BİR İLETİŞİM YOLU OLARAK HABERİN EPİSTEMOLOJİSİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yazar: Hayrettin Nebi Güdekli*

    İletişim, en genel anlamıyla alıcı ve gönderici olmak üzere iki taraf arasındaki bilgi alışverişine denir. İletişimdeki tarafların ve iletilen şeyin mahiyeti, düşünce tarihinde ve çağdaş tartışmalarda hep mevzu ola gelmiştir. Klasik kelam düşüncesinde de “haber” bahsinde bu konuya dair zengin bir tartışma olduğunu görüyoruz. Çağdaş iletişim teorilerinde farklı vecihleriyle ele alınan iletilen bilginin ne olduğu sorusu, klasik kelam düşüncesinde haber kavramı üzerine tartışmalarda yürütülmüştür.

    Bu yazıda kelamcılar tarafından öğrenme ya da bilgilenmenin duyular ve akıl yürütme dışındaki kaynağı olarak görülen haberin hem dinî bilginin hem de insani bilginin kökenini açıklamada nasıl bir rol oynadığı ele alınacak ve haberin klasik dönem kelami bilgi teorisi içerisindeki durduğu yer tespit edilmeye çalışılacaktır. Özellikle haberin bilgisel değerini reddeden tutumlara yönelik kelamcıların ileri sürdükleri argümanlar üzerinden onların haberi dilsel iletişimin temeli olarak nasıl gördüklerine ve gerek adlandırma gerekse de ad ile adlandırılan şey arasındaki ilişkiyi kurmada habere ne türden bir işlev yüklediklerine dikkat çekilecektir.

    İyi bilindiği üzere kelam kitaplarında insan bilgisinin duyular, haber ve akıl olmak üzere üç kaynağı bulunduğu yaygın bir biçimde ifade edilir. Bilginin sebeplerini söz konusu üç şeyle sınırlamanın gerekçesi şudur: Eğer bilginin sebebi olan şey bilen öznenin dışında bir şey ise bu haberdir. Eğer bilen öznenin dışında değilse ya onun idrak gücünden başka olan bir alet olmalıdır, ki bu duyular demek olur, ya da bu sebep insanın idrak gücünden başka bir şey değildir, ki bu da aklı işaret eder. Şu hâlde bilginin bilen özneye dışsal olan sebebi konumundaki haber, duyuların erişemediği ya da akıl yürütmeyle ulaşılamayan gerçeklik düzlemindeki şeylerin bilinmesini sağlayan bir yol (tarik) olmaktadır.

    Haber esas itibariyle bir sözdür (kelâm). Sözün ise harice, yani sözel/dilsel/lingüistik olmayan alana yönelik bir nispeti, yani yönelimi bulunmaktadır. Kısaca her söz ve dolayısıyla her haber bir şey hakkındadır. İşte söz ya da haberin söz konusu şeye yönelik nispeti, eğer harice mutabık/uygun ise bu söz/haber doğru (sâdık), değil ise yanlış (kâzib) olacaktır. Öyleyse haberin insan için bir bilgi kaynağı olmasının onun doğruluk özelliğine sahip olmasıyla mümkün olacağını söyleyebiliriz. Bu nedenle bilginin kaynakları arasında yer alan haber, doğru haber (haberü’s-sâdık) şeklinde ifade edilmiştir.

    Kelamcılar doğru haberi (el-haberü’s-sâdık) mütevatir haber ve peygamberin haberi (haberü’r-resûl) olmak üzere iki kısma ayırırlar. Mütevatir haber yalan söyleme konusunda birleşmeleri mümkün olmayacak bir şekilde farklı zamanlarda farklı kişilerden işitilen habere denir. Sözgelimi geçmiş hükümdarların yahut bizden uzak diyarların varlığına ilişkin nesillerden nesile aktarılagelen haberler böyledir. Kelamcıların büyük çoğunluğu mütevatir haber vasıtasıyla bizde meydana gelen bilginin zorunlu bilgi olduğunu dile getirmişlerdir. Nitekim İmâm Eş‘arî bu hususta dikkate değer olan şeyin, bu tür haberleri işittiği zaman işiten öznede bilginin meydana gelmesi ve ondan bilgisizlik ve şekkin kaybolması olduğunu kaydeder. Bu ise kişinin bu tür haberleri işitmesi esnasında kendi hâlini dikkate almasıyla gerçekleşir. Eğer kişi kendini bir şüphe ve zan hâlinde bulursa, o zaman haber veren kişinin doğruluğunu ileri süremez. Söz konusu şüphe ve zan kendisinden zail olunca ancak o zaman haber verenlerin doğruluğuna hükmedebilir. Söz konusu iki hâl arasındaki fark ise işitenin hiçbir kuşku hissetmeksizin içsel tecrübesiyle zorunlu olarak bildiği bir şeydir.

    Gerçekte bu tür bir bilginin zorunlu olması, “zorunlu” teriminin bir taraftan iktisabî/ihtiyarî bilginin, diğer taraftan istidlâlî bilginin mukabilinde kullanılmasıyla orantılı olarak iki şekilde anlaşılabilir. Buna göre mütevatir haber yoluyla meydana gelen bilgi zorunludur, çünkü bu tür bir bilgi irademiz dışında bir yolla bizde meydana gelmektedir. Eş deyişle bizde meydana gelen ancak failinin biz olmadığımız bir bilgidir bu. Bu sebeple bu bilgiyi kendimizden hiçbir şekilde olumsuzlayamıyor, onun bizde meydana gelmemesine güç yetiremiyoruz. Dolayısıyla ondan kuşku da duyamıyoruz. Söz konusu bilginin zorunluluğunun birinci anlamı budur. Öte yandan haber yoluyla meydana gelen bilgi ikinci bir anlamda da zorunludur, çünkü bu tür bir bilgi istidlâlî değildir, yani akıl yürütmeyle meydana gelmemektedir.

    Doğru haberin ikinci türü ise nübüvveti, mucize ile sabit olan peygamberin haberidir. Peygamberin haberi mütevatir haberden farklı olarak istidlâlî bilgiyi gerektirir. Peygamberin haberinin istidlâlî bilgiyi gerektirmesi hem böyle bir haberin bilgiyi gerektirdiğini hem de meydana gelen bilginin istidlâlî, yani çıkarımsal bilgi olduğunu ifade eder. Peygamberin haberinin bilgiyi gerektirmesi, haber verenin peygamber olmasından ileri gelmektedir. Çünkü Allah Teâlâ’nın nübüvvet iddiasında bulunan birini doğrulamak amacıyla onun elinde mucizeler izhar etmesi, söz konusu kişinin getirdiği hükümlerde doğru sözlü olduğunu ifade etmektedir. O doğru sözlü olunca da onun sözünün içeriğine ilişkin bilgi meydana gelmektedir. Peygamberin haberiyle meydana gelen bilginin istidlâlî oluşunun sebebi ise bu tür bir bilginin istidlâl ya da akıl yürütmeye ve onun nübüvveti mucizelerle sabit olan kişinin haberi oluşunu hatırlamaya dayanmasından dolayıdır. Söz gelimi Hz. Peygamber’in “İspat edici delil (beyyine) getirmek davacıya, yemin ise iddiayı reddedene düşer.” anlamındaki hadisini ele alalım. Bu haberin istidlâlî bilgi ifade edişi şöyle örneklenebilir:

    Söz konusu haber, nübüvveti mucizelerle sabit olan kişinin haberidir.

    Nübüvveti mucizelerle sabit olan kişinin haberi doğru ve içeriği de gerçektir.

    Öyleyse söz konusu haber doğru ve içeriği de gerçektir.

    Peygamberin haberiyle meydana gelen bilgi hem yakîn olma hem de sâbit olma yönlerinden zorunlulukla hasıl olan bilgiye benzemektedir. Yakîn olma (teyakkun) yönünden benzer, zira çelişiğe muhtemel değildir. Sâbit olma (sebât) yönünden benzer, zira bir kuşkucunun kuşkusuyla ortadan kalkma ihtimali yoktur. Bu nedenle söz konusu bilgi sâbit, câzim, mutabık itikat şeklindeki özellikleriyle “gerekçelendirilmiş doğru inanç” anlamında bilginin tanımında karşımıza çıkan koşulları karşılar, böylece onunla meydana gelen bilgi cehil, zan veya taklitten ayrışır.

    Haberin en temelde bir söz/kelâm olduğunu yukarıda dile getirmiştik. Bu bağlamda kelâmullah olan Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in Allah Teâlâ’dan aldığı haberlerden oluşmaktadır. Bu nedenle doğru habere bilginin kaynakları arasında yer verilmesinin sebebinin, dinî bilgilerin büyük çoğunluğunun bu kaynaktan elde edilmesi olduğu söylenebilir. Ancak kuşkusuz tek sebep bu değildir. Zira dinî bilgilerden bağımsız bir biçimde haber insanın bilgilenme yollarından birini ifade etmekte, insan haber yoluyla bilmediği pek çok bilgiye ulaşabilmektedir.

    Haberin bilgi kaynağı oluşu insanın içsel tecrübesiyle deneyimlediği bir şey olmasına karşın, düşünce tarihinde haberin söz konusu bilgisel rolünü inkâr eden akımlar ortaya çıkmıştır. Klasik kelam kitaplarında aktarıldığı kadarıyla kelamcıların genel olarak bilgi teorisinde özel olarak da haberin bilgi kaynağı oluşundaki entelektüel rakipleri Sümeniyye ve Berâhime’dir. Ampirist bir tutum benimseyen Sümeniyye bilgilerimizin duyusallarla sınırlı olduğunu, dolayısıyla duyuların dışında bilgi kaynağı olmadığını ileri sürerek haberi reddetmişti. Öte yandan rasyonalist bir tutum içerisinde olan Berâhime de bilgilerimizin akledilirlerle sınırlı olduğunu, dolayısıyla aklın dışında bir bilgi kaynağının olmadığını ileri sürerek haberi reddetmişti. Kelamcılar bu yaklaşımın bilgiyi topyekûn reddeden sofistlerin yaklaşımından farksız olduğunu öne sürerek, haberin insanın bilgilenme sürecinde oynadığı rolü açık ve seçik bir biçimde ifade etmişler, böylece Sümeniyye ve Berâhime’ye karşı argümanlar sunabilmişlerdir.

    Söz gelimi İmâm Mâtürîdî iletişimi, yani konuşabilir olma ve söyleneni anlamanın insanı övülmeye değer kılan ve ona hayvanlardan üstün bir statü kazandıran bir olgu olduğunu ifade eder. Akılların tek başına kavrayamadığı iyi ve kötü şeylerin duyu ve haber yoluyla öğrenilmesi, ancak algılayanların konuşması ve diğerlerinin de kulak verip dinlemesiyle mümkündür. Bu nedenle haberin inkârı bu durumda duyularla algılanan şeyin bilgi sağlamayışı ve kişinin görüp haber vermek istediği bir şey hakkında bilgi veremeyişi gibi sağduyuya aykırı sonuçları doğuracaktır. Peki böyle bir kişi duyuları dışında kalan hususlarla ilgili olarak kendisine ulaşacak haberlerin bilgisine nasıl sahip olacak yahut yaşantısına ve beslenmesine vesile olacak şeyleri nasıl öğrenecektir? İşte kişinin söz konusu şeyleri öğrenmesinin haber dışında bir yolu bulunmamaktadır. Şu hâlde haberi reddetmek iletişimi ve iletişimde içerilen bilgi-alışverişini, dolayısıyla bilgilenmeyi imkânsız kılmak anlamına gelecektir.

    Kelamcılar haberin bilgi kaynağı olarak görülmemesi durumunda kişinin kendi adını, annesini, babasını, kardeşini ve yakınlarını öğrenmesinin mümkün olmayacağını, çünkü söz konusu kişilerin ancak haber yoluyla tanınabileceğini dile getirerek, gündelik deneyimimize referansla haberin bilgilenme sürecindeki rolüne dikkat çekmişlerdir. Bu bağlamda İmâm Mâtürîdî haberi inkâr eden kişinin söz konusu inkârından kendi soyunun, adının, mahiyetinin, ayrıca sahip olduğu insanlık cevherine ve şeylere ilişkin adların bilinemeyişi gibi kabul edilemeyecek sonuçların ortaya çıkacağını belirtmiştir. Çünkü öğrenme ya da bilgilenmenin bir yolu adların bilinmesinden geçmektedir. Biz etrafımızdaki eşyayı adlarla adlandırır, gösterir ya da betimleriz. Kısaca onlardan yine birtakım adlar kullanarak bahsederiz. Şayet haber öğrenme ya da bilgilenmenin bir yolu olmasaydı, adlar ile onların adlandırdıkları şeyler arasında ilişki kuramaz, dolayısıyla onları tanıyamazdık. Söz gelimi bir özel adın mesela “İskender”in İskender’e nasıl gönderimde bulunduğunu açıklayamazdık. Çünkü gerek adlandırma gerekse de bir adın kullanım zinciri içerisinde adlandırdığı şeyi yakalaması haber olmaksızın mümkün değildir.

    Sonuç itibariyle kelamcılar bilginin sebeplerini insan üzerinden soruşturarak bilgilenmenin yolunun insana ya içsel ya da dışsal olduğunu, içsel olanın duyular ve akıl; dışsal olanın ise haber olduğunu belirtmişlerdir. Böylece duyuların ve aklın hakkında bilgi vermediği gerçeklik düzlemindeki şeylere ilişkin bilgilenmenin yolunun haber olduğunu düşünmüşlerdir. Kuşkusuz haber eğer doğru ise bir bilgisel değer ifade edecektir. Bu nedenle bilgilenmemizi sağlayan haberin, doğru haber olduğunu, doğru haberin de mütevâtir haber ve peygamberin haberi olmak üzere iki kısmı bulunduğunu dile getirerek bilinmesi mümkün olan şeylerin tamamını kuşatacak bir epistemolojiyi inşa etmeye çalışmışlardır. Haberin bilgide oynadığı rolü inkâr eden felsefi tutumlara karşı, insanın sağduyu ve deneyimine referansla cevap veren kelamcılar, haberin işitme duyusunu ve iletişimi mümkün kılan bir bilgilenme yolu olduğunu ısrarla vurgulamışlardır. Kelamcılar bu tür bilgiyi inkâr etmenin zarureti inkâr etmek ve bedihi olarak bilinen bir şey hakkında şüpheye düşmek olduğunu vurgularlar. Böylece onlar haberin bilgisel değerini inkâr etmenin gerek işitme duyusunu gerekse de dilin varlığını topyekûn inkâr etmek anlamına geleceği için kabul edilemez olduğunu göstermeye çalışmışlardır.

    * Dr. Öğr. Üyesi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelâm Anabilim Dalı.

    Kaynakça
    Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Kitabü’t-Tevhid: Açıklamalı Tercüme (çev. Bekir Topaloğlu), İstanbul: İSAM Yayınları, 2016.
    İbn Fûrek, Mücerredü Makalâti’ş-Şeyh Ebi’l-Hasan el-Eş‘arî (nşr. Daniel Gimaret), Beyrut: Dârü’l-Meşrık, 1987.
    Nûreddîn es-Sâbûnî, el-Bidâye fi usûli’d-dîn (nşr. Bekir Topaloğlu), İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2020.
    Taftazânî, Şerhu’l-Akaidi’n-Nesefiyye (nşr. Talha Hakan Alp), İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2017.
    Yusuf Şevki Yavuz, “Haber”, DİA, XIV, 346-349.