi “Her bireyin hikâyesi geriye dönük olarak yaşadığı semiosferin sosyal, siyasal ve dinsel birikimini ve elbette değerlerini taşır” (2020, Redingot, 68-69). Böylece kitaplar başkalarının hikâyelerini okuyarak üzerine durup düşünme, bu eşsiz birikimden faydalanma imkânı sunar. Özellikle mensubu olduğumuz topluluğun düşünce dünyasının dışına çıkmamızı sağlayarak bizleri kültürler ve uluslar üstü bir noktada buluşturur. Günümüz dünyasında bu görevi internet üstlense de küreselleşme öncesinde toplumlar daha içine kapanık ve dünyanın birçok köşesi henüz terra incognita iken farklı kesimlerin zihin dünyasını tanımanın temel üç yolu vardı: Seyahat etmek, seyahat edenlerin yazdıklarını okumak, çeviri eserler okumak. Seyahat tehlikeli, külfetli ve belirli bir amacı olmayan için gereksiz bir aktiviteydi. Seyyahların kaleme aldıkları ise kültürlerarası iletişimi sağlayan en önemli kaynaklardı, ancak bunlar da çoğu zaman mübalağa ve husumet doluydu ve başka kültürden insanlara söz hakkı tanımıyordu (Günümüzde örneklerine bilhassa seyahat programlarında ve vloglarında çok sık rastlanan bir durum bu). Buna rağmen ötekini bir kalıba sığdıran ve emperyalizmin silahı hâline gelen bu anlatılar çarpık bir iletişime sebep olsalar da Edward Said’in ifadesiyle ironik bir şekilde dünyayı bir araya getirmeyi başarmışlardır. Çağlar boyunca öneminden hiçbir şey kaybetmeyen üçüncü yol çeviri ise başka kültürlere olabildiği kadar doğrudan (ne kadar doğrudan olduğu çevirmenin insafına kalsa da) erişmemizi sağlayarak kültürlerarası iletişimi diri tutmuştur. İlk Çağ’dan Orta Çağ’a, Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a Yunancadan, Latinceden, Arapçadan, Süryaniceden yapılan çeviriler günümüz biliminin mayasını oluşturmuştur.
Pekâlâ eski çağlardan beri bilimsel kitaplar, dinî, felsefi, siyasi risaleler, seyahat anlatıları ve benzeri eserler çevrilip okuyucu bulurken neden edebiyatın da bu listede yer aldığı, edebiyatın kültür aktarımında ve kültürlerarası iletişimde rolünün ne olduğu sorulabilir. Edebî eserlerinin çevirisi konusunda Julio Cortázar şunları söyler: “Kitaplarım onca dile çevrildi. Bu çevirilerin her biri farklı bir kültüre açılan bir sınır kapısı; sınırlar kalkıp da o ülkenin okurları beni tanırlarsa, ki beni tanıma derken eserleri çevrilen, çevrilmeye müsait ve gün geçtikçe sayıları artarak çevrilen tüm diğer Latin Amerikalı meslektaşlarıma da işaret ediyorum, zira edebiyatımıza çok büyük ilgi var, işte bu iş faydalı bir iştir, çünkü bir anda bütün bir halk, bütün bir kültür kitaplarımızın açtığı kapıdan sorunlarımıza, dertlerimize, arzularımıza, kimlik arayışı dediğimiz şeye adım atar. Böylece bu halklar onlara hitap edebileceğin halklar olurlar” (Julio Cortázar: topografía de una mirada, 1980). Tarihin en rasyonel addedilen dönemlerinde bile edebiyattan vazgeçilmemesinin nedeni nedir? Platon’un acımasızca eleştirdiği edebiyatın önemini korumasının sebebi insanların eğlence ihtiyacını karşılaması mıdır? Edebiyat, Cortázar’ın bahsettiği toplum sorunları, kimlik arayışı gibi “ciddi” konular karşısında kayda değer ne söyleyebilir, kimi temsil edebilir?
Aristoteles edebiyata Platon gibi katı bir mutlak hakikat-taklit karşıtlığıyla ya da ahlak ve mantık dairesinden uzak bir uğraşı gözüyle yaklaşmasa da edebiyatı entelektüel ve ahlaki gelişime katkı sağlayan bir üretim olduğu düşüncesiyle irdeler. Ancak tüm bunlardan bağımsız olarak edebiyat başlı başına bir iletişim aracıdır; yazar/şairin bir amaca binaen meydana getirdiği alternatif gerçekliği aklındaki okur/dinleyiciye sunuşudur. Epikten Bildungsroman’a, fabldan romana, Orta Çağ’dan postmoderniteye edebiyat farklı dönemlerde, farklı toplumlarda farklı kimliklere bürünmüş, dinî, ananevi, felsefi anlamlar taşımış, eğitim, eğlence, propaganda, meşruiyet, kültürlülük göstergesi gibi farklı işlevler göstermiş ancak her dönem iletişim gücünü muhafaza etmiştir. Edebiyat eserleri her dönem farklı okurlar tarafından farklı yorumlanmış, yazarın niyetiyle eserin iletmek istediği “asıl” mesajın ne olduğu tartışılagelmiştir. Ancak edebiyat eserine sadece ulusal veya toplumsal zaviyeden bakarak yazarın içinde bulunduğu topluma veya çağa getirdiği yorum gözüyle bakmak fazlasıyla indirgemeci bir yaklaşımdır. Eserde işlenen konuların biz insanlara bazen çağları aşarak söylediklerini, bizimle eşyanın ve insanlığın hangi yönleri konusunda iletişim kurduklarını dikkate almamak edebiyatın en büyük işlevini göz ardı etmek demektir. Edebiyatı özel yapan tek bir düşünceyi, görüşü veya hakikati aktarmayışıdır. Yazar ile okur arasındaki iletişime değil de eser ile okur arasındaki iletişime odaklandığımızda bir eserin okuru kadar farklı yorumu olduğunu görürüz (Alberto Manguel, J. L. Borges’den esinle hepimiz kendi edebiyat tarihimizi yazarız der). Okur edebiyat eserinin anlamlandırılmasında aktif rol oynar. Bu yüzden de edebiyat görecelidir. İspanyol yazar Javier Cercas bu konuda şöyle der: “Romana inanmayan yazarlar romanın gayriciddi, eğlenceden ibaret olduğunu söylerler. Haklılar da. Sorun romanın artık gayriciddileşmesi değil, hiçbir zaman ciddi olmayışıydı. Quijote yahut Joyce’un Ulysses’i için ciddi kitaplardır diyen bu kitapları anlamamıştır. Bunlar kocaman birer eşek şakası olmakla beraber derin kitaplardır, baş döndürücü bir derinliktedir. Peki bu yazarlar bunu nasıl başardı dersiniz? Cervantes modern romanı icat edip neredeyse tüketirken romana iki temel kural bahşetti. Birincisi roman kuralsız, yani mutlak özgürlüğün hüküm sürdüğü bir türdür. İkincisi bir ironi yuvasıdır roman. Bu ironi bilgi aracı olarak anlaşılmalıdır. […] Hakikatin kapılarını açan anahtardır ironi. Şeylerin tek yönlü olmayabileceğini, zıddının da var olabileceğini bize gösterir.” Romanla kısıtlı kalmamakla beraber edebiyatı güçlü kılan da budur: Kendimizinkine alternatif başka bir vücutta, başka bir mekânda, başka bir çağda, başka bir gerçeklikte bulunmak. Bu yönden bakıldığında sıklıkla popüler-klasik, highbrow-lowbrow vs. şeklinde sınıflandırılan edebiyat eserleri ortak işlevlerini korurlar. Fantastik olsun realist olsun, bilim kurgu olsun polisiye olsun, edebiyat olanaklı dünyaların kapısını bize aralar. Çoğu okurun dilinde dolaştırdığı ama ne olduğunu ekseriyetle tanımlayamadığı “gerçek” ve “ciddi” edebiyat tartışmasından ziyade eserin bizlere ne söylediğine, nasıl söylediğine ve bizlerde ne duygu ve düşünceler uyandırdığına kulak verdiğimizde edebiyatın gücünü ve evrenselliğini daha iyi hissederiz.
Edebiyat toplumsal sorunlara eğilmek zorunda değildir, her şey edebiyatın konusu olabilir. Bitmek bilmeyen sayfalar ardında büyük bir hakikat barındırmasına da gerek yoktur. Bazen tek cümlelik bir mikroanlatı bile bizi alternatif dünyasına çekmeye yeter: “Uyandığında dinozor hâlâ oradaydı” (Augusto Monterroso). Okur eserle etkileşimiyle birlikte bu dünyayı inşaya başlar: Başkarakter neden uykudadır? Yoksa anlatıcı bir kâbusa mı işaret eder? Dinozor ne ima eder? Dinozor devlet alegorisi, başkarakter toplum mudur? Yazarın niyet ettiği anlamla okurunki örtüşmese bile okur oyuna dâhil olmuştur. Edebiyat bu yönüyle kuvvetli bir zihin egzersizidir. Öte yandan Gargantua ve Pantagruel’den Alice Harikalar Diyarında’ya, edebiyat tarihindeki çoğu eserin yaşam, ölüm, kader, zaman, aşk, keder, adalet, iyilik/kötülük, kahramanlık gibi evrensel konular başta olmak üzere herhangi bir konu üzerine üstü kapalı veya doğrudan bir yorum ya da eleştiri sunduğu vakıadır. Örneğin kendini çevreleyen her şeyi sorgulayan, sınanmayan bir hayatın yaşamaya değer olmadığını söyleyen Sokrates’le aynı dönemde yaşayan Euripides, dinî ritüellerin bir parçası olarak kutsal kabul edilen tiyatroyu kullanarak Hippolytus’ta (M.Ö. 428) tanrıların zorbalığına çatar, yasa koyanların kendilerinin yasalara riayet etmeyişini eleştirirken tüm bunlara körü körüne boyun eğen halkı tenkit eder. Diğer yandan Paloma Pedrero Caídos del cielo’da (2008) evsizlerin yaşadığı güçlükleri ve toplumun onları nasıl dışladığını sahnede sergiler, hatta ilk gösteriminde oyuncular bizzat evsizler olmuştur. Bunlardan birinin diğerine nazaran üslup, kurgu, ifade gücü vs. gibi yönlerden daha edebî olduğu tartışmaya açıktır kuşkusuz, ancak ikisi de çağlar boyunca evrenselliğini yitirmeyecek bazı ortak toplumsal konular ekseninde okurla/seyirciyle iletişim kurar. Euripides ile Pedrero’nun örnek verdiğim eserini aynı noktada buluşturan toplumun ya görmezden geldiği ya da yüksek sesle söyleyemediği şeyleri ortaya dökmeleridir. Bu hakikati herhangi bir deneme, makale veya bilimsel kitap da dile getirebilir, ancak edebiyatın daha önce söylediğimiz gibi güçlü yanı bizleri çeşitli yöntemlerle canlıların (örneğin Mark Haddon’ın The Curious Incident of the Dog in the Night-Time’ında otizmli bir çocuk, Bernard Werber’in karınca üçlemesinde karıncalar) yahut cansızların (Ray Bradbury’nin There Will Come Soft Rains’inde nükleer saldırıda ayakta kalan ev, Han Kang’ın Çocuk Geliyor eserinde hükümet tarafından öldürülen sivil halkın cesetleri) gözünden dünyayı görmemizi sağlaması, tiyatro sahnesinde ise karşımıza çıkarmasıdır. Köle ticareti ve sömürgecilik hakkında detaylı araştırmalara dayanan ve nesnel olmayı hedefleyen bir tarih kitabı okurda Alex Haley’nin Kökler’i kadar etki uyandırmayabilir. Dale Wasserman’ın Don Quixote oyununda Mahzun Çehreli Şövalye’ye söylettiği gibi “Vakıalar hakikatin düşmanıdır!” bazen. Diğer yandan bazı eserlerde her ne kadar Daniel Pennac’ın beyan ettiği gibi okur olarak okumama, sayfa atlama, canımızın istediğini okuma haklarımız saklı olsa da kendimizi günlük hayatta kulak asmayacağımız insanları dinler hâlde buluruz.
Kısacası tekrar etmek gerekirse edebiyat bir iletişim şeklidir. Yazarın araladığı kapı sayesinde okurun alternatif bir evrende başkalarıyla iletişim kurmasıdır. Bu sayede okur kendi duygu ve düşünceleriyle baş başa kalır, benliğiyle temasa geçip kendini ölçüp tartması fırsatına erişir. John Carey’nin de dediği gibi “Edebiyat, size düşünmeniz için birtakım fikirleri verir. Aklınızı doldurur, besler. Bir şey aşılamaya kalkışmaz, çünkü edebiyatın özü çeşitlilik, karşı sav, gözden geçirme ve nitelendirmedir. Edebiyat ancak düşünce için malzeme sunar. Ayrıca eleştiride bulunabilen yegâne sanat dalı olduğu için sorgulamayı, bu arada kendini sorgulamayı teşvik eder (Sanat Neye Yarar? çev. Orhan Düz, 2020, VBKY, 298-299).” Dolayısıyla edebiyat adalet, hürriyet, meşruiyet vs. konularda mutlak hakikat kabul ettiğimiz fikirlerimizi sorguya çekmemizi sağlar. “Edebiyatın özünde çeşitlilik vardır. Bilimden farklı olarak o, doğru cevabın sonunda yanlış cevapların yerini alıp onları geçersiz kılacağı bir keşif sahası değildir. İnsanlık kadar çeşitli, sayılamayacak kadar çok yörüngeden oluşan bir birikim alanıdır edebiyat. Bu yüzden bilim edebiyatın önüne geçemez (ne de edebiyat bilimin yerine geçebilir)” (288-289). Bu noktada edebiyatın da çarpık iletişime yol açtığı durumların varlığını hatırlatmak gerekir, zira okuduğunu mutlak hakikat sanan okurlar olduğu gibi yazdıkları ideolojik, siyasi veya dinî propagandaya alet edilen (veya bu kasıtla yazan) yazarlar da olmuştur (Bu tür eserler dilden dile dolaşır ama bir avuç insan dışında kimse okumamıştır). Edward Said’in Şarkiyatçılık çatısı altında irdelediği eserler buna en güzel örnektir. Ancak bu zıtlıkların zıtlıklar doğurduğu inancında olan Said şu tehlikeyi dile getirir: “Özellikle belirtmek istediğim nokta, ‘biz’im yalnızca ya da esas olarak ‘bizim olan’la ilgilenmemiz gerektiği biçimindeki tavırlara, ve bunun karşısında ortaya çıkan, Arapların Arap kitapları okumaları, Arap yöntemlerini kullanmaları vb. gerekir türünden tepkilere artık sabır gösteremediğimdir. C. L. R. James’in hep söylediği gibi, Beethoven Almanlara olduğu kadar Batı Hint Adaları yerlilerine de aittir, çünkü Beethoven’ın müziği bugün insan terekesinin bir parçasıdır. […] Savunmacı, tepkisel, giderek takıntılı ulusçuluk ne yazık ki genellikle ta eğitimin dokusuna kadar girmiş ve küçük çocuklarla büyük yaştaki öğrencilere kendi geleneklerinin (genellikle ve haksız bir biçimde, başkalarının aleyhine olmak üzere) benzersizliğini yüceltmeleri ve övünme konusu etmeleri öğretilmiştir.” (Kültür ve Emperyalizm, çev. Necmiye Alpay, 2021, Metis, 28). O hâlde eserlerin içinden çıktıkları toplumun ürünü olduğu, toplumun ruhunu yansıttığı düşüncesinden bağımsız olarak edebiyata “insan terekesinin bir parçası” gözüyle bakıp önyargılardan arınarak yaklaşmak, onun sadece bir eğlence veya genel kültür edinme aracı olmadığını hatırlayıp üzerine düşünmek, mütalaa etmek, onu dinlemek gerekir.
*Dr., Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi.